15 Ocak 2008 - showtvnet.com

Amerika’da dini grupların her geçen gün örgütlenip güç kazanması, ateistler ve agnostikleri de örgutlenmeye itti. Laiklerin cephesinde yer alan bu yeni kesim,cinsel eğitimden, din okullarına yapılan yardıma, kürtajdan mahalle baskısına kadar her konuda dini kesimle çatısma içine giriyor. Nufusun yüzde 2' sinin ateist, yüzde 4’ünün ise agnostik olduğu Amerika'daki tek açık ateist kongre üyesi olan Pete Stark , sayıları 50 olduğu tahmin edilen ve ateist olupda kendilerini gizleyen kongre üyelerini de mücadeleye çagırıyor.


Bu ülkeye taşındığımdan beri kiminle tanışsam bir kaç yumuşak geçiş sorusunun ardından, müslüman olup olmadığımı öğrenmek istiyor. Buranın eskilerine göre, Amerikan halkı, 11 Eylül saldırısının ardından bu tür sorular sormayı adet edindi.

“Müslüman mısın?” sorusunu cevaplamak öyle zor ki; dinle arasına ciddi bir mesafe koymus biri olarak “müslümanım’ desem, kendi kendimi inkar etmiş olacağım. Değilim desem sanki geldiğim yeri inkar etmiş gibi olacağım.

Ama artık eskisi gibi takmıyor, mantıklı bir açıklama yapmaya çalışmıyorum. Cevaplarım moduma göre değişiyor. Eğer tanıştığım insanın benden nefret etmesinde hiç bir sakınca görmüyorsam bu soruya iki şekilde cevap veriyorum: “El Kaide’nin Guantanamo’dan kaçan bir üyesiyim, ya da corabimin rengini de merak ediyor musunuz?” Hemen ardından da sevimsiz sevimsiz sırıtıyorum. Ama yok eğer o an normal halimdeysem, “Musluman bir aileden geliyorum. Son 10 yildir Zerdüştüm, atese tapıyorum. Peki sen? Sen hala annenin dinini mi takib ediyorsun.” deyip geçiyorum.

Geçen yılın başında iş başı yaptığım finans şirketinde Anthony hariç hiç kimse bana “müsluman mısın?” sorusunu sormadı. Büyük bir kuruluşta çalışıyorsanız ve biriyle çok icli dışlı değilseniz bu tür sorular sormak tehlikeli zaten. Çünkü hemen İnsan Kaynakları departmanına gider ve “Bu şahıs kişisel sorular sormak yoluyla beni taciz etti” diyebilirsiniz. İste O gun o soruyu size soran şahsın o sirketteki son günü olabilir. Bu arada bir parantez açıp süyleyeyim. Türkiye’deki şirketlerin HR (Huma Resource-İnsan Kaynakları) departmanları muhasebe departmanı olmaktan çıkıp bu tür ince noktalara da yoğunlasmalılar.

Peki Anthony’yi HR‘a bildirdim mi? Tabi ki hayır. Anthony şirin bir genc. New York Üniversitesi mezunu, finans okumuş aynı zamanda çok da iyi bir bilgisayar programcısı. Iyi işler çıkarıyor. İnsanın yaşı geçtikce gençleri çocuk gibi görüyor. Bu nedenle henüz ögrenme çağındaki birine kötü bir şok yaşatmak istemem.

Anthony, tam karşımda oturuyor ve ne zaman fırsat bulsa bana dinle ilgili sorular soruyor. Katolik-İtalyan asıllı bir aileden geliyor. O’nun kafasındaki müslüman klişesinden farklı olduğum besbelli. Bu nedenle beni kurcalayıp duruyor.
Yetmiyor “dışarıda bulusup konusalım” teklifleri getiriyor. Her defasinda bir bahane buluyorum, ama geçenlerde bahanesiz kaldım ve “tamam” dedim. 39 yaşında bir adam olarak 23 yaşında bir gençle dışarıda başbaşa gözükmek istemem doğrusu. Direnmelerim bu yüzdendi.

Neyse, beni ilginc bir yere götürecekmiş. Gittik. 1854 yılından beri hiç kapanmadan faaliyet göstermis Amerika’nın en eski barı: McSorley (Manhattan'in dogu kesiminde, 7. sokak uzerinde (2 ve 3. caddeler arasinda)2004 yılında 150. Yıldonümleri’ni kutlamışlar. İçersi yer yer eskici dükkanı, yer yer kötü bir antikacı dükkanı gibi; geçmişten birike birike kalmış tuzluklar, resimler, dolaplar, fotoğraflar, hatta tozlar bile. Bu bir İrlandali barı ve kendi biralarını da kendileri yapıyorlar. Bira sudan ucuz: iki birayı 4.5 dolara içebiliyorsunuz. Siyah biralari fena değil. Söylendigine göre bir çok tarihsel figur buraya uğrarmış, hatta Abraham Lincoln, ABD’ye başkan olmadan onceki döneminde burada demlenirmis. Barın ilginç prensipleri de olmuş: 1970’lere kadar kadınlar içeri alınmıyormus. (Acaba burası o zamanlar adi konmamis bir gay barmıydı? Hakkinda “gay” soylentileri cikarilan Lincoln de buraya takıldığına gore… ) 1990 yılına kadar birahanede kadın tuvaleti bile yokmuş. Bu mekanda, diğer barların tam tersine, bira içmeyi kesip sadece poponuzu koydugunuz sandalyeyi ısıtmaya başlarsanız, dışarı atılabilirsiniz. Çalısanlar biraz kaba saba.

Biraları Anthony aldı. Benim için bu bir tehlike işareti. Demek ki O çok konuşacak ben çok dinleyeceğim. Nitekim de öyle oldu. İçtikce sanki çene kemikleri yağlandı daha iyi işler oldu, sesi açıldı ve eskisinden daha konuşkan oldu. Bir yandan içtik-bir yandan din üzerine konustuk.

Aramızdaki diyalogları burada replika edersem bu yazı yazi dizisine donusebilir. İyisi mi sadece Anthony’nin düşüncelerini özetleyeyim. Çocuk ateizme merak salmış . O’na gore nasıl ülkedeki Hristiyanlar Müslümanlar, Budistler, Museviler örgütleniyorsa, Ateistler de örgütlenmeli. Nasıl bu gruplar, insanları kendi doğruları yönünde etkilemeye çalışıyorsa, atesistler de yüzyıllık utangaçlığı ve bastırılmış suçluluk hissini bir tarafa bırakıp, dine karşı mücadele etmeli. O’na göre budizm gibi en barışcıl gözüken dinler bile ellerine güç geçirdiklerinde dogmatik ve baskıcı bir organizasyona kolaylıkla dönüşebilir. İşte bu nedenle bitirdigi üniversitenin “Atheist, agnostik ve özgür düşünceliler” adlı kulübüne (nyu.edu/clubs/atheists) destek oluyor. Bunun yanı sıra atheist ittifakı adlı bir organizasyonla (atheistalliance.org) ilişkileri var. secular.org adli internet sitesini surekli takib ediyor. Benim de onlara katılmamı istiyor. Elbette hiç bir konuda unumu eleyip eleğimi asmış değilim ama yinede “Ih” dedim , geçtim.

Amerikan nüfusunun yüzde 2 sinin ateist, yüzde 4’ünün ise agnostik olduğunu Anthony’den ögrendim.

