hafif.org - 06 Ekim 2008

Hıdır Geviş Türk basınına çok yeni bir soluk katarak, özellikle yeni kuşak okurların çok beğendigi bir köşe yazarı oldu. Taraf gazetesine New York’dan yazıyor. Ancak bu durum Hıdır Geviş’i Amerikalı bir yazar yapmadığı gibi Türkiyeli bir yazar da yapmıyor. Hıdır Geviş her meseleye evrensel bir perspektiften bakan, tümüyle dünyali bir yazar. Dolayisyla onu takib eden okurlarının bakış açısını 360 derece büyütüyor.

Pek çok köşe yazarından farklı olarak, çok insancıl, çok saygılı, çok sakin bir üslup kullanıyor. Yazılarında asla keskin yargılara varmıyor ve her değerlendirmenin ucunu farklı bir değerlendirme için açık bırakıyor. Klasik Türk köşe yazarlarının, her şeyi kesin ve katı kurallara bağlayarak “bu böyle olur” “bu böyle yapılır” tavrından uzak bir tavır sergiliyor. Esnek bir tutum içine giriyor. Bunun yanı sıra kişileri hedef almak ve hırpalamak yerine meseleleri ve düşünce biçimlerini hedef alıyor.


Hıdır Geviş’in yazılarındaki araştırmacı yön ise gözden kaçırılmayacak ölçüde. Soyut ve desteksiz düşünceler sıralamak yerine, ileri sürdüğü tezleri hep verilerle destekliyor. Bu nedenle yazılarındaki inandırıcılık ve ikna edicilik oranı çok yüksek. Olaylara çok farklı bir bakış açısından yaklaşarak, her defasında okurlarına düşünsel sürprizler yaşatıyor.

Yazılarında zaman zaman mizahi fırça darbelerini hissetmek mümkün. Oldukca sade hatta neredeyse konusmaya yakın bir yazım üslubu kullanıyor. Anlaşılır ve akıcı yazması, okur sayısının her geçen gün artmasını sağlayan en temel nedenlerden biri. Bütün bunların yanı sıra düşüncelerini ifade ve organize etme konusunda yadsınmaz bir ustalığa sahip. Yazılarındaki teknik yapı bir çesit dalga hareketi gibi, yazınin başında ortaya konulan düşünce, yeni düşünceleri doğuruyor ve her biri diğerini çoğaltıp büyüterek bir sonuca varılıyor.

Taraf yazarı Hıdır Geviş’in bir başka göze çarpan özelliği ise yazılarında Türkiye’deki dinsel, cinsel ve etnik azınlık haklarına özel bir önem vermesi. Hatta kendisi Türkiye’de Musevi okurlarının bayramını kutlayan ilk köşe yazarıdır. Yazarın azımsanmayacak olçüde gay okurlari olmasının sebebi de yine bu konudaki duyarlılığindan kaynaklanıyor. Onun makalelerinde insanlar cinsiyetlerine göre kadın ve erkek diye ayrılmazlar; kadın, erkek, gay erkek ve lezbiyen kadınlar olarak ayrılırlar.

Kimileri Hıdır Geviş’in basının en renkli yazarı olduğunu iddia ediyor. Modadan, felsefeye, bilimden edebiyata, politikadan finansa, gündelik hayat sosyolojisinden çizgi roman kahramanlarına kadar her alanda son derece derinlemesine yazılar yazabiliyor.

Yazılarında birbirinden farklı olayları birbirleriyle ilişkilendirme ve bundan bir bütün yaratarak farklı ve ilginç sonuçlar çıkarma ustalığı da Gevis’in ayri bir yeteneği.

Turkiye’deki 12 yıllık gazetecilik deneyiminin ardından gelen Amerika’daki eğitimi ve Birlemis Milletler Genel Merkezi ile Amerikan PBS televizyonundaki iş deneyimleriyle, Türkiye’nin en iyi eğitimli ve en global köşe yazarlarından biri Hıdır Geviş.

 http://www.hafif.org/yazi/hidir-gevis-turk-basininda-yeni

14.09.2008 - Taraf Gazetesi


Allah’ıma şükür, marketing (pazarlama) alanında az buçuk uzmanımdır. Uzmanlığım gereği de Türkiye’nin yurt dışındaki tanıtım kampanyalarını yakından takib ediyorum. Geçenlerde Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın konuyla ilgili bir açıklamasını, yüzümde tebessümle okudum.


Günay, Türkiye’nin yurt dışındaki tanıtımı için kullanılan reklam görsellerini güzel ve etkileyici bulmuş, “Ama” diyor “ bazen Türkiye logosunun üzerini kapatırsanız, bu Akdeniz’in başka bir ülkesinde olabilir izlenimi veriyor. Bundan biraz kurtulmamız gerekiyor.”


Tövbe Yarabbim, sayın bakan öyle teknik konulara değiniyor ki sanki grafiker. Görsellere de fena halde takmış. Ertuğrul Günay sevdiğim bir politikaci, O’nu kırmak istemem, ancak açıklamalarını fazlasıyla naif, profesyonellikten uzak ve derinlikten yoksun bulduğumu söylemeliyim.


REKLAMLARDA EUROVISIYON ETKİSİ . Niye mi öyle buldum, açıklayayım. Madem Amerika’da yaşıyorum, o halde buradan bir örnekle başlamalıyım. Arada bir Amerikan CNN televizyonu’nda Türkiye ile ilgili reklam filmleri dönüyor. Şu aralar rastlamıyorum pek. Bu reklam filmlerinin hepsi de klasik Eurovision tanıtım filmlerini andırıyor; Türkiye’nin tarihi bölgeleri ve modern yüzünü vurgulayan, çok hoş görüntüler ve görsel efektlerden oluşan bir video klip. Filmin sonunda, sonunda, laleli Türkiye (Turkey) logosu, Türkiye’yi düşlüyorum benzeri bir sözcükle beraber gelip ekranın köşesine konuveriyor. Eğer Türkiye diye bir ülkeden haberdar değilseniz bu reklamı rahatlıkla Hindi reklamı sanabilirsiniz.


Amerika’daki turizm pazarının yapısı ve tüketici davranışları göz önünde bulundurulduğunda, bu reklam filmlerinin, hiç bir amaca hizmet etmeyen, boşuna bir çaba olduğu ortaya çıkar. Neden boşuna, çünkü bu reklam hiç bir strateji üzerine oturtulmamış, sadece “şöyle güzelinden, şık bir reklamımız olsun, Amerikan medyasını doldursun” diye hazırlanmış bir reklam da ondan. Belli ki işlerden anlamayan bürokratların gözünü boyamak için hazırlanmış. Bu nedenle reklamdan kazanç sağlayan Türkiye değil, bu reklam için gösterim başı dolar ödenen CNN ve reklamı hazırlayan ajans.


Bu filmle ne hedeflendiği, ne söylendiği, ne anlatılmaya çalışıldığı da pek belli değil. Ama benim anladığım şu: deniyor ki bizde mavi deniz var, tarihi eserler var, metro da var, gel Amerikalı gel. Ama bu iş, meyveleri tezgâha koyup müşteriye gösteren manavcı anlayışıyla yapılamaz ki, bu anlayışla yapılan bir reklam filmiyle Amerikalıyı tavlamayı beklemek, sadece çocuksu bir hayal. Reklam hazırlanmadan önce ciddi bir piyasa araştırması yapılsaydı bu tür bir reklam filmi ortaya çıkmazdı zaten.


Siz bu reklamlarla insanları denize mi çağırıyorsunuz, boşuna, çünkü denizin en güzeli Karayipler’de var, üstelik Amerika’nın tam dizinin dibinde, dolayısıyla gitmesi daha ucuz ve daha kolay. Siz bu reklamlarla Kültür turizmine yatkın insanları mı hedefliyorsunuz, boşuna, çünkü hemen oracıkta koskoca Avrupa var, olmadı Amerikalıların daha alışık olduğu ve bildiği bir bölge olan Güney Amerika var... Siz bu reklamlarla, antik Yunandan kalma eser görmek isteyenleri mi cezbetmek istiyorsunuz, yine boşuna, çünkü Türkiyeden önce Yunanistan var.


Peki bu durumda Amerikalıların Türkiye’ye gelmeleri için sebep ne olabilir, ya da gelmemeleri için sebep ne olabilir? Türkiye onlar için ne gibi avantajlar içeriyor? Bu soruların yanıtlarını düşünerek bir reklam filmi hazırlansaydı, daha verimli sonuçlar alınabilirdi.


KARA İMAJ . Yok bu reklamlar turist çekmek için değil, Türkiye’nin modern ve geleneksel yönleri ile kültürel zenginliğini vurgulamaya yönelik hazırlanmış bir piar çalışması, bir imaj oturtturma kampanyası diyorsanız, o zaman ben de derim ki bu iş öyle kolay değil. İster kabul edin ister etmeyin Türkiye yurt dışında adı kötüye çıkmış bir ülke. Dolayısıyla bu kara imajla savaşabilmek için çok detaylı düşünülmüş, çok yönlü bir reklam kampanyasına ihtiyacınız var. Öyle zor bir şey yapıyorsunuz ki neticede çürük elmayı sağlam elma diye satmaya çalışıyorsunuz, bu nedenle de ağır bir makyaja ihtiyacınız var ama biliyorsunuz ki makyaj ağırlaştıkça kadın hafifler.


Doğru bir tanıtım stratejisi bulmak için önce Türkiye’nin adının neden kötüye çıktığını anlamaya çalışmak gerekir? Pek çok Amerikalı Türkiye den korkuyor. Üstelik bu önyargılara dayalı bir paranoya değil, tümüyle gerçekler üzerine kurulu bir korku. Örneğin Amerikan devletinin yurt dışına çıkacak Amerikalı turistleri bilgilendirmeye yönelik travel.state.gov adlı bir internet sitesi var. Bu sitede Türkiye ile ilgili gerçekler son derece doğru biçimde alt alta dizilmiş, Malatya’daki katliam, Alman turistlerin kaçırılması, Amerikan konsolosluğuna yönelik terörist saldırı, bütün trafik kurallarını hiçe sayan ve potansiyel katile dönüşen sürücüler.... Şimdi bu gerçekleri bilip de Türkiye’ye gitmek yürek ister.


Diyeceğim şu: Eğer gerçekten Türkiye’nin imajına yönelik bir çalışma içindeyseniz çözülmesi gereken pek çok düğüm var ve bu düğümler bazı noktalarda reklamcılığın gücünü çok aşıyor. Nedeni şu, Türkiye’nin yurt dışındaki imaji düşündüğünüzden de kötü. Yazar Orhan Pamuk Nobel alıyor, sevinmek yerine onunla kavga ediliyor, hatta neredeyse bir suikasta bile kurban veriliyordu: Ne oluyor, Türkiye’nin adı yazar düşmanına çıkıyor. Her yıl binlerce insan siyasal baskı gördükleri gerekçesiyle yurt dışına kaçarak, başka ülkelere sığınma talebinde bulunuyor. Ne oluyor, Türkiye’nin adı diktatörlüğe çıkıyor. Terör örgütleri ordunun içine kadar sızıyor. Ne oluyor, Türkiye’nin adı riskli ülkeye çıkıyor. 30 yıldır savaşıla savaşıla daha da büyütülen bir örgüt var ve bu örgütle savaş hala devam ediyor. Ne oluyor, Türkiye’nin adı sivil savaşın içindeki ülkeye çıkıyor: Aşırı dinci Talibanlar, ideolojik maksatla Bamyan vadisindeki tarihi dev Buda oymalarını yokediyor, bizde de elektrik maksadıyla Doğu’daki güzelim antik kentler baraj sularına gömülerek yokediliyor. Ne oluyor, Türkiye’nin adı tarih düşmanına çıkıyor.