Ben de O’na kendi ülkemin laik olduğunu ve bunun nasıl işlediğini anlatmaya çalıştım. Ama bana biraz şüpheyle baktı, “Ne oldu, neden öyle bakıyorsun?” deyince de açtı ağzını: “Eğer ülkenizde bütün bir halktan vergi toplanıyor ve bu vergilerlerden bir bütçe ayrılarak sadece sunni müslümanların dinsel gereksinimlerine yardım ediliyorsa bu nasıl laiklik?” Bu soruya cevabim şu oldu: “Yeni iktidar, öteki mezheplere de örneğin Aleviler’e de yardım edecek” Anthony ille de tartışmak istiyor ya devam etti, “Peki ülkenizde hiç mi Hıristiyan yok, hiç mi Musevi yok, onların durumu ne olacak.? Onların dini gereksinimleri için neden yardım yapılmıyor? Demek ki devletiniz bütün dini gruplara eşit davranmiyor”

O’na hak versemde “Sen haklısın” deyip ülkemi küçük düşürmek istemedim. O’nun yerine daha politik bir cevap verdim. “Hükumetimiz zannedersem bu konuda da bir şeyler yapmaya çalışıyor.” Anthony yine durmadı: “Peki dinsiz olanlar yani Ateistlerin ve Agnostiklerin payı? O halde devletiniz onlara da yardım etmeli. Ya da durumu telafi etmek için onlara özel bir vergi indirimi yapmalı. İlkenizde dine inanmayan ama vergi veren insanlar yok mu? ”. Ne demeliydim ben simdi bu cocuğa, “Haklısın” dedim artık, sırf meseleyi noktalamak için. Ancak Anthony’de tartışacak o kadar çok fikir var ki durmuyor, konuşuyor, “Yok hayır, devlet hiç bir dini gruba yardım etmemeli. Bu devletin işi değil. Devlet çalışanlarının dini inancı olabilir ama devletin dini olmaz. Devlet dinsiz yani ateist bir organizasyondur. Bu nedenle hiç bir dini gruba yardım etmememeli.”

Amerika’da da laik ve ateistlerin olusturduğu cepheyle dinciler arasında ciddi bir çatışma var. İste Athony ile aramızdaki diyalogdan çıkardığım sonuçlar. Bakın bakalım Amerika’da çatışma ne düzeyde ve nasıl yaşanıyor.

*Laikler ve ateistler, Christmas döneminde, insanların birbirine dini bir anlam içeren “Marry Christmas” demek yerine “Happ Holiday” (İyi tatiller) demelerini öneriyor. Çünkü her gördüğüne Marry Christmas demek herkesi Hristiyan kefesine koymak demek. Oysa bu ülkede başka dine mensup insanlar ve ayrıca dinsizler de var.

*Amerikan Kongresinin 50 üyesinin gizli ateist olduğu tahmin ediliyor. Kongrenin tek açık ateisti olan Pete Stark, gizli ateistleri saklandıklari dolaptan çıkmaya cağırıyor.

*Dinciler kürtajin yasaklanmasını isterken ateistler ve laikler buna karşı geliyor.

*Bush yönetimi dini okullara ödenek ayırırken, laik ve ateistler bu ödeneklerin derhal kesilmesi yönünde mücadele veriyorlar.

*Laikler ve ateistler okulardaki cinsel eğitim derslerinde evlilik öncesi cinsel perhizin ögütlenmesine karşı cıkıyor.

*Devletin sosyal hayatta, okullarda ve orduda ateistlere karşı psikolojik baskıları önlemek için yasal tedbirler alınması isteniyor.

Hmmm! Bu ağır bar muhabbetinin ardından, kafam allak-bullak olmuştu. Anthony’nin konuşmalarındaki alkol oranı sanki daha fazla gibiydi. “Anthony! dur ne olur, ben bardan iki bira alip geleyim de şöyle kendimize gelelim lütfen” dedim ve kalktım yerimden.

Mini sözlük: Atheizm: Ateizim bir din değil. Sadece Tanrı’nin varlığına inanmamak. Agnostisizim: Bu düşünceye göre Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu şu an için bilinemez.

27.12.2007 - medyatava.net

Tahmin borsası devletin uyguladığı bütün kısıtlamalara ragmen Amerika’da büyük bir ilgi görüyor. Bu borsada işlem gören hisse senetleri, Wall Street de işlem gören ve somut bir varlık üzerinden değer kazanan hisse senetlerinden farklı. Tahmin borsası (Ingilizcede Prediction Market deniliyor) tutkunları, Güney Afrıka’nın 2016 Yaz Olimpiyatları’nı ağırlayıp ağırlamayacağı, Rudy Giuliani’nin Cumhuriyetçilerin 2008 Başkanlık adayı olup olmayacağı, Hilary Clinton un Demokrat Parti Başkan adayı seçilip seçilmeyeceği, hatta Jonny Depp’in son fiminin gosterildigi ilk haftada ne kadar hasılat yapacağı üzerine bile oynuyorlar. Her bir hisse, farklı bir periyod içinde geçerli oluyor ve değeleri de beklenen bir sonuç üzerinden yürütülen tahminlere göre artıp yükseliyor.

Türkiye de ise henüz yerli bir tahmin borsası yok. Çünkü böyle bir borsayı varedecek türde internet siteleri yok. İnternet üzerinden bahis oynatan Türkçe siteler ise Spor Loto ve 6’lı Ganyan’ın biraz daha geliştirilmiş versiyonu olmaktan öteye gitmiyor.

Bunanla birlikte, Amerika’da giderek popülerlik kazanan ve tahmin piyasasına yön veren internetteki tahmin siteleri (intrade.com, Newsfutures.com.

mediapredict.com, strategypage.com), çok daha komplike ve sofistike bir yapıya sahip. Bu piyasadan hisse alışverişi yapmak, borsada oynamakla hemen hemen aynı gibi. Gün içindeki güncel gelişmeleri çok iyi takip etmelisiniz, sürekli tetikte olmalısınız, sağlam istihbaratlar edinmeye çalışmalısınız, tahmin piyasasına yatırım yapan oyuncuların hareketlerini çok iyi takip etmeli ve onların psikolojisine nelerin yön verdiğini iyi kestirmelisiniz. Bütün bunların ışığında, yeri geldiğinde, elinizdeki hisseleri satıp başkalarını almalısınız.

Saddam ın da hisseleri vardı…

Tahmin piyasasında işlem gören hisse senetleri tümüyle güncel gelişmelerden yola çıkılarak yaratılıyor. Örneğin Saddam’ın yakalanıp yakalanmayacağı bile bu borsada işlem görmüştü. Amerika’da bu borsanın dedesi olarak bilinen ve 1988 den bu yana faaliyet gösteren Iowa Electronic (biz.uiowa.edu/iem/) , merkez bankasının faiz oranlarının bile tahminini yapıyor. Yasal kolaylıklar nedeniyle merkezi Irlanda’da bulunan intrade.com’un en gozde hisseleri sunlar:

*Amerika ya da israil İran’a Mart 2008’e kadar bir hava saldırısı gerçekleştirecek.

*Senaryo yazarlarının grevi 31 Mart 2008’den önce son bulacak.

*CBC’nin anchor’u Katie Couric’in, çalıştığı televizyondan ayrılacaği 31 Aralık 2007’den once açıklanacak.

*Central Park’daki kar yağış miktari, Aralık ayında 0.5 inches (1.27 cm) olacak.

20 milyon Amerikalı tahmin borsasında oynuyor

Tahmin borsasının hisseleri, Amerikan hükümetinin çıkardığı bütün marazlara rağmen giderek daha büyük kalabalıklar tarafından ilgi görüyor. Öyleki 15-20 milyon Amerikalı’nın bu borsada oynadığı iddia ediliyor. Tahmin borsası, ilgi gördükçe, işlem hacmi artıyor, işlem hacmi arttıkça da ekonomi için önemli bir dinamik olma yolunda aday oluyor.

Wall Street kumar mi?