Gelin de bütün bunları gizleyin bakalım, çok zor. Gizlemeniz için sınırsız bütçeyle hazırlanmış ağır bir piar makyajına ihtiyaç var. Ama iyisi mi makyajla değişmeyi boşvermek, makyaj zamanla akar ve görüntü daha da beter olur, hem madem, batılı ülkelerin Türkiye ile ilgili fikirlerinden pek çok kimse rahatsız oluyor, o halde Türkiye kendini değiştirsin, nasıl bilinmek istiyorsa öyle olsun. Hatta sevimli, insancıl, güleryüzlü, yeniliğe açık, demokratik bir ülke olsun, sonra bu yeni ülkenin reklamını doya doya yapın.


***


Türkiye’nin imajı nasıl tamir edilir


Türkiye, kimseden kendisini olmadığı gibi algılamasını beklemesin. Türkiyenin Batıdaki imajı yerlede sürünüyor, eğer yetkililer bu imajdan memnun degilse ve bundan kurtulmak istiyorsa, aşağıdaki maddeler yerine getirimeli.


* Tam Demokratik bir anayasa hazırlayın. Bu anayasada, etnik ve cinsel kimliklere karşı ırkçılık da dahil olmak üzere her türlü ırkçılığı yasaklayın, Türk kavramını değil Türkiyeliler kavramını yerleştirin, konuşma ve din özgürlüğünü garanti altına alın, devletin elini din işlerinden çektiği bir laiklik tarzını ilke edinin, merkezi devlet anlayışını batılı devletlerdekine benzer ölçülerde kırın.


Sonra da bu yeni Anayasayı çeşitli ülkelerin devlet başkanlarını çağırarak görkemli bir törenle kutlayın.


* Türkiye kökenli Ermeni, Kürt, Musevi ve Rumların yurt dışında oluşturduğu dernek ve organizasyon yöneticilerini Türkiye’ye davet edin ve onların karşısında geçmişte yaşananlardan dolayı özür dileyin. Bu tavır Türkiye’yi küçültmez, sadece yüceltir. Böylece Türkiye’ye karşı kullanılan politik silahları da susturmuş olursunuz.


* PKKyi dağdan indirmek için yarım ağızlı ve bulanık planlar değil, ciddi, detaylı, gerçekçi ve sonuç verecek net bir program yapın ve unutmayın; her savaş masada sona erer. Kürt illerinde yaşayan halkın, kendi yatırımcı gücünü kullanmasını geliştirecek projeler hazırlayın, köylerinden zorla uzaklaştırılan Kürtlerin geri dönmesi için projeler hazırlayın. Kürtçe-Türkçe eğitim veren okullar kurun. Bütün bu eylem paketini şenlikler düzenleyerek tüm dünyaya duyurun.


* Gay evliliğine izin verin, çünkü gayler Türkiye’nin askerî ve antidemokratik imajını tümüyle tolere edecek en büyük koz. Bütün dünyaya sürpriz yapın ve bu kozu kullanın. Hatta gay dernekleriyle iş birliği yaparak İstanbul’da Avrupa’nın en görkemli gay yürüyüşünü organize edin. Yürüyüşe gay olmayan ünlülerin de katılmasını sağlayın. Bütün dünya gazeteleri günlerce bu gelişmeyi konuşacak, Türkiye inanılmaz bir sempati toplayacak.


* Amerika’nın sanat ve kültür merkezi olan New York Manhattan’da bir kaç katlı küçük bir binayı satın alın ve adını “Türkiye Modern Saatler Müzesi” koyun. Burada bütün Ortadoğulu sanatçıların eserlerini sergileyin ve işletmesini de kar amacı gütmeyen bir kuruluşa verin. Bu müze bütün turist rehberlerine girecek, milyonlarca turist tarafından ziyaret edilecek, her yeni sergide adından başında sözedilecektir. Böylece “Türkiye” ve “sanat” sözcükleri hep yanyana geçecek.


* Dünyanın en iyi 10 fotoğrafçısını iki aylığına işe alın. Bir tema belirleyin diyelim ki aşk... Bu fotoğrafçıların iki ay süreyle bu tema çerçevesinde sadece Türkiye içinde fotoğraf çekmelerini sağlayın. Onların işlerine hiç karışmayın. Sonra çıkan eserlerden oluşan “Aşk ve Türkiye” adlı sergiyi dünyanın bütün sanat galerilerinde dolaştırın.


* Özgürlüğe bir kez de siz sahip çıkın. Nasıl olsa yukarıdaki değişimleri de tamamladınız.Önce İstanbul’da diyelim ki “21. yüzyılda dünya barışını kurmak” adlı uluslararası bir konferans düzenleyin. Tüm dünyadan felsefeci, ekonomist, edebiyatçı, sanatçı, politikacı ve bilimadamlarını davet edin. Bu konferansdan çıkan bildirgeleri esas alarak, dünyada diyelimki 10 başarılı mimar, heykel sanatçısı ve grafik sanatçısına dev bir abide siparişi verin. Hazırlanan projeleri ise konferans katılımcılarının oylamasına sunun. Onların beğenip seçtiği çalışmayı hayata geçirin.

Eğer bu hedefler gerçekleştirilirse, Türkiye sağı solu belli olmayan, ne yapacağını tahmin etmesi zor bir ülke olmaktan çıkacak, standartları olan bir ülke haline gelecektir. Standartları olan bir ülkeyi de herkes sever ve güvenir; o zaman turisti de gelir yabancı yatırımcıları da gelir, herkes gelir.
07.09.2008 - Taraf Gazetesi

Geçen Pazartesi burada Labor Day'di, yani işçi bayramı, dolayısıyla pek çok iş yeri tatildi. Amacım o günü evde geçirip, temizlik yapmak, birikmiş çamaşırlarımı yıkamaktı. Nitekim planladıklarımı da yaptım. Hem de erkenden...


Bütün gün kendimi içeriye hapsetmekten sıkılmıştım, dışarı çıkmak istiyordum. Bu nedenle hemen telefonun tuşlarına pıt pıt pıt dokunup, arkadaşlarımı aradım ve onları bir barda buluşup, soğuk bir şeyler içmeye ikna ettim,


YÜRÜYEN OFİS Saat 6.30 gibi Kuzey Chelsea’de bir barın terasında buluştuk. Şansımıza havada çok güzeldi, püfür püfür esiyordu. İlk biraları ben ısmarladım, 5’er dolardan 5 bud light aldım, etti 25 dolar, 3 dolar da bahşiş verdim…


Arkadaşlarımdan biri Fransız-İtalyan karışımı, diğeri Tayvan kökenli, öteki Macar-Alman karışımı. Bunların hepsi burada doğmuş Amerikalılar. Ancak dördüncü arkadaşım 15 yıl önce ailesiyle birlikte Diyarbakır’dan Amerika’ya gelip yerleşmiş bir Kürt, ismi Baran. Kendisi hem TC hem de Amerikan vatandaşı. Çift vatandaşlı olduğu için kendini şanslı sayıyor.


Bizimkilere, birkaç gün önce Manhattan’ın kuzey batısında (Upper West Side), cadde kenarında rastladığım bir ofis arabayı anlatıyorum. Bildiğiniz 5 kişilik otomobillerden... İçinde dosya dolabından, fotokopi makinesine ve bilgisayara kadar her şey vardı. Otomobildeki genç adam, bilgisayarda bir şeyler yazıyor, bir yandan da çıkış makinesinden aldığı kâğıtları dosyalıyordu.


Baran, bu anlattığım olay karşısında hiç şaşırmadı, çünkü böyle bir trend olduğunu biliyormuş. Bu işin özellikle pazarlamacılar arasında giderek yaygınlaştığını söylüyor, Siparişi almak, gerekli anlaşma kâğıtlarını arabada hazırlayıp imzaya hazır hale getirmek, merkezle detaylar üzerinde konuşmak ve hemen oracıkta müşteriyle bütün işleri bitirmek için ideal bir yöntem. Hatta sırf arabalara ofis malzemeleri satan comfortchannel.com gibi web siteleri bile varmış.


TÜRK DEĞİL KÜRT Güzel bir akşamdı, çocuklar gibi şendik, kakara kikiri sohbet ediyorduk. Derken Baran’ın tam arkasında iki kişinin Türkçe konuştuğunu fark ettik. Baran hemen heyecanla yüzünü onlara dönerek Türkçe, “merhaba nasılsınız” dedi onlar da “iyiyiz, sağolun siz de Türk müsünüz” cevabını verdiler. Baran gayet saygılı bir tebessümle “yo hayır, Türk değil, Kürdüm ama Türkiyeliyim” dedi. İki Türk bu yanıtı aldıklarında buz kestiler sanki, derken suratlarını ekşiterek, Baran sanki hiç orada değilmiş gibi aralarındaki sohbete devam ettiler.


Baran’ın tebessümü yüzünde asılı kalmıştı. Bu tür davranışlarla daha önce karşılaşmasına rağmen her defasında yaşadığı durum nedeniyle üzüldüğünü söylüyor ve ekliyor, “Ne zaman bir Türkle karşılaşsam ve Kürdüm desem aynı tepkiyle karşılaşıyorum, bana kendimi suçluymuşum gibi hissettiriyorlar.


ALİYE RONA TOKADI Baran’a göre işin ilginç yanı bugüne kadar benzer tepkiyi veren Türkler’in aslında son derece eğitimli, kibar ve hoş insanlar olması. Ancak Baran “Kürdüm” deyince işler bir anda değişiyor ve bu kibar Türkler suratlarına sert bir Aliye Rona tokadı yemiş gibi oluyorlarmış. Baran, şu sözleri de söyleyip konuyu kapatmaya çalışıyor; “Biliyorum ki Kürt olduğumu söylemesem, onlar benim Kürt olduğumu anlasalar dahi hiç bir sorun yaşanmayacak. Ama ben kendimi niye gizleyeyim, neysem oyum, üstelik burası Amerika, özgür bir ülke, onların burada benim özgürlüğümü kısıtlamasına asla izin vermem.”
Baran’ı çok iyi anlayabiliyorum. New York gibi bin bir çeşit milletten insanın bir arada yaşadığı, birlikte ürettiği, birlikte mücadele ettiği, evlendiği, sevgili olduğu, öpüştüğü, seviştiği, yediği, içtiği, gezdiği, tozduğu bir şehirde, bazı Türkler’in hâlâ Kürt lafını duyunca hakarete uğramışçasına alınganlık göstermeleri anlaşılması zor bir davranış.


DOLABA KİLİTLENMİŞ AZINLIKLAR Aslında Baran’ın o aksam o barda yaşadığı durum Amerikan standartlarına göre ciddi bir ırkçılık. Örneğin New York’ta bir iş yerinde benzer bir durumla karşılaşmış olsanız, o iki insanı İnsan Kaynakları departmanına rahatlıkla şikâyet eder ve derhal işten attırabilirsiniz. Ancak Türkiye’de bütün azınlıklar bu talihsiz durumu her an yaşıyor ve bunun karşısında yapacakları pek de bir şey yok, çünkü onları bu konuda koruyan hiçbir yasa yok. Bu nedenle Türklük olarak geçen, ırkçı mitoslar üzerine kurulu Kemalist ruh, bir şekilde ülkedeki bütün azınlıkları dolaba kilitliyor. Dolabın dışına ise ancak Türkmüş gibi davranırsanız çıkabilirsiniz.


İşte bu nedenle Türkiye’de, aslında Kürt olan, Musevi olan, Ermeni olan hayalet Türkler epey çoğunlukta. Aynı şey fikir azınlıkları ve cinsel azınlıklar için de geçerli; gerçekte sosyalist olan ya da İslamcı olup Kemalist gibi davranan bir sürü hayalet Kemalist var. Örnekleri çoğaltabilirsiniz; gay olup straight numarası yapmak zorunda kalanlar, üniversiteye girebilmek için başını açmak zorunda kalan türbanlılar…


Bu nasıl bir Cumhuriyet ki vatandaşlarına oldukları gibi görünme izni vermiyor ve toplumdaki bireyler kendi asıllarıyla mesafeli yaşayan birer hayalet vatandaşa dönüşüyorlar.


Aslına bakılırsa Cumhuriyetin kendisi de gerçek bir Cumhuriyet değil. O da kendini dolaba kilitlemiş ve dışarıda aslıyla hiçbir benzerlik taşımayan hayalet bir mekanizma olarak dolaşıyor..


SÜRÜM SÜRÜM SÜRÜN Bizdeki Cumhuriyet neden mi gerçek bir Cumhuriyet değil? Söyleyeyim, Cumhuriyetler’de insanlar fikir ve düşüncelerini ifade etme özgürlüğüne sahiptir değil mi; o halde Nazım Hikmet’ten günümüze kadar, yazdıkları ve söyledikleriyle sürüm sürüm süründürülen yazar, sanatçı ve politikacılara ne demeli…


Cumhuriyet halkın kendi kendisini yönetmesidir değil mi; o halde her on yılda bir yapılan darbeler ve son 20 yılda yapılan post modern darbelere ne demeli


Demek ki bizde gerçek bir Cumhuriyet değil onun halkı ürküten hayaleti hüküm sürüyor.


REBECCANIN R İşte bu hayaletten sırt alan Kemalistler, kendilerini nedense Cumhuriyetin ev sahibi olarak görürler, kendi dışındakileri, özellikle de azınlıkları, bu Cumhuriyetin ortağı değil, misafiri olarak kabul ederler. Bu nedenle, Kemalist olmayanların önünde sadece üç seçenek vardır, ya boyun eğecek ve aslını inkâr ederek hayalete dönüşeceksin, ya dağlara çıkacaksın ya da ülkeyi terk edeceksin.


Kemalistlerin bu tavrı, bana Alfred Hitchcockun, Rebecca filmindeki sadık hizmetçileri hatırlatıyor. Film, büyük bir şatoda yaşayan hizmetkârlarla, bu şatoya yerleşen, yeni gelin arasındaki çatışmalı ilişki üzerine kuruludur.


Evin eski hanımı Rebecca ölmüştür. Buna rağmen evin hizmetkârları ölen kadına saplantılı bir bağlılık gösterirler. Onun ruhuna sadık kalayım derken şatonun sahipleri gibi davranırlar. Onun yatak odasını olduğu gibi korurlar, elbiselerini, yastıklarını, çalışma masasında yer alan ve üzerinde ‘R’ harfi olan ofis malzemelerini...


Bu hizmetkârlar işi öyle bir boyuta taşırlar ki Rebecca’nın yerine geçen yeni gelini, bir türlü kabullenmez ve O’nu sürekli Rebecca ile kıyaslarlar. Zavallı yeni gelin, sonunda pes eder, ancak bu kez hem kendini kocasına beğendirmek, hem de bu hizmetkârlarla iyi geçinmek için Rebecca gibi davranmaya başlar. Böylece bir karakter parçalanması yaşar ve kişiliğini kaybeder. Bu durum O’nun mutluluğunu ve kocasıyla ilişkisini iyileştirmez, aksine zorlaştırır.


Diyeceğim şu ki herkesin kendi gibi olabildiği yeni bir Cumhuriyette hayat da daha kolay olacak
31.08.2008 - Taraf Gazetesi

Unutmuşsunuzdur, hatırlatayım. Geçen sefer terörist bir kuş, beni New York’un orta yerinde, güpegündüz, üstelik de herkesin gözü önünde kaçırmıştı. Nasıl mı olmuştu? Tam da New York şelalesinden atlarken olmuştu; havada beni yakalamış ve iri kanadının üzerine alarak güneşin battığı yöne doğru uçmuştu. O yazıyı hatırladınız değil mi?..


Neyse efendim, yolda giderken bu terörist kuşla bayağı bir samimi oldum. Meğer kendisi İranlı yazar Farîd ud-Dîn Attâr’ın bundan yaklaşık sekiz yüzyıl önce yazdığı Kuşlar Konferansı adlı kitabındaki şu ünlü yarı insan yarı kuş olan ölümsüz Simurg’muş. Bunu öğrenir öğrenmez “eyvah, kaçırıldım, rehine alındım” korkusunu hemencecik üzerimden atıverdim. Ne de olsa bu kuş ermiş bir kuştu, yüzyıllarca yaşamış, dünyanın bütün bilgisine sahip bir kuş. Yani bildiğiniz kuşlara hiç benzemiyor; O bir filozof, dolayısıyla zararsız...


Simurg, insanların onu geçmişte kalan bir efsane sandığını, oysa kendisinin bütün zamanlarda yaşayan bir varlık olduğunu anlattı bana. Yani geçmişte olduğu gibi bugün de var ve gelecekte de olacak... Her neyse, Simurg günümüzün sorunlarıyla da oldukça ilgili bir kuş. Örneğin medyaya ve gazetecilere fena halde takmış durumda. Onların hiçbir şeyi doğru dürüst görmediğini ve çetrefil olayları algılamakta zorluk çektiğini düşünüyor. Bu yaklaşımından dolayı Simurg’u biraz saf buldum, çünkü esasına bakılırsa, gazeteciler herşeyi herkesten daha iyi görüyor ama işlerine gelmediği için görmezden geliyor ya da gördüklerini zihinlerindeki çıkar aynalarından geçirip biçimini bozuyor, değiştiriyor ve ondan sonra halka yansıtıyorlar.


Peki, Simurg beni niye kaçırmış biliyor musunuz? Gazetecilere ders vermek için kaçırmış. Daha doğrusu onların gözünü açmak istemiş, bu nedenle beni bir numune olarak seçmiş. Düşünebiliyor musunuz, beni de o gazetecilerle bir tutuyor, kurunun yanında benim gibi yaşın da gözünü açmaya çalışıyor.


Peki, gözümü açmak için ne yapmayı planlıyor bu kuş? Beni çok ilginç bir tura çıkaracakmış; hadi çıkarsın bakalım, yaz da bitti ama... Fakaaaaat bu öyle bildik bir tur değilmiş. Geçmiş, bugün ve gelecek arasında gidip gelen fantastik bir gezi olacakmış. Benim dünyadaki farklı olaylara tanıklık etmemi sağlayacak, o olayları bizzat çıplak gözle görmem için çaba gösterecekmiş. Sırf şaka olsun diye sordum, “Bill Clinton ile sekreteri Monica’yı Oval Ofis’te oral seks yaparken de görebilecek miyiz?” Bu soru Simurg’u çok kızdırdı, “Siz Türkiyeli gazeteciler böylesiniz işte, aklınız fikriniz sekste”. Bu kez de ben sinirlendim, “Ne yani senin aklın firkin sadece türbelerde ve evliyalarda mı?” Hay Allah dilim şişseydi de bu lafı etmeseydim, intikamcı kuş, kanadını hafif eğdi, az kalsın yuvarlanıp aşağıya düşecektim.


Bu nasıl bir gezi anlayamadım, New York’tan çıkmıştık, gele gele yine New York’a geri geldik, acaba aynı yöne gidip dünyanın etrafında bir tur mu atmıştık? Hmmm, bir tuhaflık olmalı, bu New York, benim bildiğim New York’tan farklı. Örneğin Lexington Caddesi üzerinde uçarken, kenardaki Bloomberg binasını göremedim. Oysa bu bina 2005 yılından bu yana oradaydı. Yine bu caddede bırakın 2007 model arabaları, 2000 model araba bile geçmiyordu, gördüklerim 1960’lı 70’li yılların popüler markaları olan Chevrolet Corvette, Mercury Cougar, Dodge Charger, Ford Mustang’dı... Allah allah….


Dikkatimi bu kez insanlara veriyorum, aaaa, ‘İspanyol paça pantolonlar, eşekkulaklı gömlekler giyinenler çoğunlukta, erkeklerin saçları da uzun... Anlaşıldı, biz tarihin gerisine gitmişiz, yani zannedersem 60’ların sonu 70’lerin başındayız.


İleriden bağırış çağırış sesleri duyduk. Simurg o yöne uçmaya başladı, of!!! aşağıda bir milyona yakın insan toplanmış, gösteri yapıyor. İyice alçalmaya başladık. Göstericilerin ellerindeki pankartlardan anlıyorum ki Vietnam savaşını protesto ediyorlar. Hepsi de çok kızgın, itirazlarını dile getiriyor, yer yer de polisle çatışıyorlar. Amerikan hükümetinden hesap soruyor, bu haksız savaşı bitirmesi için baskı yapmaya çalışıyorlar.


“Aman Simurg, çok acıktım, iniş yapalım da bir şeyler yiyelim” diye rica ettim bizimkine. Bunun üzerine Union Meydanı’na yakın bir yerde, “Diner” denilen ve içinde ucuz ama lezzetli klasik Amerikan yiyeceklerinin satıldığı bir lokantanın kapısının önüne iniş yaptık. Simurg ölümsüz bir canlı olduğu için yemiyor içmiyor, dolayısıyla dışarıda beni bekleyeceğini söyledi.


Ağzında sigarasıyla masaların arasında gidip gelen garsonu beklerken, TV’ye bakıyorum. Gösterilerle ilgili görüntülü haberler var. Hatta bir ara tekerlekli sandalyeli ve koltuk değnekli Vietnam gazileri de görüntüye geliyor. Elleri havada slogan atıyorlar. İçlerinden biri madalyalarını söküp yere fırlatıyor ve diyor ki “işte insan öldürdüğüm için bana verilen rozetler”, bir diğeri ise “Umuyorum bir gün Vietnam’a geri gidebilir ve ülkelerini viraneye çevirdiğimiz o zavallı insanlara yardım ederim” diyor.