Pek çok kişi, tahmin borsasına burun kıvırıyor. Çünkü abuk sabuk, reel değeri olmayan, tümüyle soyut bir olgu üzerinden spekülasyon yapılarak para kazanıldığinı düşünüyorlar ve bunu bir çesit internet kumarı olarak adlandırıyorlar. Kendisi henüz 22 yaşında olan ve tahmin borsasında oynayarak 10 bin dolarını bir yıl içinde 70 bin dolara çıkaran Frank A. Forshaw, yukarıdak negatif iddiaları şöyle yanıtlıyor: ”Wall Street’deki şirket hisseleri real bir değeri temsil etse kaç yazar. Sonuçta bu hisselerin değeri bir çok bilinmez nedene göre inip çıkmıyor mu? Wall Street ne kadar kumarsa, tahmin borsasi da o kadar kumar.” Forshaw’a “madem koydugun parayı bu kadar yukselttin, bu ise arkadaşlarınada öneriyor musun: deyince manidar bir gülümsemeyle şöyle yanıtlıyor beni: “Bu işe yeni girenler çok dikkatli olmalılar, öyle göründüğü gibi değil, borsada oynamaktan çok daha zor. Paranı çok kolay kaybedebilirsin. Ama ben, keyif aldığım bir alanda, politik tahmin alanında oynuyorum. Çünkü politika konusunda okuyup araştırmayı çok seviyorum. Ama sadece bu da yetmiyor tabii. “

New York Times ve Wall Street demode

Öte yandan Frank, politik gelişmeleri takip etme konusunda iki büyük gazeteyi küçümsüyor. O’na göre Walll Street kötü, New York Times daha da kötü. Bu gazetelerin yavaş olduğunu iddia eden genç finansçıya göre zaten bir haberin muhabir tarafından yakalanması, editörün kontrolünden geçmesi, sonra da gazete sayfalarında yer alması demek, atı alanın Üsküdar’ı geçmesi demek. “Ancak bu iki gazete gerçekten borsada alım satım yapanlar için artık biraz demode” diyor ve ekliyor: “ Bu nedenle amatörlerin hazırladığı blogların (dailykos.com , openleft.com, michellemalkin.com, redstate.com) haberlerini daha güvenilir ve hızlı buluyorum.

Kumarhane imparatorları

Tahmin borsasının en büyük düşmanı ise Las Vegas ve Atlantic City kaynaklı kumarhane imparatorları. Kumarhane sahipleri, tahmin borsası nedeniyle önemli bir gelir kaybına uğruyorlar. İşte bu nedenle, bu imparatorların Washington’da konuşlanan temsilcileri, yürüttükleri çok ciddi lobi faaliyetleriyle, bu tür sitelerin tümüyle yasaklanmasını sağlamaya çalışıyorlar.

Oldukça etkili olan bu lobinin yılladır süren yıpratıcı faaliyetleri karşında, tahminciler nihayet bir karşı atak geliştirdiler. Çok yakın zamanda aralarında kurduklari Prediction Market İndustry Associat adlı bir organizasyonla Washington’u, kendi istedikleri yonde yasal degisiklikler yapmaya itiyorlar.

CIA’nin hesapları

Peki Washington’dakilerin, tahmincilere yaklaşımı ne. Yaklaşımlarının çok sıcak olduğu söylenemez. Bu sitelerin ulusal güvenliği tehdit edebileceğini düşünüyorlar. Özellikle terörist örgütlerin bu siteler aracılığıyla kara para aklayacaklarından korkuluyor. Öte yandan Tahmin Borsası karar borsası olarak da biliniyor. Bu nedenle bazı ekonomistler bu sitelerin çok önemli gizli bilgileri ortaya çıkarabileceklerini düşünüyorlar. Şimdi Pentegon’un bu sitelere düşmanlığını anlamak daha kolaylaşıyor sanırım.

Durum böyleyken CIA icinde bazı gruplar ise, tahmin sitelerinden yaralanılarak mevcut istihbarat sistemlerinin olumlu yönde geliştirileceğine inaniyorlar. Hatta bu konuda 2003 yılında bir de proje hazırlandı. Hareket kaynakları suydu: Madem tahmin borsasında yapılan tahminler uzman tahminlerinden daha doğru çıkıyor, o halde istihbarat sistemini daha ileri taşımak için bundan yararlanmanın yolları aranmalı. Ornegin the Iowa Electronic Markets sitesinde oynayan brokerlar, bir onceki ABD başkanlık seçimlerini doğruya en yakın biçimde tahmin etmişlerdi. Bu nedenle Google bile yakın zamanda yaptığı bir açıklamada yeni ürünlerinin ne zaman piyasaya sunulacagını belirlemek için Tahmin borsasından yararlandıklarını belırttı. Ancak bütün bunlara rağmen Amerikan kongresinde yukarıda sözü edilen girişime karşı ciddi eleştirler geldi ve proje yattı.

Amerikan hükümeti tahmin borsasının işini zorlaştırmak için elinden geleni yapıyor ama öte taraftan da bu işleyişi, “Commodity Futures Trading Commission” adlı kurum aracılığıyla sağlam yasal bir düzenleme üzerine oturtmaya çalışıyor.

Peki nasıl oynanıyor?

Eger Ingilizceniz varsa, bu sitelere girdiginizde hisse alım satımlarını nasıl yapacagınız konusunda tonca bilgi var. Ayrıca başlangışta acemiliğiniz nedeniyle para kaybetmemeniz için bir deneme hesabı açabiliyorsunuz. Bu deneme hesabıyla hisse alım satımı yaparak pratik yapmış oluyorsunuz. Örneğin bir hissenin fiyat aralığı 0 dan başlayıp 100 cente kadar gidiyor. Diyelim ki “Tuncay Özkan CHP başkanlığına adaylığını koyacak” adlı bir hisse var ve siz bu hisseye yatırım yaptınız. Eğer 67 centten 10 hisse aldıysanız, karınız 330 cent olacak. (1000-670=330). Yok, Özkan adaylığını henuz deklare etmemişse bir şey kazanmıyorsunuz. Bunun yanı sıra bir oyuncu olarak, kapanış perioduna (Özkan’ın adaylığını kesin açıkladığı gün) kadar beklemeden de hissenizi başka bir oyuncuya satabilir ve kar edebilirsiniz.

Bu arada işlem fiyatı aynı zamanda beklenen sonucun olasılığı anlamına geliyor. Örneğin, yukarıdaki durumda kapanış fiyati 67 cent. Bunun anlamı Tuncay Özkan’ın CHP başkanlığına adaylığını koyma olasılığı yüzde 67.

Öcalan hisseleri

Yukarıda sozü edilen Ingilizce tahmin sitelerinin, ne Türkçe versiyonu var, ne de Türkiye’ye yönelik konular üzerinde hisse satışı yapıyorlar. Ama eğer Türkiye’de böyle bir borsa olsa, işlem görecek hisselerden bazılarının adını kestirmek hiç de kolay olmayacak. Büyük bir ihtimalle olası bir yerli tahmin borsasında en popüler hisseler, “Öcalan serbest bırakılacak”, “Öcalan serbest bırakılmayacak” “Türkiye Bölünecek”, “Türkiye bölünmecek” “Bülent Ersoy Boşanacak”. “Bülent Ersoy boşanmayacak” “Musul Türkiye tarafından 2009 yılının başına kadar işgal edilecek” “Musul Türkiye tarafından 2009 yılının başına kadar isgal edilmeyecek” olurdu.

Aslında Türkiye’de ayakları yere basan bir tahmin borsası olsa, bazı konularda neler olacağı konusunda daha ciddi ve bilimsel tahminleri bu borsa üzerinden takip edebilirdik.

Örneğin Türkiye’nin Musul’u istila edip etmeyeceğine yönelik yıllardır bir ölüp bir dirilen inanış. Bu sayede bir netlige kavuşurdu. Çünkü, Musul hissesine oynayanlar, bu işi bütün boyutlarıyla düşünüp-araştıracak-didik didik edecek ve ondan sonra “işgal edecek” ya da “etmeyecek” hisselerine yatırım yapacaktır. Dolayısıyla en yüksek değeri alan hisse, gerceğe de en yakın tahmini ortaya çıkaracaktır.

28.06.2007 - medyatava.net

Paris Hilton’un işi ne gücü ne diye sorarsanız, cevap biraz bulanık: O, modellik yapıyor ama model değil, şarkı söylüyor ama şarkıcı değil, filmlerde gözüküyor ama oyuncu değil, Nicole Richie ile birlikte bir TV showu(The Simple Life) yapıyor ama sonu nereye varır bilinmez.