Yine TV’de Vietnam’a giderek düşman birliklerini ziyaret eden ünlü Hollywood yıldızı Jane Fonda’nın eski görüntüleri var. Bu görüntülerin ardından Michigan Üniversitesi’nde yüzlerce öğrenciye seslenerek yaptığı bir konuşma geliyor ekrana, Eğer komünizmin ne olduğunu anlasaydınız dizlerinizin üzerine çöküp bir gün komünist olmak için dua ederdiniz.


Televizyon birden karıncalanıyor, kendi kendime mırıldanıyorum, “Hıdırcığım, bu ülke çok karışık herkes sokaklara dökülmüş, çekip gitseniz iyi olur”.


Dalıyorum, düşünüyorum, aslında Simurg beni kaçırmakla hiç de fena etmemiş. Gözüm hakikatten açılıyor. Bazı noktaların ayırdına varıyor, bazı noktalar üzerine daha fazla düşünmeye başlıyorum. Örneğin şimdi sokaklarda böyle toplanmalar, bağırmalar çağırmalar eski sıklıkta yapılmıyor. Peki, bunu neye yormak lazım. Amerikan halkı artık hiçbir şeyi protesto etmiyor diye mi düşünmeliyiz. Yok, öyle düşünmemeliyiz. Çünkü Amerikalılar her şeyi öyle bir protesto ediyorlar ki şaşarsınız. Tabii protestolarını sokağa çıkarak değil, evde bilgisayarlarının önünde yapıyorlar. Sanmayın ki bunun bir etkisi, işlevselliği yok, aksine hem çok etkili hem çok işlevsel.


Üstelik internet ortamında, hiçbir şey protesto boyutuyla kalmıyor. Sıradan insanlar biraraya geliyor, devletten, büyük kurumlardan ve zengin şirketlerden bağımsız olarak projeler geliştiriyorlar.


BAĞIMLI GAZETELERE KARŞI BAĞIMSIZ BLOGLAR . Bloglar bu yeni tür muhalefetin yani dijital muhalefetin en büyük silahlarından biri. Dünyada inanılmaz bir blog fırtınası esiyor. Ama bu bloglar Amerika’da daha çok ilgi görüyor ve daha büyük kitlelere ulaşıyor.


Diyelim ki hiçbir gazeteyle uyuşan bir gazeteci değilsiniz, bu durumda kendinize rahatlıkla beş kuruş ödemeden bir blog açabilirsiniz. Blog dediğiniz bir ya da birkaç sayfalık çok basit bir web sitesi. Kullanımı da çok kolay. Kendi bloğunuzda istediğinizi istediğiniz gibi yazabilirsiniz; ne yazınızı kesip biçecek biri var, ne de yazınızın maksadını gazetenin bir takım politikaları nedeniyle değiştirecek bir yazı işleri ekibi var, orada bir tek siz varsınız. İşte bu nedenle okurlar da bloglara ilgi gösteriyor, çünkü yazılanlar daha sahici ve daha samimi, üstelik de muhalif.


Bu ilgi, blog sahiplerine reklam geliri de sağlıyor. Böylece blog sahibi rahatlıkla geçimini sağlayabiliyor. Hatta bu bloglar şimdi kendi aralarında örgütleniyorlar, aralarında bir reklam birliği bile sağlanmış durumda. Örneğin Liberal Blog Advertising Network adlı bir kuruluş var. Bu kuruluş, 150'den fazla özgürlükçü muhalif blogun reklam bulmasına yardımcı olarak onların finansal olarak ayakta kalmalarına yardımcı oluyor.


Bloglar hakikaten çok etkili. Bütün büyük televizyon kuruluşları ve gazetelerin ambargo koyduğu Noam Chomsky bile “corporation free” denilen bu bloglar sayesinde hâlâ çok etkin, pamshouseblend.com, americablog.com, frameshopisopen.com, dailykos.com bu tür bloglardan sadece birkaçı.


KİTLESEL E-MAİLDEN ONLINE PROJELERE . Aslında dijital muhalefete geçiş, insanların birbirlerine gönderdikleri kitlesel e-maillerle başladı. Bu e-mailler sayesinde biraraya geldiler, toplandılar, tartıştılar, imza kampanyaları düzenlediler, hatta sokak gösterileri bile organize ettiler.


Ancak bu bir başlangıçtı ve bir süre sonra bu muhalif dalganın önemli bir kısmı tümden online üzerinde yürümeye başladı. İnternetin sağladığı imkânlardan daha verimli yararlanma yolları bulundu ve bir süre sonra protesto gösterileri sokakta değil dijital ortamda yapıldı.


DÜNYANIN BÜTÜN EYLEMCİLERİ BURAYA . Bu süreç içinde, belli alanlarda muhaliflerin bir araya geldiği web sayfaları yayına geçti. Hatta bugün bu işte öyle ileri gidildi ki örneğin care2.com adlı web sitesi, her konuda, dünyanın her yerindeki aktivistleri bir araya getiriyor. 1998 yılında kurulan ve bugün dünya çapında 9 milyondan fazla üyesi olan bu web sitesi, pasif vatandaşı fazla zahmete sokmadan aktif vatandaş haline getirmeye çalışıyor. Örneğin, “10 yıl içinde Amerika’nın tümden temiz enerjiye kavuşmasını istiyoruz” kampanyasına bir tıklama ve kısa bir form doldurma yoluyla katılabiliyorsunuz. Aynı şekilde yılda yarım trilyon dolar savunmaya harcayan Pentagon’a karşı da çıkabiliyorsunuz ya da işçi hakları için bir şeyler yapabiliyorsunuz.


Care2.com dışında bir sürü aktivist web sitesi daha var. Örneğin gayrightswatch.com gay hakları konusunda mücadele veriyor, biraz bizdeki kaosgl.com adlı başarılı web sitesine benziyor. Downhillbattle.org ise müzik piyasasını tekeline alan büyük şirketlere karşı mücadele veriyor. Bağımsız müzik yapan müzisyenleri desteklemek ve onların ürünlerini yaymasına yardımcı olmak için var. Freecyle.org sayesinde elinizde olan herhangi bir eşyayı, dünyanın başka bir köşesinde yaşayan ve ihtiyacı olan insanlara bağışlama fırsatı buluyorsunuz.


VİCTORIA SECRET’İ DİZE GETİRDİLER . Bu siteler sahiden çok etkili, çünkü katılımcıları çok ve herkes üç kuruş beş kuruş bağışlayınca bu paralar biraraya gelip çok büyük paralar halini alıyor. Mesela, catalogcutdown.org adlı bir site var. Bu site şirketlerin boşu boşuna katalog ve broşür ürettiklerini ve bu anlayışın dünyadaki ormanlara büyük zarar verdiğini savunuyor. Hatta aşırı katalog tüketerek kâğıt harcayan şirketleri deşifre ederek, insanları bu şirketlere karşı soğutuyor. Örneğin yakın zaman önce kadın iç çamaşırı üreten Victoria Secret adlı şirketi dize getirdiler ve bu şirkete kendi savundukları ilkeleri uygulattılar.


YOUTUBE VE FACEBOOK . YouTube dünyanın her köşesindeki muhalifler için çok önemli bir medya organı. Burada çok yaratıcı ve eğitici videolar izlemek mümkün. Örneğin arama kutusuna “Dub Ya War” yazıp çıkan videoyu bir izleyin. Bu bir video klip ve bu klipte farklı yerlerde yapılan Irak Savaşı’na karşı gösterilerden görüntüler yer alıyor. Bu görüntülerde konuşmacıların yaptığı konuşmalardan bölümler alınmış ve bir müzik üzerine döşenmiş, böyle ortaya siyasi mesajlar içeren bir rap müzik şarkısı çıkmış.


Hatta dijital muhalefet öyle bir vaziyet aldı ki bugün sadece muhalif gruplara internet sitesi kurmaları konusunda teknik destek ve içerik danışmanlığı yapan radicaldesigns.org gibi şirketler bile var.


DİJİTAL SAVAŞÇILAR . Biz eskiler, geçmişin siyasi tozunu toprağını fazlasıyla üzerimizde taşıyoruz. Geleceğe bakarken aklımız hep geçmişteki hesaplaşmalarda kalıyor, o nedenle herkese değil, sadece ve sadece gençlere bir tembihte bulunacağım. Özellikle de Ekşi Sözlük gibi internet sitelerine yazan, internete meraklı, kendini eğitmeye açık, dünyayı bilen parlak zekâlı gençlere... Neden tek başınıza ya da web tasarımından anlayan bir iki arkadaşınızla biraraya gelip, Ergenekon’la ilgili bir internet sitesi yapmıyorsunuz, neden bu işi savcılar, devlet büyükleri ya da gazetecilerin takibine ve insafına bırakıyorsunuz. Bu korkunç çeteyle ilgili bütün gelişmeleri sizler de pekala takip edip, arşivleyebilirsiniz. Web sayfasına kimin kim olduğunu, neyle suçlandığını, kimlerle bağlantılı olduğunu gösteren web grafikleri, hatta eğlenceli Ergenekon oyun programları bile yerleştirebilirsiniz, yani olayın ciddiyetini bir cenaze merasimi ciddiyetine çevirmenin de hiç gereği yok. Hiç bilemezsiniz, bir bakmışsınız, web siteniz ziyaretçi akınına uğramış ve kocaman bir güç haline gelmişsiniz. Sadece bu konuda da değil, zorunlu din dersi kalksın mı istiyorsunuz, devletin din işlerinden elini çekmesini ve diyanetin kaldırılmasını mı istiyorsunuz, Dersim’e üniversite mi istiyorsunuz, konuşma ve yazma özgürlüğünün önündeki tüm engeller kalksın mı istiyorsunuz, RTÜK’ten cinsel azınlıklara karşı olan çağdışı bakış açısını değiştirmesini mi istiyorsunuz, öyleyse yapın bir web sitesi ve kampanyanızı başlatın. Düşünün bir, içinizden biriniz yolsuzlukla mücadele sitesi yapmış, insanlar bu siteye para bağışında bulunmuş ve gün gelmiş elinizdeki paralarla sokaklardaki reklam tabelalarına bu yolsuzların vesikalık resimlerini koymuş ve ciddi bir rezil etme kampanyası başlatmışsınız. Dediğim gibi hiç belli olmaz.


YANILMAKTAN KİM ÖLMÜŞ . Ben 40’ıma geldim ve öğrendim ki benim gibi sıradan insanlara hiçbir siyasi partiden bir fayda yok. Geçen gün kendime en yakın hissettiğim ÖDP’nin web sayfasını inceledim, Devlet Demir Yolları’nın web sitesiyle tıpa tıp aynı; aşırı ciddi, asık suratlı, renksiz, heyecansız, durağan, pasif, soyut, hiç bir insani tını taşımayan bir site. Diyeceğim şu: Muhalefet etmeyi siyasi partilerin, siyasi organizasyonların ve işlevsiz derneklerin elinden kurtarmak gerekiyor. Türkiye’nin, tek başına ya da birkaç arkadaşıyla birlikte muhalefet edebilecek dijital savaşçılara ihtiyacı var. Adil, samimi, anlaşılır, insancıl, temiz, hilekârlıktan uzak, şiddeti savunmayan, naif, oyunbazlıktan uzak, açıksözlü ve saygılı bir muhalefet ortaya koyarsanız, etrafınıza size benzeyen milyonlarca insan toplayabilirsiniz. Bakın Taraf gazetesine, daha dün kaç kişi okuyordu şimdi kaç kişi okuyor. Gençler, siz de bir deneyin, yanılmaktan kim ölmüş.


* * *


YALNIZ RUHLARA ELMA ŞEKERİ . “Kitapların Efendisi” olarak nam salan sevgili Sayım Çınar, bana yeni bir paket göndermiş, açtım baktım içinden bir kitap çıktı. Sağolsun, Sayım da olmasa Türkçe kitap okuyamayacağım. Üstelik son gönderdiği kitap, benim çok sevdiğim bir gazeteci ağabeyime, Fuat Uğur’a ait. Fuat ağabey, gazetecilik mesleğindeki başarısını, edebiyat alanında da aynen devam ettiriyor. Hepsi birbirinden güzel, sıcacık öykülerden oluşan Yalnız Ruhlara Elma Şekeri adlı bu kitabı bulup, okumaya çalışın.


* * *


“FİNANS NETWORK” GRUBU . Geçen hafta Cumartesi günü, merkezi New York’ta olan Finans Network adlı grubun toplantısına katıldım. İyi de oldu, grupta aktif görev alan ve son derece parlak bir zekâya sahip Tuğba Temurcan’ı ve Birleşmiş Milletler’den arkadaşım Fatih Vursavaş’ı görme imkânı buldum.


Toplantı Manhattan’da yeralan Pera adlı bir restoran-bar da yapıldı. Girişte herkesten 40 dolar kesildi. Toplantı boyunca da çok lezzetli aperatifler dağıtıldı. Hatta çiğköfte ve tavuklu adana kebap da vardı. Ancak içecekler bedava değildi, isteyen bardan ayrıca para ödeyerek kendi içkisini aldı.


İşin magazin kısmı bir yana, bu toplantının esas maksatlarından biri, New York’ta finans sektöründe çalışan yüksek eğitimli insanların birbirleriyle tanışmasını sağlamak. Biliyorsunuz bu kent çok rekabetçi ve zor, dolayısıyla böyle bir yerde herkes için kişisel ilişkiler kurmak çok önemli. İşte bu grup, Türkiye kökenli üyeleri arasında bir dayanışma zinciri kuruyor ve bu zincire yeni üyeler katmak istiyor, yani çok hayırlı bir iş yapıyor.


Ben de toplantı sırasında pek çok insanla tanışma imkânı buldum. Hepsi de mesleklerinde iyi noktalara gelme başarısı göstermişler. Avukat Robert Zara ve Natixis adlı şirket için çalışan Abdullah Karatash bu isimlerden sadece ikisi. Hatta Abdullah çok resmî olmayan kısa bir konuşma yaparak, son ekonomik krizi değerlendirdi. Krizle başlayan yavaşlamanın önümüzdeki aylarda yoğunlaşarak devam edeceğini ve etkisinin dört beş yıl süreceğini belirten Abdullah, 1987 krizini örnek vererek, ekonominin konjonktürel doğasına dikkat çekti ve yavaşlama sonrasında Amerikan ekonomisinin daha da güçleneceği saptamasını yaptı.


Abdullah’ın yanı sıra grubun bir başka etkin üyesi Serdar Kaya da bir konuşma yaptı.


Davetlilerle yaptığım sohbetlerde ilginç şeyler de öğrendim. Örneğin Goldman Sachs adlı şirkette çalışan Esra Ünlüaslan, dikkatimi ilginç bir noktaya çekti. Işıl ışıl bir genç kız olan Esra’nın söylediğine göre 2006 yılında kurulan bu organizasyon, klasik otoriter yönetim yapısına sahip değil, bu nedenle grubun tek bir lideri yok. Ne güzel değil mi? Finansçılara da böyle örnek bir örgütlenme yapısı yakışır zaten.


2006 yılında kurulan bu genç organizasyon hızla büyüyor. Şimdiden İstanbul, Londra, Washinton DC ve Chicago’da da örgütlenmeyi başarmışlar.


Bu arada, toplantı sırasında tanıştığım pek çok insan, Taraf’ın bağımsız ve cesur gazetecilik politikasını takdirle karşıladıklarını ifade ettiler.

24.08.2008 - Taraf Gazetesi

Amerikalı pilot Paul Tibets, uçağını Hiroşima’ya doğru uçururken tarihin gelmiş geçmiş en büyük celladı olacağının farkında mıydı acaba? Benimki de amma da soru; elbette farkındaydı, koskoca bir komutandı ana sınıfı öğrencisi değildi ki.

Tibbets, Hiroşima saatiyle gece 2.45’de, Enola Gay adlı uçağı ile Tinian adasından havalandı. Günün tarihi, 6 Agustos 1945’di. Uçak, sabahın 8.15’inde şehir semalarına varmıştı bile. İşte tam bu saatte, bizim pilot, o meşhur atom bombasını 9600 metreden asağıya bırakıverdi ve sonra da hızla çekip gitti. Little boy adı verilen bomba, hesaplandığı gibi yerden 580 metre yükseklikte patladı. Bir kaç saniye içinde kenti bir alev fırtınası sardı. Bu fırtına önüne gelen herkesi ve her şeyi kavurdu: Okuluna gitmeye hazırlanan bir ilkokul öğrencisini, işbaşı yapan bir temizlik işçisini, yatakta sevişen iki sevgiliyi, ibadethanedeki yaşlı bir erkeği, hastenede ameliyata hazırlanan genç kızı, müşterisinin evinden yeni ayrılan bir hayat kadınını ve daha kimleri… Hala kesin bir rakkam yok ama ogün toplam 70 bin insanın yaşamını yitirdiği söyleniyor. Radyasyonun etkileri zamanla artınca ölümler 200 bini buldu.

Pilot Paul Tibbets, bu tarihi katliamdan yıllar yıllar sonra bile, “Allah kahretsin, ben ne yaptım, nasıl kıydim onca insana” demedi. Hatta her defasında hiç pismanlık duymadığını vurguladı ve “bugün yine aynı görev verilse yine yapardım” dedi. Çünkü O’na gore bu iş vatanın selameti için yapılmıştı.

Geride kalan 6 Ağustos günü, Hiroşima’ya atılan bombanın 63. yıl dönümüydü. Bu nedenle New Yorkda’ da çesitli etkinlik düzenlendi. Etkinliklerin amacı, insanlara barışın önemini göstermek, savaşın nasıl bir felaket olduğunu anlatmaya çalışmaktı. Ben bu etkinliklerin hiç birine katılamadım, ancak geçen akşam eve gelince youtube’dan Hiroşimayla ilgili pek çok video izledim.

O videolari izlerken aklıma ister istemez Sabiha Gökce düştü. Atatürk’ün manevi kızı ya da öteki adıyla dişi “Türk Kuşu” Sabiha Gökçe. O’da 1937’lerde tek motorlu teyyaresiyle Dersim semalarında uçmuş ve “haydut” dedigi TC vatandasi Kürtlerin üzerine tepeden bombalar yağdırmıştı.

Bir süre sonra izlediğim vidolardan yorulmuştum, elimdeki bilgisayarı sehpanın üzerine bıraktıktan sonra, recliner koltuğumun üzerinde öylece uykuya dalmışım.

GİZLİ TEŞKİLAT Rüyamda, Buğday tarlalarının arasından akıp giden bir yolun düzlüğündeyim. Etrafta in cin top oynuyor. Aaa tek motorlu bi teyyare uzaktan bana doğru yaklaşıyor. Teyyareye de bakın siz, alçalıyor galiba, yok düşüyor, hayır göğsünü saçlarıma sürüp tekrar havalanıyor. Belli ki bu kötü kalpli teyyare canımı almaya çalışıyor, Hitchcock’un Gizli Teşkilat filmindeki teyyarenin aynısı bu, bense o filmdeki oyuncu Cary Grant gibiyim, yolun üzerinde zigzag çizerek, bu at sineği gibi peşimden koşturan teyyarenin elinden kurtulmaya çalışıyorum. Teyyare vızıldayarak bir sağımdan uçuyor, bir solumdan uçuyor, bir bakıyorum tepemden geçiyor, Tir tir titriyorum. Besmele çekeyim diyorum (besmele deyince yanlış anlamayın, sadece “devrimciler ölmez” diyecektim) ama sesim çıkmıyor. En sonunda güçlü bir el ensemden tutup beni teyyarenin arkasındaki koltuğa atmasın mı.

Meğer bu güçlü el, teyyareyi kullanan Sabiha Gökçe ye aitmiş. Ben şoktayım. Sabiha hanım başlıyor, “Hıdırcım, sol gözümü pembe renkli, iri yarı, lezbiyen bir arı ısırdı. Bu nedenle sadece sağ gözümü kullanabiliyorum. Bana yardım etmen lazım; uçağın sol yanından aşağıya bakıp gördüklerini rapor edeceksin. Böylece Dersim’deki haydutları tek tek temizleyeceğiz; her şey vatanın selameti için” Bense içimden, “Hıdırcım, hayır, bu kadın kendinde değil, yol yakınken kaç kurtul” diyorum. Oradaki bir paraşütü üzerime geçirdiğim gibi hop aşağı atlıyorum.

15 Agustos, öğleden sonra, Uhni köyüne düşüyorum. Yıl 1937. Ortalık çok karışık. 16 Ağustos günü, çatışmalardan ve askerlerin saldırılarından etkilenip yerini yurdunu terketmeye çalışan 500 kişilik çoluklu çocuklu bir köylü grubuna katılıyorum. Bu grup yanlarına koyun sürülerini ve çadırlarını da almış. O an Sabiha hanımın uçak filosu yaklaşıyor. Atılan bombalar herkesi yere yıkıyor. Hala ayakta kalanların üzerine ise yine uçaklardan, makinalı tüfekle ateş ediliyor. Benim iki kolum birden kopuyor, yanıyorum sanki, Sarp yamaçlardan koşarak uçakları yakalamaya çalışıyorum. Delirmiş olmalıyim. Gökyüzü mavi, yeryüzu kırmızı. Haykırıyorum: “Sabiha hanım ne güzel bombalarınız var, ne güzel bombalarınız var, ne güzel bombalarınız var”

Derken bu tozlu dumanlı kan kırmızısı rüyadan nihayet uyanıyorum. Hızır sana şükürler olsun.

Bir rüyamı düşünüyorum bir de bugünün gerçeklerini düşünüyorum. Kürtler hala bombalanıyor. Söz gelimi Ahmedinejat’ın gaz cumhuriyeti İran’a ait uçaklar, kendi sınırları içinde bulunan Kürt eyaletleri üzerine bomba yağdırıyor, sınırı geçiyor Irak'daki Kürtleri bombalıyorlar. Bu bombalar köylerde yaşayan yoksul Kürt sivillerin yaşamını altüst ediyor.