Peki her pilava kaşık atan Hilton nasıl geçiniyor? Baba parası mı yiyor, eğer öyle değilse değirmenin suyu nereden geliyor: Bir kere giyilen ve bir daha giyilmeyen kıyafetler, o gezip tozma faturaları nasıl karşılanıyor?

Kimilerine göre Paris Hilton, TV showu ve diğer alanlardan kazandığı paranın yanı sıra, medyaya para karşılığı konuşarak da ek gelir elde ediyor. Yani aslında medya O’nu şöhret yaptı ve şimdi de O bu şöhretini medyanın kendisine satarak para kazanıyor.

Alkollü araba kullandığı için hapse giren Hilton’la ilgili geçen hafta herkesin kafasında tek bir soru vardı: “Bu kız hapishanede başına gelenleri hangi televizyona anlatacak-satacak acaba?”.

Hilton’dan roportajı koparmak için Amerika’nın iki büyük televizyon kanalı yarış içindeydi: ABC ve NBC. Ancak bu yarış artık sona erdi. ABC Hilton’a roportaj için 100 bin dolar önerdi, ancakNBC daha fazla ödeyince, Hilton’un, NBC’ye çıkacağı söylendi. Bununla birlikte Hilton bir anda rotayı CNN’e kırdı ve Hilton ile roportaj yapmak Larry King’e nasip oldu.

NBC yetkilileri ve Paris Hilton’un danışmanı para pazarlığının varlığını inkar ettiler. Buna ragmen, ABC televizyonu yetkilileri, roportaji NBC’ye kaptırdıklarını beyan etmişlerdi.

ABC’den yapılan açıklamada, görüşmelerin Hilton’un babası Rick Hilton’la gerçeklestirildiği, önce 100 bin dolara anlaştıkları, ancak babanın daha sonra kendilerini arayarak, işin içinde başka bir alıcın daha olduğunu söylediği ve fiyat yükseltmek istediği belirtildi. Böylece baba Hilton, kızını bir şekilde ihaleye çıkarmış oldu. İhalenin sonunda da beklediğinden daha iyi bir kazanc elde etti.

NBC’nin baba Rick Hilton’a ne kadar ödediği açıklanmadı. Kimileri “1 milyon dolar” diyor. Ancak NBC’nin bayağı yüksek para ödediği düşünülüyordu. Çünkü bu kanal roportaj için Prenses Diana’nın oğullarına 2 milyon doların üzerinde ödeyerek bu konularda ne kadar eli açık olduğunu daha önceden göstermişti.

Paris’in NBC’deki Meredith Vieira’nin sundugu “Today” adlı programa konuşacağı söylenirken, sürpriz bir biçimde CNN’de Larry King’e çıkacağı açıklandı. Herkes soruyordu: CNN daha mı fazla para bastı?

Çünkü herkes biliyordu ki Larry King daha önce de programına çıkacak bazı flash konuklara yüklü paralar ödemişti. CNN ve King, Hilton gibi bir rating hormonunu ellerinden kaçırmak istemediler.

Butun bunlarin yani sira simdi meselenin gazetecilik yonu tartışılmaya baslandı: Yani “Checkbook Journalism” (Ben bu kavramı Ödemeli Gazetecilik olarak çeviriyorum). Anlamı, bir gazetecinin para vererek biriyle roportaj yapması ya da haber kaynağından para karşılığı bilgi satın alması. Şimdi herkes soruyor: Bu tür bir gazetecilik ne denli etik veya değil? Gazetecilik meslek ilkelerine uygun mu değil mi?

Aslında ödemeli gazetecilik NBC’nin kendi iç ilkelerine aykırı. Zaten Hilton’a para odeme işini gizlemelerinin bir nedeni de bu. Öte yandan NBC Universal ülke genelinde büyük bir bütçe kısıtlamasına gidiyor ve bunun sonucu olarak da pek çok elemanını kapı önüne koyuyor. Böylesine bir furyada, Hilton roportajı için tonca para dökmeye kalkışması haliyle şirket içinde bir huzursuzluğa da yolaçtı

Buradaki gazetecilerin ödemeli gazetecilik konusunda ise kafaları biraz karışık. Kimileri bu işin aşk için para ödemeye benzediğini ve mesleki samimiyeti yokettiğini düşünüyor. Bazıları ise haber kaynaklarını paraya alıştırdığı ve masrafları arttırdıği için para ödemenin budalalık olduğu iddiasinda bulunuyor.

Griffin Smith ödemeli gazetecilik karşıtı bir gazeteci. Genel yayın yönetmeni olduğu , Arkansas Democrat-Gazette kurum olarak haber karsılığı para ödememe konusunda bir ilke kararı aldı.

Ödemeli Gazetecilik konusunda İngiliz medyası çok namlı. Hatta İngiliz magazin dergisi OK Amerika ya girdiği 2005 yılından itibaren piyasada ilginç bir rekabete bile neden oldu. Amerika’nın kendi magazn dergisi People ile US Weekly and Star gibi yayınlar kendilerine ünlülerin gündelik yaşamında çekilmiş fotoğraflar getirenlere para ödüyordu. Bunlar da bağımsız paparazziler bazen de amatörlerdi. AncakOK yıldızların kendileriyle anlaşıp onlara para ödeyerek onlardan resim alma yoluna gitti. Örneğin Britney Spears' in düğün fotoğraflarını çekme ve yayınlama hakkını OK satın aldı. Aynı şey Catherine Zeta-Jones ve Michael Douglas evliliğinde de yapıldı. Düğün resimlerini almak isteyen diğer medya yetkilileri OK’ye başvurdular.

Amerikan medya tarihine bakıldığında ödemeli gazeteciliğin köklerinin 1912’lere kadar gittiği görülüyor. The New York Times gazetesi 1912 yılında ünlü Titanic gemisinin telsiz operatorüne röportaj yapmak için 1,000 dolar ödedi. CBS News, Nixon döneminde Beyaz Saray’da İnsan Kaynakları Departmanı şefi olan Haldeman’a anılarını anlatması için para ödedi. Aynı şekilde Gerald Ford ve Henry Kissinger Beyaz Saray’dan ayrılmalarının hemen ardından NBC ile milyon dolarlık bir anlaşmaya imza attılar. Görünüste bu para onlara danışmanlık yapmaları için verilmişti ama Onlardan esas olarak anılarını açıklamaları bekleniyordu.

18.06.2007 - medyatava.net

İnternetin hızla etkinleşmesi, özellikle YouTube un bütün dünyada büyük rağbet görmesi, Geleneksel TV yayıncılığında büyük bir bölünme yarattı ve rekabeti daha da zorlu hale getirdi. Günümüzde televizyon kanalları, internete kaçan seyircileri ve dolayısıyla reklam gelirini geri kazanmak için ciddi ciddi yeni çözümler arıyorlar. Bu amaçla çok geç kalmadan kendilerini internet dünyasına entegre etmeye çalışıyorlar.

Geleneksel TV yayıncılığı sadece seyirciler için değil, bu TV kanallarına program yapmış yapımcılar için bile cazibesini yitiyor. Pek çok televizyoncu, klasik TV yayıncılığını geride bırakıp, internet üzerinden bir şeyler denemeye çalışıyorlar. Örneğin Amerikan Apprentice programının yapımcısı Mark Burnett İngilizcede dünyanın 6. popüler sitesi olan ve milyonlarca üyesi bulunan Myspace.com’da yayınlanmak üzere interaktive bir politik show üzerinde çalısıyor. İsmi İndependent (Bağımsız) olan bu showun 2008’in başlarında yayına girmesi hedeflenmiş.

Medya pazarındaki bu gelişmenin bir sonucu olarak CNN ve YouTube kuruluşları da gelecekte artacak işbirliklerinin temelini oluşturacak bir projeye imza attilar: İki tarafın ortaklaşa hazırlayacağı bir açık oturum programı projesi bu.