Dünyada bombalar sadece Kürtlerin üzerine düşmüyor, Iraklıların üzerine bombaların nasıl yağdığını hepimiz naklen izlemiştik. Yakın zaman once İsrail, Lübnan a yagdırdı, 2. Dünya savasında Almanların başına yağdı, Vietnam savaşında Vietnamlıların tepesine yağdı.

Özellikle içinde bulunduğumuz yüzyılda bir ülkenin işini bitirmek istiyorsanız önce havadan stratejik şehirlerin üzerine bombalar yagdırır, hayati felç eder, sonra da o kente kara harekati düzenlersiniz.

İLK HAVA SALDIRISI OSMANLI ORDUSUNA YAPILDI:Askeri uçağın havadan bir saldırı cihazi olarak kullanılması 1. dünya savaşına kadar gidiyor. Tarihte ilk hava saldırısının 1911 yılında İtalyanlar tarafından yapıldığı iddia ediliyor. Üstelik bu saldırı Trablusgarb savaşı sırasında yapılmış, 4 bombacık 1 Kasım tarıhınde Libya’daki Osmanli birliklerinin üzerine bırakılmış.

ATEŞ UÇURTMALARI: Aslında hava harekatlarının geçmişi, biraz daha çesitlendirirsek görürüz ki çok daha öncelere uzanıyor; örneğin uçurtmalar, uçaklardan once askeri amaçla kullanılan ilk hava araçlarıydı. Ama bunlar bombalamak için değil, düşman mevzilerini gözetlemek ya da düşmanı şaşırtmak için kullanılıyordu. Kim Yu-Sin adlı Koreli general 637 yılında isyancıları bastırmak için uçurtmalarla havaya ateş topları kaldırtmıştı. Yine 1592-98 deki Japon işgali sırasında bir başka Koreli kumandan, 300’e yakın uçurtmayı birlikler arasındaki haberleşmeyi sağlamak ve direktiflerini bildirmek

Köroğlunun deyişini günümüze uyarlarsak diyebiliriz ki “Uçak icad olundu mertlik bozuldu”.

*********

KÜLDEN EVLER

“Yan Dersim Yan” başlıklı yazımın ardından, yazar Cemal Taş, “Külden Evler” adlı kitabını incelik göstererek adresime gönderdi. Cemal Taş’ın bu muhteşem çalışmasında Dersim’deki köy yakmalarla ilgili belgeler, tanıklıklar ve gazete haberleri bir araya getirilmiş.

Kitapta dönemin Köln Belediye Meclis üyesi olan Şengül Şenol’un da tanıkığına yer verilmiş, şöyle anlatıyor yaşadıklarını Şenol: “O günleri hatırlamak için hafıza zorlanıyor. Hatırladıklarını bile unutmak istiyor. Çünkü acı veren her şeyi hafıza unutmak istiyor. 94’ün sonbaharında ne olmuştu? Dersim’de o dönem süren çatışmalarda kimin aklına “iyi bir fikir” diye gelmişse, bir çok köy güneyden kuzeye ateşe verilmişti. Dersim köylerinin yüzde sekseni böyle yok olmuştu. İnsanlar kendi topraklarında mülteci durumuna düşmüş, Ovacık ve Hozat barakalarında yıllarca hayat tüketmişlerdi. Sağlıksız koşullar nedeniyle ölenler oldu. En çok da çocuk ve yaşlıların sağlıkları bozuldu. Hala oralarda hayatını devam ettirmeye çalışan insanlar var. Diğer ilçelerde de durum farklı değildi. On yıl önce nüfusu 170 bin olan Dersim, bugün nüfusunun yarısını kaybetmiş durumda.”

Bir belge çalışması olmasına rağmen, insanın yüreğini dağlayan bu kitabı herkese öneriyorum. Eğer kitapçılarda bulamazsanız yayinevi ile telefon yoluyla irtibata geçip bilgi alabilirsiniz. Tij Yayıcılık: 212 576 0136


Resimaltı, italyan pilotGuilio GevottiOsmanli birliklerinin üzerine tarihteki ilk hava saldırısını yaptı
17.08.2008 - Taraf Gazetesi

İSA KAMPI . Ah ben bu meyvelere verdiğim parayı biriktirip de yatırıma dönüştürseydim, şimdiye hanlarım hamamlarım olmuştu. Meyveyi çok seviyorum. Eee burada da çok pahalı. Geçen akşam iş çıkışı Çinli bir kadının islettiği küçük mahalle bakkalına gittim, meyve sebze orada nispeten daha ucuz. Buna rağmen bir avuç kiraza inanır mısınız 4 dolar verdim. (Bu paraya burada bir pound kıyma geliyor, 1 pound yaklaşık 450 gr. ediyor). İki küçük şeftali 1,5 dolar tuttu. İki yumruk büyüklüğündeki ufacık bir kavun 3 dolar, 2 pound beyaz üzüm ise 4,5 dolar, bir tane de muz aldım etti mi size bir sürü para. Bu arada bu ülkedeki en ucuz meyve muz, paundu 69 ile 99 cents (kuruş) arasında değişiyor.


Aldığım bu meyveler bizim Sybil’e bir hafta yeter ama ben o akşam oturup hepsini yedim bitirdim. Bitirmezsem, dolapta kalsa, içim rahat etmiyor. Ben de Allah’ın böyle tuhaf bir kuluyum işte.


HARRY POTTER BİR ŞEYTAN İŞİ . O akşam meyvelerimi lüpletirken çok ilginç bir belgesel film izledim. İsmi İsa Kampı (Jesus Camp). Bu filmde, küçücük küçücük, sevimli sevimli Amerikalı çocukların, dincilere ait yaz kamplarında nasıl eğitildiklerine tanık oluyorsunuz. Söz konusu kamplar, çok güçlü bir dini grup olan Evangelistler (Evangelic).


Kamplarda çocuklara verilen din eğitiminin dozu çok aşırı. Öğretilenler, o çocukların daha kıkırdak halindeki bilincinin kaldırabileceği şeyler değil. Bu çocuklar dünyaya geleli zaten topu topu 6-7 sene olmuş ve birden bir kampa yollanıyorlar. O kampta, kendini hakiki Hıristiyan zanneden ve bence ciddi bir psikolojik tedavi görmesi gereken Becky Fisher adlı kadın eğitmen var. Bu kadın, çocuklara, başka dinlerle ilgili kendi kafasındaki bütün ön yargıları ve düşmanlığı aşılıyor, günahtan, şeytandan ve Tanrı’dan korkmayı ama çok korkmayı öğretiyor. Hatta Harry Potter filminden uzak durulması gerektiğini bile tembihliyor ve onlara, verilen kurallardan şaşmamalarını tembihleyerek bir de yemin ettirtiyor. Çocuklar hep bir ağızdan başlıyor: “Ne denirse onu yapacağım, ne söylenirse onu söyleyeceğim”. Allah allah...


ÇILDIRMIŞ ÇOCUKLAR TIMARHANESİ . Hele o kamplardan birinde yapılan bir ayin töreni var ki insanın tüylerini diken diken ediyor. Aşırılığın nasıl bir noktaya varabileceğini kendi gözlerinizle görüyorsunuz. Söylemeye dilim varmıyor ama sanki çıldırmış çocuklardan oluşan bir tımarhanenin içinde gibisiniz. Görüntünün bir Aczimendi ayininden hiç bir farkı yok: Çocuklar dualar ederek ağlıyor, titriyor, aynı sözcükleri tekrar edip duruyor ve bazıları transa geçip yere yığılıyor... YouTube’a girin ve arama kutusuna “jesus camp” yazın sonra da çıkan videoları bir izleyin, görün.


Peki, bu aileler neden ısrarla çocuklarını böylesi kamplara yolluyor ve onların saf dünyasının Becky Fisher gibi insanların soyut dinsel öğretileriyle işgal edilmesine izin veriyorlar. Belki onları da anlamak lazım. Anne babalardaki korumacı dürtü onları böyle davranmaya itiyor olabilir. Belli ki çocuklarını din yoluyla korumaya, din ve Tanrı korkusuyla terbiye edip kötü alışkanlıklardan uzak tutmaya çalışıyorlar.


Şimdi kendime de sizlere de soruyorum: Dinî eğitim vermek, çocukların ve dolayısıyla toplumun karşılaştığı sorunları çözmek için gerçekten bir çözüm mü? Eğer çözüm olduğunu düşünüyorsanız, bir de şu soruyu cevaplayın: Çocuklara bir takım ahlaki değerleri öğretmenin tek yolu dinden mi geçiyor? Hiç bir dinin adını bile anmadan, bu çocuklara nasıl saygılı olunacağı, nasıl hak yenilmeyeceği, nasıl iyi davranışlar sergileneceği, nasıl dürüst olunacağı, nasıl yardım edileceği, nasıl insanların fiziğine, ırkına, cinselliğine, yaşadığı topraklara, yaşama hakkına, düşüncelerine, inanışlarına, beğenilerine ve zevklerine saygı duyulacağı öğretilemez mi? Sonuçta bunlar herkesin fikir birliği ettiği evrensel insanlık prensipleri, öyle değil mi?


EĞİTİMDE LAİK DİNCİ KAVGASI . “Dinî eğitim mi değil mi” konusunda, laikler ve dinci kesim arasında dünyanın her yerinde ciddi bir kavga var. Ama burada iki kesim arasındaki önemli bir farkı hepimizin bilmesi gerekiyor. Gerçek laikler hiç bir zaman çocuklara dinden uzak durulması gerektiğini öğretmeye çalışmıyorlar ama dinciler bütün çocuklara kendi inandıkları dini öğretmeye ve kabul ettirmeye çalışıyor. Bu nasıl oluyor, şimdi söyleyeceğim.


EVRİME KARŞI YARADILIŞ TEORİSİ . Kavganın Amerika tarafından başlayalım. Amerika’da sahici bir laiklik var, dolayısıyla Türkiye’deki gibi devlet okullarında zorunlu din dersleri okutulmuyor. Okutulmuyor ama hafta sonu okulları var, ya da örneğin Katolik okulları gibi dinî okullar da var ve bu okulların sayısı hiç de azımsanacak gibi değil. İsteyen çocuğunu dinî okullarda okutabiliyor. Fakat dinci gruplara bu da yetmiyor, onlar ısrarla Tanrı’nın ve Hıristiyanlığın devlet okullarına da sokulmasını istiyorlar. Evrim teorisiyle birlikte onun tam zıddı olan yaradılış teorisinin de okutulmasını istiyorlar. İstekleri bitmiyor. Onlara kalsa sadece din dersleri değil, diğer derslerde de Hıristiyanlığın toplumdaki, tarihteki ve insan psikolojisindeki etkisi vurgulanmalı. Yani nasıl ki Edibe Sözen Sünni Müslümanlığını devlet okullarına sokarak iyice kurumsallaştırmaya kalkıştıysa, aynı şeyi onlar da Hıristiyanlık için yapmak istiyor. Bu arada Edibe Hanım’a geleceğim, O’na biraz daha var.