CNN’in yakışıklı anchorlarından (Kendisi masa başı anchor değil, yeri geliyor kamerasını kapıp kuzey kutbu senin Hindistan benim geziyor) Anderson Cooper, YouTube üzerinden ilki Temmuz’un 23’ünde gerçekleştirilecek iki bölümlük bu yeni ”açık oturum” programını sunacak.

Bu programda Amerikan başkan aday adayları bir araya getirilecek ve adaylar çoğunluğu gençlerden oluşan internet kullanıcılarının sorularını yanıtlayacaklar.

Açık oturumun ilkinde Demokrat Parti’nin başkan adayları bir araya gelecek. İkincisinde ise Cumhuriyetci Parti’nin başkan aday adayları…

Fakat bu defa politikacılar, anchorların sorduğu soruları değil, YouTube fanatiklerinin bu web sitesine yükledikleri video görüntülerinde sordukları soruları cevaplamak durumunda kalacaklar.

CNN yetkilileri, bu programın CNN için bir sıcrama noktası olacağına inanıyor.

Her iki kurumun üst düzey yetkililerine göre bu gelişme ulusal polik tartışmalarda demokratikleşmeye olanak sağlayacak. Ancak YouTube a teslim edilen soru videoları CNN editorlerinin süzgecinden geçirilerek başkan adaylarına iletilecek!

Not: Ünlü internet trafigi ölçüm şirketi Alexa’nın verilerine göre YouTube Turkiye’de en çok takip edilen 4. web sitesi (1. Google Türkiye, 2. Microsoft Network –MSN- 3. Windows Live). Diliyorum Türk CNN’i bu verilerden ve yukarıdaki haberden etkilenir ve belkide bu projeyi daha ileriye taşıyacak girişimlerde bulunur.

28.05.2007 - medyatava.net

Okuldayken profesörlerimizden biri, NBC televizyonunda yayınlanan “Apprentice “ (Çırak) adlı programı izlememizi isterdi. Bizler de ünlü milyarder emlakçı Donald Trup’ın sunduğu programın her bülümünü bir “case study” (örnek durum analizi) gibi izleyip, sınıfta tartışırdık. Orada iki ayrı grupta yer alan genç girişimciler, gerçek hayatta bazı iş projelerini deneyerek birbirleriyle yarışırlar. Nihayetinde amaç, yarışmayı kazanmak ve yine gerçek hayatta Trump’ın sahip olduğu şirketlerden birinde iş başı yapmaktır.

Hocamıza göre biz business mastırı yapan öğrenciler için Apprentice çok yararlı bir showdu. Bana göreyse yanlış bir business ahlakını kökleştirdiği için zararlıydı. Bu showda, yarışmacıların elenmemek için birbirinin gözünü oyması, birbirlerine demediklerini bırakmamaları, kazanmanın bir gereğiydi, yani “normaldi”.

“RAKİBİN SENİ YEMEDEN SEN RAKİBİNİ YE”

Bense bu durumu miğdesi kaldırmayan bir öğrenciydim. Rekabetse rekabet ama bunu vahşi bir katliamdan ayıran bir şeyler olmalıydı. Trump’ın showu ise, “Rakibin seni yemeden sen rakibini ye” ilkesini haklılaştırıyordu. Bana göreyse resmi otorite bir hakem görevi görüp “Ne sen rakibini yiyebilirsin ne de rakibin seni yiyebilir” ilkesiyle business yapılmasını sağlamalıydı.

İşte bu nedenle, Rosie O'Donnell gibi ben de Trump’ı hiç sevmedim. Sırf okul yüzünden onun showunu izlemek işkenceden farksızdı. Rahatsız olduğum noktaları bir bir sayayım: Trump’ın Hitler in Kehlsteinhaus’daki abartılı çalışma odasını çağrıstıran, ağırlayana üstünlük ağırlanana küçüklük hissi veren tuhaf bir odada konuşlanması… Uzun bir masanın gerisinde kurmaylarıyla birlikte Tanrısal bir güç gibi oturması… Önünde asker gibi dizilen ve soluk almadan “yargı”nin kararını bekleyen, genc ve birbirinden acımasız yarışmacılardan basarışız olanını seçerek, “you’re fired”(Kovuldun) diye haykırması… Hem de bunu büyük bir iştahla yapması ve bu durumun izleyenler için bir eğlence haline dönüşmesi… İşte bütün bunlar benim tüylerimi diken diken ediyordu.

KOVMA ALIŞKANLIĞI

Trump, showundaki bu kovma alışkanlığını gerçek hayatta da adam kovdurma şeklinde devam ettirdi. Beyzademiz, talk showcu Rosie O’Donnall’ın ABC deki işini kaybetmesi icin az kulis yapmamıştı. Lakin, etme bulma dunyası derler ya doğru: Şimdi Trump’ın kendisi kovulma duygusunu bizzat yaşıyor.

NBC Entertainment’in Başkanı, Kevin Reilly daha bir hafta once “Apprentice konusunda neler oluyor?” diye sorulunca, “Programı yayından kaldırıp kaldırmayacağımızla ilgili olarak henüz tam karar vermedik, rakiplerimizin 2007-2008 sezonunu için neler hazırladıklarına bakıp kesin kararı alacağız” demişti.

ATILDI MI İSTİFA MI ETTI

NBC, Apprentice’i gözden çıkardı. Çünkü program, 2004 yılında yayına girdiği ilk dönemde 20 milyon izleyiciyi yakalamışken son dönemde sadece 7.5 milyon izleyiciyi yakalayabildi.

Ancak Trump, burnuna gelen kötü kokular karşısında namına gölge düşürmemek için New York Daily News’a yaptığı açıklamada şöyle dedi: "The Apprentice (Çırak) benim için çok başarılı bir deneyim olmaya devam ediyor. Önümüzdeki bir kaç hafta içinde programı yeni yayın sezonunda sürdürüp sürdürmeme konusunda karar alacagım.”

Ancak NBC’nin, Apprentice ile ilgili kararını kesinleştirdiği duyumlarını alan Trump NBC den önce topu hemen ayağına alıp kaleye golünü atıverdi ve “NBC beni kovamaz ben kendim bırakıyorum” şeklinde yeni bir açıklama yaptı.

Trump, kurnazca davrandı, NBC’nin O’nu resmi olarak kovmasını beklemeden kendisi işi bıraktığını açıkladı ve böylece kuyruğu dik tutmuş oldu.

Ama bu tür oyunlarla başarısızlığını örtemez. O’nun başarısızlıkları bununla da bitmiyor: Kendisi Apprentice’i yürütürken bir yandan da yakın arkadaşı Martha Stewart’a (Kendisi borsada yaptığı büyük yolsuzluk nedeniyle önemli bir skandalın kahramanı olmuş, büyük bir para ve hapis -yari acik cezaevinde- cezasına çarptırılmıştı.) Apprentice’in light’ını yaptırdı. Bu yeni programda Trump’ın görevi baş yapımcılıktı. Ancak bu program da çuvallayınca Trump hemen kıvırttı ve kendisinin aslında böyle bir programın yapılmasına taraf olmadığını açıklayarak adına “başarısız” lekesi düşürmeme taklaları attı.

İFLAS EDEN KUMARHANE

Durun, Trump’ın başarısızlıkları yine bitmedi: Atlantic City’deki Taj Mahal adlı kumarhane oteli, Crosby ailesinden satın aldığında işletme karlıydı, ancak satın aldıktan sonra kumarhane iflas etti ve bir süre sonra dağ gibi borçlar yığıldı.

Yani gençlere ve yetişkinlere business konusunda ahkam kesen, Amerika nın dört bir yanını çerçi gibi dolaşarak insanlara “nasıl basarılı ve zengin olursunuz? nerelere yatırım yapmalısınız?” konulu seminerler veren Trump’ın kendisi aslında başarısız bir sürü projeye imza attı. Yani defalarca iflas etti.

KONUŞMA BAŞINA 1,5 MİLYON DOLAR

Trump’ın bu konferanslar karşılığında konuşma başına 1.5 milyon dolar aldıği bile yazılıp çiziliyor. Ben buna da pek inanmiyorum ve Trump’ın sırf ismini parlatmak için hakkında bu tür haberler çıkmasını sağladıgını düşünüyorum.