Peki, karşı gruplar dincilerin bu politikasına ne diyor? Onlar da diyorlar ki ”Yahu kardeşim, etmeyin eylemeyin, her kültürden, her dinden, her ırktan ve milletten insanların birarada yaşadığı Amerika gibi bir ülkede, Hıristiyanlığı devletin okullarına sokmaya çalışmak hem adil değil, hem de doğru değil. Bu çeşitlilik göze alınarak devlet okullarının şimdiki gibi dinden arındırılmış alanlar olarak mevcut varlığını sürdürmesi gerekiyor. Dinî eğitim almak isteyenler için okul dışında tonca kuruluş var, öğrenciler oralara gidebilirler.”


TANRISIZ ÜLKE . Britanya’da şimdi benzer bir kavga sürüyor. Hıristiyanlığın resmî din olduğu bu ülkedeki din eğitimi sistemi biraz Türkiye ile Amerika arasında bir yerde duruyor. Pek çok devlet okulunda öğrenciler zorunlu olarak din dersleri alıyor. Bu derslerde nasıl bizde Sünni Müslümanlık ağırlıklı olarak öğretiliyorsa onlarda da temel olarak Hıristiyanlık ve bir kaç din daha öğretiliyor, o kadar. Britanyalı öğrenciler okullarındaki ibadet törenlerine de katılmak zorundalar. Başka dinden olanların bu dersi almama şansı var, ancak Hıristiyansanız almak zorundasınız. Fiiliyatta çoğu okul işin ibadet kısmını uygulamıyor, zor ve külfetli çünkü.


Anne-babalar isterlerse çocuklarının din dersi almasını engelleyebilirler. 2006 yılından beri ise son sınıftaki öğrencilerin kendi kişisel kararlarıyla din dersi alıp almama hakkı var.


Ancak şimdi Britanya’da işler değişiyor ve Amerika benzeri bir sisteme geçilmeye çalışılıyor. Parlamento İnsan Hakları Komisyonu şimdi 16 yaşının altındaki öğrenciler için de din dersinin seçmeli olması konusunda ciddi çalışmalar yapıyor. Gerekçeleri ise son derece mantıklı ve yerinde. Diyorlar ki çocuğu din dersi almaya zorlamak, onun düşünce özgürlüğünü ve kendi öz bilincini hiçe saymak demek. Ayrıca bu zorunluluk Avrupa Birliği İnsan Hakları Sözleşmesi’yle de uyuşmuyor. Britanya’daki sistemi değiştirmek isteyenlere göre, halkın kiliseye katılımının son 10 yılda inanılmaz ölçüde düştüğü bir ülkede, çocukların dinî etkinliklere ayırdıkları zamanın anne babalarına ayırdıklarından fazla olması yanlış.


Ancak bu tavır nedeniyle Katolik Kilisesi başındaki Kardinal Cormac Murphy-O’Connor kıyameti kopardı ve Britanya’nın Tanrıdan arındırılmak istendiğini iddia etti.


ALEVİ ÖĞRENCİLER TACİZ Mİ EDİLİYOR . Bizde işler nasıl? Bizde de durum pek kabul edilir gibi değil. Örneğin ben lisedeyken istemediğim halde zorunlu olarak din dersleri aldım. İsteksizliğimin sebebi şuydu: Alevi inanışına sahip bir öğrenci olarak bu dersin tümüyle Sünni Müslümanlığın propagandasını yapmaya yönelik bir ders olduğunu düşünüyordum. Üstelik din öğretmenlerinin hepsi de Sünni Müslüman ve inançlı insanlardı. Dolayısıyla benim inanışımı yok sayan, umursamayan bir dersi almak zorunda olmak ciddi bir psikolojik tacizdi. Hatta bu gerilim veli toplantılarına da hep yansıyor, ablam Fatoş her defasında din öğretmenleri ile tartışıyordu.


Şimdi AKP Genel Başkan Yardımcısı Edibe Sözen’e gelebiliriz. Türkiye’de okullar ve öğrencilerle ilgili ortada çözüm bekleyen tonca sorun varken Edibe Hanım ilk fırsatta, “Gençleri Koruma Kanun Tasarısı”nı hazırlayarak bir iman ve edep savaşına girmeye kalktı. Tasarının iman yönü şuydu, “Devlet, gençlerin sağlıklı ve dengeli gelişimi için, her seviyedeki okulda, her dine mensup öğrenciler için ibadethane alanı kurmakla yükümlü olacak”. Tasarının edep yönü ise porno yayıncılığına ve gece hayatına yönelik getirilen kısıtlamalarda kendini gösteriyordu.


AKP’nin bilinçaltını göstermesi açısından Edibe Hanım’ın sonradan geri çekilen tasarısının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu tasarının AKP onaylamadığı için değil, şartlar henüz uygun olmadığı için geri çekildiğine inananlardanım. Dolayısıyla bu bilinçaltının ne zaman ve ne şekilde hortlayıp geri geleceğini hiç birimiz bilemeyiz. Sırf bu nedenle, bu bilincin, şartlar olgunlaştığında geri gelmesini önlemek için şimdiden bu konuyu ciddiyetle tartışmakta fayda olduğuna inanıyorum.


BUNLARI HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ? . Türkiye’de gençlerin yaşadığı ve çözülmesi elzem olan çok büyük sorunlar var. Edep ve iman sorununa fokus olmuş Edibe Hanım, her şeyden önce bir sosyolog olarak bu sorunları görmüyor mu? O görmüyorsa ben görüyorum ve Edibe Hanım’a soruyorum:


* Gençlerin ve çocukların hepsi okula gidebiliyor mu? Gidemeyenlerin ya da gönderilemeyenlerin okula gidebilmeleri için bir plan ve projeniz var mı?


* Öğrenciler okulda karınları acıkınca bir şeyler yiyebiliyorlar mı, yoksa dersleri aç karnına mı dinliyorlar?


* Okula eski bir çantayla gelen öğrencinin okula gıcır gıcır bir çantayla gelen öğrenciye karşı yaşadığı eziklik nasıl giderilir?


* Defter ve kalem almaya gücü yetmeyen öğrencilere bu konuda nasıl yardım edilir, bu ihtiyaçları nasıl sağlanır?


* Sınıflarda azınlıkta olan Alevi, sünnetsiz Hıristiyan, Musevi, Çingene, gay, aşırı kilolu ve aksanlı Türkçe konuşan Kürt öğrenciler, sınıf arkadaşlarının psikolojik tacizlerinden nasıl korunabilir?


* Öğrenciler eve geldiklerinde ders çalışacakları sıcak ve sessiz bir odaya sahipler mi? Her mahallede çalışma odaları inşa edilebileceği geldi mi aklınıza hiç?


* Öğrencilerin boş zamanlarını değerlendirebilecekleri ve içlerindeki o inanılmaz enerjiyi harcayabilecekleri spor tesisleri var mı? Okul dışında kendilerini geliştirebilecekleri kurslar almaya imkânları var mı? Yoksa bütün gün daracık apartman dairelerinde anne, baba ve kardeşleriyle birbirlerini bunaltıp, içlerindeki enerjiyi kavga ederek ve tartışarak mı dışa vuruyorlar?.. Ya da köşe başlarında gruplaşıp şiddet eylemlerine mi yöneliyorlar?


* Öğrencilerin, ailelerindeki ve çevrelerindeki bireyler tarafından cinsel tacize uğrayıp uğramadıklarını hiç merak ettiniz mi? Tacizi önlemek ve ilk, orta lise çağı öğrencilerinin kendi kendilerini koruması için anne ve babaların da katıldığı bir eğitim programı düşündünüz mü hiç?


* Öğrencilik dönemlerinin çok zor olduğunu siz de biliyorsunuz. Dolayısıyla okullarında onlara psikolojik danışmanlık hizmeti verecek yetkinlikte danışman kadrosu var mı?


* Okullarda, anne babalara, çocuklarla ilişkilerini nasıl ayarlamaları gerektiği konusunda tavsiye ve önerilerde bulunacak bir departman kurmayı düşünüyor musunuz?

Ama Edibe Hanım galiba siz haklısınız, yukarıdaki onca sorunla kim uğraşacak, bir sürü iş, bir sürü hamallık... Siz iyisi mi okullara ibadethane yapıp, çocuklara din aşılamaya çalışın, böylece kestirmeden bütün sorunları çözmüş olursunuz. Cennette de yeriniz ayrılır, yani zannedersem.

03.08.2008 - Taraf Gazetesi


İlginç değil mi hâlâ rüyalarımda Dersim’i görüyorum. New York neresi Dersim neresi… Dağların tepesine kurulmuş, sırtını Düldül tepesine dayamış güzel mi güzel, şirin mi şirin bir şehir Dersim. Dizinin tam dibindeki Munzur nehri, her zaman aceleyle ve köpürerek akıyor. Bu asabı bozuk nehir, biraz ileride, ince belli, sakin bir Kürt kızını çağrıştıran Harçik çayıyla buluşuyor. Neyse ki bu birleşme Munzur’un maço karakterini birazcık yumuşatıyor.


Munzur’un oluşturduğu dar vadinin her iki yanı meşe, söğüt ve meyve ağaçlarıyla dolu.


Sıcak bir günün öğlen arası, tek başıma oturmuş elimdeki sandviçi yiyorum. Dalmış gitmişim, derken Manhattan’daki gökdelenlerin arasından yukarıya doğru havalanıyor, gökyüzüne yükseliyorum... Sandviç mi zehirledi, öldüm mü ne. Bu yazıyı yazdığıma göre hâlâ hayatta olmalıyım. Durun, göğe yükselme olayının devamını getireyim. Sahiden uçuyordum. Uçarak okyanusları ve dağları aşıp Dersim’e vardım. Zaman ayarlı bir uçuş değil bu. Eskilere gitmişim. 1970’lerin sonuna. Pamuğumsu yaz bulutlarının üzerine yüzükoyun serilip, başımı uçtan sarkıtarak aşağıda olan bitenleri gözetliyorum. Kıyıda bir yerlerde, bir grup çocuk ağaçların serin gölgesine sığınmış, hummalı biçimde çalışıyor. Amaçları söğüt dalından olta yapmak.


Tam bir ekip çalışması içindeler. Ali Ekber Diribaş, içlerinden en usta olanı, diğerlerine işin inceliklerini öğretmeye çalışıyor. Kardeşi Muzaffer, şimdiden toprağı eşeleyip, yem olarak kullanılacak solucanları “Evet” yağlarının sarı renkli boş tenekesine dolduruyor. O’nun ikide bir elinin tersiyle burnundaki sümüğü temizlemesi, Devrim’i sinir ediyor. Muzaffer de Devrim’in sürekli osurmasına sinir oluyor. Yediği ezik eriklerin etkisine engel olamayan Devrim, çözümü gidip biraz ilerdeki minik su göletine kıçını daldırmakta buluyor, ardından da suyun üzerinde oluşan ve sonu bir türlü gelmeyen hava kabarcıklarını sayıyor: 1, 2, 3,… 14,… 28,… İnan ise bir süre sonra sıkılıp gruptan ayrılıyor ve bir başka minik gölete yönelip, kıyısına çöküveriyor. Elini suya daldırarak jet hızıyla hareket eden yavru balıkları yakalamaya çalışıyor.