Donald Trump aileden zengin, yani ana–baba parasını üstüste yığarak çoğaltan bir emlak ve kumarhane imparatoru. 1946 doğumlu. Forbes dergisinin dünyanın en zenginleri listesinde 278. sırada yer almış bir isim. Babası New Yorklu ünlü emlakçı Fred Trump. Tabii insan patron oğlu olunca ne kaybedecek bir maaşı ne de kovulma derdi oluyor. Ancak şimdi bu duyguyu o da tadacak.

NEW YORK’UN EN ÇİRKİN BİNALARI TRUMP AİLESİNİN

Trump ailesine ünlü emlakçılar deyip durduguma bakmayin. Onlar New York’a en çirkin binaları diken aile. Yani bu şehrin görünümüne bırakın katkılarını zararları bile var. Bir tek ben böyle düşünmüyorum. Mimarlık firmasi Axis Mundi’nin kurucusu olan John Beckmann de benimle aynı fikirde, O’na gore de “Trump’lara ait ne varsa hepsi çok çirkin”.

Nitekim her sabah işe giderken Wall Street’de, önünden geçmek durumunda kaldığım “Trump Building” i görmemek için yolumu bile degiştirdiğim oluyor: Çok ciddiyim. İki sokak öteden, Liberty’den girip Federal Reserve Bank’ın oradan dolaşarak işe gidiyorum. Gerçi bu binayı onlar kurmuş değil, sadece 1995 de satın almışlar. Ancak hemen binanın giriş katındaki pencere ve kapılarda altın renkli metaller kullanarak orayı da kendi ucuz tarzlarına benzetmişler.

BOHEM SOHO NUN DOKUSU BOZULUYOR

Dondurmadan, erkek giyimine ve votkaya kadar bir sürü ürüne adını veren Trump’ın son mahareti ise, Soho’ya dikecegi usulsuz condo-otel projesi. New York’un en gozde ve en kendine özgü muhitlerinden biri olan Soho şimdi Donald Trump’a karşı direnmeye çalışıyor. Manhattan’ın göbeğinde olan, ancak gökdelenlerin olmadığı ender semtlerden biri Soho. Eski orta ve küçük ölçekli imalathane binalari şimdi dizaynır magazalarına ve farklı tarzdaki lokantalara dönüstürülmüs. Bu çok keyifli ve yarı bohem muhitin dokusu bozulacak. Çünkü Donald Trump, bütün yasal kuralları bir delme yöntemi bulmus ve oraya o yüksek binayi kondurmak için temel çalısmalarına başlamış bile.

KUM FIRTINASI VE X-MEN

Trump bence her şeyin dokusunu bozuyor.

Bazen hülyaya dalıyorum da X Men deki Phoenix’in gücü bende olsa ne yapardım? diye düşünüyorum. Ben de Trump’ın dokusunu bozmak isterdim. O’nu bir toz bulutu haline getirir, sonra da Texas’a, Bush’un çiftliğine kum fırtınası olarak yollardım. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş olurdum.

17.05.2007 - medyatava.net


Siyasetçiler,
muhalif de olsa yönetimde de olsa, toplumu korkuyla yönlendirmeye bayılıyor. Onlarsız bir hükümetin ülkeyi felakete sürükleyeceği telkinlerinde bulunmayı iş bellemiş tonca siyasetçi var. 11 Eylül saldırısı sırasında New York Belediye Başkanı olarak görev yapan Rudolph Guilliani de bu tür politikacılardan biri.

Giuliani simdi Amerika’ya Başkan olmak için çalışıyor. 2008 seçimleri için Cumhuriyetçi Parti adına yarışan Başkanlık aday adayları içinde en güçlü isim.

Kendileri, seçim kampanyası çerçevesinde orası senin burası benim gezip dolaşırken boyuna garip demeçler veriyor. Geçen ayın sonuna dogru bir toplantıda aynen şöyle dedi: “2008 seçimlerini Demokratların kazanması halinde, ülke yeni bir terörist saldırıya uğrama riskiyle karşı karşıya kalacaktır”.

Böyle bir hükmün aslı astarı var mı, yok. Guilliani, tulumu genis bir politikacı olduğu için, savuruyor da savuruyor. Söylendikleri andan itibaren kendi kendine yokolan yersiz yurtsuz sözler sarf etmeyi alışkanlık haline getirmis. Sanki 11 Eylül saldırısı sırasında Belediye Başkanı başka biriydi. Sanki Cumhuriyetçiler değil de Demokratlar yönetimdeydi. Sanki 11 Eylül saldırısı ve Irak Savaşı gibi iki felaket, Cumhuriyetçi Bush’un iktidari döneminde olmamıştı.

Öyleyse millet Demokratların iktidara gelmesinden niye korksun ki?!

Her neyse, bu açıklamanın ardından MSNBC’nin anchorlarından Keith Olbermann’ın tepesi attı tabii. Olbermann, geçen ayın sonuna doğru MSNBC’deki Countdown adlı programında Guilliani’yi bir güzel haşladı. Toplumu korkutmaya çalısarak kendine pazar yaratmaya uğraşan Guilliani’yi Usama Bin Laden ile aynı dili kullanmakla suçladı. “Ülkede, korkunun kendisinden baska korkulacak bir sey olmadıgını” vurgulayan Olberman, Guilliani’yi kast ederek , “Bir de kendi sinsi, kişisel ve bencilce çıkarları için insanların korkularını körüklemeye çalışan politikacılardan korkmak lazım “ dedi. Olbermann’a göre Guillianni’nin yaklaşımı ürpertici ve lakayıttı.

Bunun üzerine Guilliani’nin seçim kampanyasını yürütenler NBC’ye “endişelerini” iletmekte hiç de geç kalmadılar. Onlara gore Olbermann taraflı davranmıştı. Objektif gazetecilik anlayışına sığmayan yorumlarda bulunmuş ve Guilliani’yi küçük düşürmüstü.

Peki, taraflılıkla suçlanmak, Olbermann’ın umrunda mı? Yok, hiç de değil… Çünkü o fikirlerini direkt söylemekten ve taraflı durmaktan çekinmeyen biri. Keskin zekası, engin birikimi, ve medeni tavırlarıyla kim olursa olsun lafını edeplice yapıştırıveriyor.

Programındaki konuklarına karsı “Yok üzerim, yok kırarım, yok bir daha programıma katılmaz, yok ilişkilerimi kaybederim, yok işimi kaybederim, yok düşman kazanırım” gibi hesaplar yapmıyor. Hiç bir siyasi gruba, hiç bir ekonomik gruba, hiç bir meşhur şahsa ve hiç bir örgüte sırtını dayamıyor. Sırtını dayadığı tek sey var mesleği ve izleyicileri: Çok genis bir hayran kitlesine sahip. Bu kitle O’na cok sadık. Çünkü O’nun sahiciliğini, halktan, doğrudan,sevgiden ve mantıktan yanalığını takdir ediyor, samimiyetine inaniyorlar.

“O dedi… bu dedi… su dedi…“ şeklindeki geleneksel gazetecilik anlayışını kırmış biri Olbermann. O, haberini verirken, yorumunu da kendi yapıyor.

O’nu, MSNBC’nin “objetif” çizgisini bozmakla itham edenler ve haberciliğe fazla yorum kattığını düşünenler ne söyleseler de faydası yok. Programının raitingleri çok iyi. Bu arada, O’na sadece halk sahip çıkmıyor, patronları da sahip çıkıyor. NBC News ‘ün Genel Başkanı Phil Griffin, anchorlarının uygun ve yerinde bulduğu yorumu yapmakta serbest olduğunu belirterek. “Olbermann hem haberciliği hem de yorumu aynı anda yapabilir” diyor.