Küçük bir kaz sürüsü gürültü yaparak çocukların arasından geçiyor.


Nihayet, suyunun soğukluğuyla meşhur Munzur’un lezzetli alabalıklarını yakalamak için oltalar hazır. Eğer iyi bir balık yakalarlarsa annelerini sevindirecekler. Akşama güzel bir yemek yiyecekler, sebze yemeklerinden bıkmışlar çünkü.


O çocukların arasında ben de varım, yani arkadaşlarımın seslenişiyle Xıdo. Henüz ilkokul 4. sınıfa gidiyorum. Üzerimde ıslak beyaz bir don var. Gülnaz ablamın, plastik leğende, Omo’nun etkili temizlik gücüyle çitileye çitileye yıkayıp bembeyaz ettiği donun rengi, gün içinde beyazlıktan çıkmış bile. Neyse donu boşverelim. Oltam tamamlanınca aniden yerimden fırlayıp koşa koşa nehre gidiyorum. Ayaklarım serin suya değince misinamı nehrin ortasına vın diye fırlatıyorum. Balıklara sesleniyorum, “şimdi yandınız güzelim”.


Dersim kentini çok seviyorum, orada çok mutluyum, Munzur nehrini seviyorum, nehrin etrafındaki bahçeleri seviyorum, dere kenarlarında sıralanan ve dalları Bob Marley’in saçları kadar gür ceviz ağaçlarını seviyorum, oraların yumuşak başlı insanlarını seviyorum, çünkü onlardan Alevi olduğumu saklamak zorunda değilim, herkes Alevi zaten. Köylerdeki ormanlara ise aşığım, aşığım da aşığım.


Bu ormanları görebilmek için türlü numaralara başvuruyorum. Köylerden gelin getirmeye giden düğün konvoylarına katılan minibüslerin içine gizleniyorum. Yollar ormanların içinden geçiyor, yol bitince yolculuk katır sırtlarında veya yaya olarak devam ediyor. Ormanların kıyısındaki köylere gidiyoruz…


Ormanı ilk Dersim’de görmüştüm. Ormana adım attığınız anda başka bir dünya başlıyor; serin havası, çeşit çeşit yaban hayvanları, bülbül sesleri, güzel kokulu bitkileri, yaban armutları, buz gibi kaynak suları, belki cinleri ve perileri...


Peki bu ormanlar şimdi ne âlemde? Duyduklarıma göre artık yerlerinde yeller esiyor. Peki, keçiler mi yedi bitirdi, yok… Peki orman siyasal baskılardan bezip yürüdü ve Kanada’ya iltica mı etti, yok… Peki müteahhitler söküp yerine apartman mı dikti, yok… O halde ne oldu? Tabii ki yandı bitti kül oldu. Peki, kim yaktı? Ben de bilmiyorum, yani zannedersem bilmiyorum. Aslında, ben çok saf ve temiz kalpli bir insan olduğum için hep münasebetsiz piknikçilerden şüphe ediyordum, belki de ormana geziye çıkmış izcilerden de şüphe etmek lazım, bilemiyorum. Bazen de aslında bir şeyler seziyorum ama başıma iş açmayayım diye “göremiyorum Cüneyt-duyamıyorum Hülya” numaralarına yatıyordum. Ta ki bir gün üç Hollandalı akademisyenin hazırladığı çalışmayı okuyana ve iyice ikna olana kadar. Onların “Türkiye’nin doğusunda, isyan bastırma yöntemi olarak orman yakımı” adını taşıyan çalışması, bana bir anımı hatırlatmıştı.


Yıllar önce Süleyman Demirel ve Halis Toprak’la birlikte Diyarbakır Lice’ye, Toprak Holding’in kurduğu mermer fabrikasının açılışına gitmiştik. Herkes Demirel’in konuşmasını dinlerken, ben başka âlemdeydim: O’nun söylediği basmakalıp, hiçbir samimiyet içermeyen, bir cümlesi diğerini diğeri ötekini inkâr eden, nereye çekseniz oraya gidecek kadar sakızlı laflarını dinlemekten sıkıldım. Tıpkı yavru bir dağ keçisi gibi takım elbiseli beylerin arasından, kendime yol aça aça, kalabalığın dışına çıktım. Yerli halkın arasında dolaşıyor, onları dinlemeye çalışıyordum. Bir gence sormuştum, “Bu yamaçlar çok çıplak, hiç mi ağaç yetişmez”. Cevabı şu olmuştu: “Oralar ağaç doluydu, hepsi yandı”. Devam ettim, “Peki niye yandı, şimşekten mi yoksa biri mi yaktı? O zamanlar çok tehlikeli bir soruydu bu, dolayısıyla o genç, cevabını sözcüklerle değil, gözlerindeki ifadeyle vermeye çalışmıştı? Dediğim gibi saf olduğum için anlayamamıştım, yani zannedersem anlayamamıştım.


Kürt illerindeki ormanların neden yandığının cevabını Joost Jongerden, Jacob van Etten ve Hugo de Vosadli adlı üç Hollandalı akademisyen açıkça veriyor. Bu üç fesat akademisyene göre, ordu, bir savaş taktiği olarak Kürt illerindeki ormanları yakıyor. Böylece PKK adına savaşan gerillaları daha rahat takip edebileceklerini hesap ediyorlar. Ordu yetkililerine saf saf sormak lazım, “Hakikaten öyle mi, cidden yakıyor musunuz? Peki, ormanlar yanınca doğanın dengesi bozulur diye hiç mi endişe etmiyorsunuz? Orman ürünlerine bağımlı yaşayan bazı Kürt köylüleri açlıkla yüz yüze gelmiyor mu, ormanı vatan bellemiş geyikler yanarak can vermiyor mu, ormana âşık çocuklar üzülmüyor mu, çıplak kalan toprak, yağmurlarla sürüklenip gerisinde sadece çorak ve verimsiz bir arazi bırakmıyor mu, bütün bunların hiç bir önemi yok mu? Önce vatan, vatanın selameti için yan vatan yan ha… Bu ne yaman bir çelişki.


Şimdilerde Taraf sayesinde öğreniyoruz ki Dersim’in yanı sıra Elazığ, Hakkâri, Siirt, Mardin, Bingöl, Diyarbakır, Şırnak gibi Kürt illerinde ormanlar cayır cayır yanıyor. Halk bu işin sorumlusu olarak piknikçileri değil, orduyu işaret ediyor. Zaten söndürmek için yangına müdahale bile edilmiyormuş. Halk da edemiyor, kurşunu alınlarının çatına yemekten korkuyorlar. Bu haberleri okuyunca kafayı yiyecek gibi oluyorum. Nasıl bir politika bu: ormanları yak çöle dönsün, vadileri doldur baraj gölüne dönsün, tarihî eserler su altında yüzsün, Kürtler yerinden yurdundan kopup yolla düşsün, per perişan olsun…


Ordu her tarihte ordu, devlet ise her tarihte devlet. Dolayısıyla, orman yakmak da geçmişte pek çok ordunun denediği vahşi bir savaş taktiği. “Düşman” canına rahatlıkla kıyabilenler, düşman topraklarındaki ormana da rahatlıkla kıyabiliyorlar. Ancak bu devirde, hem de kendi vatanındaki ormanı yakıp, hayatı kendi halkına zindan eden ordu örneği başka bir yerde var mı bilmiyorum.


Georgetown Üniversitesi’nden J.R. McNeill’in Ormanlar ve Savaş adlı araştırmasına göre ormanları içindekilerle birlikte cayır cayır yakma konusunda Amerikan ordusunun sicili çok bozuk. Amerikan ordusu, Vietnam savaşında ormanların derinliklerinde gizlenen Vietkonglar’la bir türlü başedemeyip, çareyi onların üzerine Napalm bombası atmakta buldu.


Bu kararla birlikte tonlarca bomba yağdı Vietnam üzerine. İşi öyle abarttılar ki, 2. Dünya Savaşı’nın bütün cephelerinde atılan bombadan daha çok bombayı Vietnam’a attılar. Bir çeşit alev bombası olan Napalm’la güzelim yeşil ormanlar hayalet ormanlara dönüştü (YouTube’dan “Vietnam Napalm” diye arayın, bu bombanın nasıl işlediğini izleyin). Hayvanlar da insanlar da cayır cayır yandı. 1965-73 yılları arasında 22 bin kilometrekare orman yandı, bu oran ülkedeki tüm ormanların yüzde 23’ü demekti. Ancak uzun vadede bu bombalama sivil halkın nefretini daha da arttırdı ve bu nefret Amerikan ordusuna koca bir yumruk olarak geri döndü.


Tarihteki bütün sinir bozucu imparatorluklar gibi, hükümranlıkları boyunca, sağı solu, aşağıyı yukarıyı işgal etmekten geri kalmayan ve yüzölçümü olarak şiştikçe şişen Romalılar da orman yakma konusunda pek ustaydılar. Romalı yazar Lucretius, askerlerin orman yakmasının arkasındaki gerekçeyi şöyle özetliyordu: “etrafı aydınlatarak düşman birliklerini yakalamak”.


Nitekim Romalılar Galya ve Britanya’da planlı olarak pek çok orman yaktılar. Yine Avrupa’da süren 30 yıl ve 100 yıl savaşları sırasında özellikle Fransa ve Belçika’daki ormanlar çok tahrip oldu. 1. Dünya Savaşı’nda da aynı tahribat yaşandı.


Çin imparatorları da orman yakmayı bir çeşit düşmanı kolayca dize getirme taktiği olarak kullandılar. Ming ve Qing hanedanlıkları döneminde Guizhou bölgesindeki etnik azınlığı sürmek için bu yola başvuruldu. Bu bölge dağlık ve ormanlıktı. Hanedanlık, yerel yönetim karşısında her defasında bozguna uğrayınca, çareyi doğaya saldırmakta buldu. Ormanlar yakıldı, yollar açıldı, buna rağmen o bölgeye hâkim olmak Çin hanedanlığının iki yüzyılını aldı.


İmparatorluk Rusyası da eski Çin’in taktiğini aynen uyarladı. Kuzey Kafkasya’da, 1760’larda başlayan gerilla ayaklanmacılarını bastırmak için önce ormanları ortadan kaldırdılar.


1920’lerde başlayan Rif savaşında ise İspanyollar ve sonradan işin içine giren Fransızlar, Fas’ın kuzeyinde, güzelim sedir ormanlarını bombalayarak yaktılar. 1944-49 yılları arasındaki Yunan iç savaşında da benzeri manzaralar yaşandı. Komünist savaşçılar, ülkenin kuzeyindeki ormanları bir sığınma kalesi olarak kullandılar. Amerika ve İngiltere destekli Yunan ordusu, komünistlere yuva olan ormanları Napalm bombasıyla yakmakta hiç bir sakınca görmedi.


Her neyse, bu eski savaş âdetinin hayaleti şimdi Kürt illerinde dolaşıyor. Ama size bir şey söyleyeyim, Xıdo bu işe çok kızgın.