Aynı şekilde CNN ekranlarında her gün akşam 6-7 arasında yayınlanan CNN's Lou Dobbs Tonight adlı haber programını sunan ve Amerikan orta sınıfının savunucusu olan Lou Dobbs da taraflı gazeteci olarak anılan bir başka isim. Dobbs, yorumlarını hiç sakınmadan dile getiriyor. Ancak CNN yöneticileri onu da bilinçli olarak oraya getirmisler ve aynı CNN yöneticileri, Dobbs konusunda devlet ve özel çıkar gruplarının baskısına göğüs gererek O’nu orada tutuyorlar. Çünkü Dobbs’ı halk seviyor. Arkasında koca bir seyirci kitlesi var.

Dobbs, Kizgin Beyaz Adam olarak anılıyor. İnandığı gibi gazetecilik yapıyor, düşündüğü gibi konuşuyor. Gözüpek ve babayiğitce çokuluslu şirketlerden, büyük para güçlerinin kurduğu örgütlere ve devlete kadar boynuz atmadığı kesim yok gibi.

Aslında MSNBC’nin Olbermann’ı ve CNN’in Lou Dobbs’ı 1990ilarda şekillenen ve adına “Civic Journalism denilen yurttaş gazeteciliginin bir uzantısı olarak ortaya çıktılar . O nun gibilerinin yaptıği gazeteciliğe “advocacy journalism” de deniyor. Yani taraflı gazetecilik.

Zaten objektif gazetecilik dediğinizde artık sizi kimse pek ciddiye almıyor ve imali bir gülümsemeyle karşılanıyorsunuz. Çünkü böyle bir gazeteciliğin aslında hiç bir zaman var olmadığı, bunun sadece bir ‘mit’ den ibaret olduğunu düşünenler çok. “Sapına kadar objektifim kardeşim” iddiasında bulunursanız sizin dürüstlüğünüzden endişe edilir, haberiniz ola.

Örneğin, Working Change adlı internet sitesinde yakın zamanda yayınlanan bir yazıda, Fox TV’nin adil ve dengeli habercilik ilkesinin gülünesi olduğu belirtilerek “Hepimiz biliyoruz ki Fox da objectiflik mobjectiflik hak getire” deniyor ve ekleniyor: “Her sey bir yana, zaten bir gazeteci bir haberi yazmaya basladıgında onun bakış açısı, yapılan haberin türü ne olursa olsun o haberi etkiliyor “ deniyor.

Turkiye medyasına da Lou Doub ve Oldermann gibi bir isim lazim. Boyle bir gazeteciyi yaratmak, doğru ismi bulmak tümüyle medya patronlarının elinde. Bu isim büyük ihtimalle gazeteci olarak bir kenarda sessizce işini yapan, adı sanı pek duyulmamış, yüksek eğitimli, dengeli, saygılı, dürüst, ırkçı olmayan, Türkiye’deki yerlesik önyargılardan ve peşin hükümlerden arınmış, tümüyle orta sınıfın çıkarlarını savunacak, hiç kimseyle bir çıkar bağlantısı olmayan, hükümete muhalif, muhalefete muhalif bir isim olmalıdır. Böyle bır şahsı bulacak ve kendisine achor yapacak televizyonun ana haberleri dev bir sıçrama yapacaktır.

Peki Türkiye televizyonlarında ideal bir “taraflı gazeteci” hangi gazetecilerden hangi genleri almali:

Ali Kırca’nın güven verici ve ikna edici üslubu,

Cengiz Çandar’ın analiz gücü,

Ertuğrul Özkök’ün kıvrak zekası ve endamı,

Fatih Altaylı’nın yırtıcılığı,

Güneri Cıvaoğlu’nun karizması ve babacanlığı.

Mehmet Ali Birand’ın cocuksu heyecanı.

Prof. Yalçın Küçük’ün, insanları ve vakaları ilişkilendirme ve karşılastırma konusundaki yeteneği.

Reha Muhtar’ın sahiciliği (Kendisi Turkiye medyasındaki kibirli gazeteci tavrını yıkan ve gerçekten halka inen öncü bir isim. Halkla olan ilişki tarzını kriminal magazin alanından siyaset ve ekonomiye kadar genişlettiği gün, Turkiye’nin en çok tutan gazetecisi olacak .)

Tuğrul Eryılmaz ve Yıldırım Türker’in mantığı ve entellektüel birikimi.

Uğur Dündar’ın enerjisi ve güzelliği

Uğur Mumcu’nun araştırmacı ve şüpheci yönü,

Aydınlık çalışanlarının gizli belgelere erişme yeteneği

02.05.2007 - medyatava.net

Medya medya olalı böyle babayiğit böyle eli maşalı bir kadın talk showcu daha görmedi. ABC televizyonunun sabah kuşağında yayınlanan The View programının sunucularından biri olan Rosie O’Donnel’dan sözediyorum. Geçen yıl bu zamanlar medyada onun The View ekibine katılacağından sözediliyordu. Şimdi ise ayrılacağından: Daha doğrusu Rosie’nin The View adlı showu bırakacağı resmilik kazandı bile: FOX TV kına yaksın.

Bilindiği gibi Rosie’nin sözünü esirgemezliği, Amerikan medya dünyasının bütün el öpücülerini, bütün milliyetçileri, bütün Bush aşıklarını ve bütün o devletinden şüphe etmez Amerikalıları deliye döndürmüştü. Rosie, en delikanlı anchorların bile söylemeye teşebbüs edemediği gerçekleri herkesin yüzüne savurmuştu.

İşte bu nedenlerle lezbiyen talk showcu Rosie’nin The View’ü bırakacağını duyunca bu işin arkasında Bush’tan tutun da Donald Trup’a kadar herkesi aradım ve O’nun kovulduğunu düşündüm. Vardığım sonuç şu oldu: Kovulmadı ama kalması için de hiç çaba harcanmadı. Bana kalırsa buna kibarca kovulmak denir.

Şimdi bandı geri saralım ve geçen yıl bu zamana dönelim.

Rosie’nin The View programına girmesi için aklını çelen kişi Barbara Walters. Walters, televizyon dünyasının en ünlü simalarından: Yaşını başını almış olmasına rağmen hala başarılı hala şöhret. (Bu ülkede yani ABD de eli biraz kalem tutan gençler, yaşlılara karşı densizce çıkışıp, “gidin de yerinizi gençlere bırakın” demiyor. Yaşlılar ise en demli, en tadında ve en üretken dönemlerinde kendilerini emekliye ayırmıyor.)

Walters, hem The View de sunucu, hem de programın yapımcılarından. Rosie’yi seçmekteki amacı ise programa biraz heyecan katmak biraz canlılık getirmekti. Nitekim istediği de oldu. Rosie, geçen yılın Haziran ayında programa katıldi. Katılır katılmaz da The View programının reytingleri yükselmeye başladı. Walt Disney’in sahibi olduğu ABC nin raitingi bu yılın Şubat ayında geçen yıla göre yüzde15 arttı.

The View, sürekli öteki medya kanallarına haber konusu oldu ve böylece bağlı olduğu ABC kanalının da adını parlatmış oldu. Çünkü Rosie her defasında ortalığı ayağa kaldıran başka bir sey söylüyordu.

Rosie, ABC ile 1 yıllık bir kontrat imzalamıştı. Ancak iki hafta önce başlayan muzakerelerde, ABC kontratı 3 yıllığına uzatmak iştemiş, Rosie ise yeni sezon için sadece 1 yıllık bir anlaşma yapmakta ısrar etmişti. Çünkü özellikle çocuklar konusunda bir sürü sosyal proje ile uğraşıyordu ve kendini üç yıllığına bu kanala bağlamak istememişti. Sonuç olarak Rosie ve ABC yolları ayırmaya kara verdiler. Rosie, gecen Çarsamba programdan ayrılacağını kendi ağzıyla söyledi. Kontratı Haziranda bitince Rosie de programı bırakacak.

Buradaki bazı televizyon otoriteleri, “ABC’ istese Rosie’yle anlaşırdı ama onlar da Rosie ile çalışmamak için bahane arıyorlardı” diyor.

Bu yoruma ben de katılıyorum: Rosie’nin emlak zengini Donald Trup ile kavga etmesi Barbara Walters ile arasını da limonilestirmişti. Walters, Trump’ın en yakın arkadaşlarından biri, dolaysıyla kadıncagaz, The View’ün sunucusu ve yapımcısı olarak Trump ve Rosie arasında sıkışıp kaldı. Yani Rosie, her şeyden önce çıktığı programın yapımcısıyla dolaylı olarak toslaşmıştı.

Walters, nedense Rosie’nin bütün kavgalarında bir sekilde resmin bir köşesinde yer alıyordu. Rosie, Fox’un sahibi olan Rupert Murdoch ile dalga geçince, Barbara yine ortaya çıkmış ve ayrı bir grubun patronu olmasına rağmen Murdoch’a ne kadar ayılıp bayıldığından söz ederek, bu tutucu medya imparatorunun gönlünü almaya çalışmıştı.

Fox’culara sürekli çatan Rosie, American Idol adlı şarkı yarışmasının 3 jüri üyesine de dokundurmuş ve Onları, yarışmaya katılanların fiziksel görünüşleriyle dalga geçip asağılamakla suçlamıştı. “Baskalarını asağılanırken görmek mi Amerikalıların eğlence anlayışı?” diye soran Rosie, şöyle devam etmişti, “Jürideki 3 milyoner, sırf görünüşlerinden dolayı komik buldukları yarışmacılar odadan çıkar çıkmaz, hastalıklı hastalıklı kikirdiyorlar.”

Rosie, sadece FOX gibi karşıt grupları eleştirmekle kalmadı, kendi grubunu, yani ABC’yi de eleştiri bombardımanına tuttu. Bir episodda aynen şöyle konuşmuştu: “Amerikalilar sahiden ülke ve dünya gerçeklerini görmek istiyorlarsa gözlerini 4 büyük medya grubunun (ABC,NBC, CBS, FOX) dışına çevirmeli ve başka yerlere bakmalı, bu dört gruba şu an çalıştığım ABC televizyonu da dahil”.

Ünlü talk showcu, ülkedeki Hristiyan grupları da kızdırmıştı. Hatta bazı katolik örgütler, lobi yaparak The View programına reklam veren şirketleri etkileyip Rosie’yi işinden etmeye bile kalkışmışlardı.

Güç sahibi olanların ve ülkedeki karar vericilerin rahatını kaçıran sözler söylemekten hiç çekinmeyen Rosie, sonunda ABC deki işinden oldu.

Milyoner Donald Trump Rosie’nin ayrılış haberinin ardından kına yakanlardan. Hatta sonuçtan pay çıkarmayı bile ihmal etmedi ve “ABC Rosie’yi atmakla en doğruyu yaptı, ben de bu kararın alınmasındaki payım nedeniyle kendimle gurur duyuyorum” dedi.

Rosie’nin geçmiste kendiyle dalga geçmesine heyheylenen ve Onunla kanlı bıçaklı olan Trump, bütün televizyon kanallarının önünde aynen şunları demişti ”Rosie’yi dava edeceğim ve tombul götündeki cebinden paralari takır takır çekeceğim”

Trump, kendi ağzından çıkanlara bakmaksızın, Rosie’yi hakaret dolu konuşmaları nedeniyle gençlere kötü örnek olmakla da suçladı. Rosie ki gerçek bir vatansever, gerçek bir dünya sever, gerçek bir insan sever ve gerçek bir başarı abidesi.

Niye diye sorarsanız liste o kadar uzun ki… 1996 yılında yayına başlayan talk showu hit oldu. 6 defa en iyi talk showcu dalında Emmy ödülü aldı. 2002 yılında "The Rosie O'Donnell Show"u bıraktı ve hayatını paylaştığı kadın eşi Kelli O'Donnell ile birlikte kendini çocuklarını yetiştirmeye verdi. Bin 400’ün üzerinde çocuğa eğitimleri ve barınmaları konusunda yardım etti. Yürüttüğü kampanyalarla 56 milyon dolar para topladi ve bunu yardım kuruluşlarına verdi. Katrina Fırtınası nedeniyle yerinden yurdundan olan çocuklar ve ailelerine 3 milyon dolar bağışladı. Çocuklarla ilgili bir sürü sosyal porjeye ve programa katkıda bulundu. 2004 yılında gay ailelerin katıldığı bir gemiyle tarihi bir seyahat projesi gerçekleştirdi. Lezbiyen, gay-man ve onların çocuklarının yer aldığı bu seyahat, belgesel haline getirildi ve Emmy e aday gösterildi. 1997 yılında Time dergisi tarafından Amerika daki en etkili 25 insan arasına girdi. “Entertainment Weekly” ise O’nu 1996’nin En Eğlendiren Kişisi secti.

Anlayacağınız Rosie nin kemikleri o kadar sağlam ki, O ayağını kırar yine kalkar yürür.

Umuyorum hem Rosie O'Donnell, hem de The View programı, Türkiyeli TV yapımcılarına biraz ilham verir: Türkiyede’de daha cesur, daha sözünü esirgemeyen (eleştirmekle insanları aşağılamayı birbirine karıştıranlar değil) daha aklı başında, daha sahici ama farklı tarzlarda 4 ya da 5 kadını bir araya getiren sabah programları hazırlanabilir. Yapımcılar bir kişiye verdikleri astronomik para mikrarını 5 kişiye bölüstürerek bunu pekala gerçekleştirebilirler. Ünlü isim bulmakta zorluk çekiyorlarsa, tavsiyem gazete binalarını tura çıkmaları. Oralarda muhabir ve editor olarak çalışan, ünlü olmayan, ancak çok yetenekli, zeki ve karizmatik kadınlar var.


20.04.2007 - medyatava.net

Herkes dolaptan cıksın!

Amerikan ordusunda gaylare uygulanan bir politika var; “don’t ask don’t tell. Yani gayler askere alındıklarında, cinsel kimliklerini resmi olarak bildirmek zorunda değiller. Aynı zamanda onları askere alan ordu yetkilileri de kimseye gay olup olmadığını sormuyor. Bu politikayı Can Yücel tekniğiyle Türkçeye çevirirsek şöyle diyebiliriz: “Kardeş! Ne sen sor, ne ben söyleyeyim”

Ne sen sor ne ben soyleyeyim politikası bize de yabancı bir politika değil. Hatta çok tanıdık. Çünkü bu politika, Türkiye toplumunun her kesiminde, siyasetin her aşamasında, devlet politikalarında, iş yerlerinde, insan ilişkilerinde, bilinçli ya da bilinçsizce yürütülüyor.

Bu politikanın en temel göstergesi ise toplumdaki herkesin birbirine yokmuş gibi davranması; oğlunun gay olduğunu bilir ama gay değilmiş gibi davranır, patronunun yahudi olduğunu bilir ama yahudi değilmis gibi davranır, arkadaşının kürt olduğunu bilir ama kürt değilmis gibi davranır, amcasının kel olduğu ortadadır ama kel değilmis gibi davranır, komşusunun yoksul olduğunu bilir ama yoksul değilmis gibi davranır. Buna karsı; keller, gayler, kürtler , yahudiler, komünistler, ateistler, aleviler ve yoksullar yerine göre sanki kel, gay, kürt , yahudi, komünist, ateist, alevi ve yoksul değillermis gibi davranırlar.

Yok sayma politikası, bölünme, terkedilme ve dışlanma paranoyasıyla besleniyor. Örneklere Gaylerden devam edelim. Benim şu an yaşadığım bu şehirde, yıllarca kendini gizleyip sonra arkadaslarına ve ailesine cinsel kimliğini açıklayan bir gay için "He’s coming out of the closet" denir: Yani “Bizimki dolaptan çıkıyor”... Eğer bir gay-erkek, olası tepkilerden ve dışlanmaktan korkuyorsa gerçek kimliğini ortaya koymaz. O insane için “He’s still in the closet” denir, Türkçesiyle söyle; “Hala dolapta”.

Türkiye toplumu da hala dolapta yaşayan bir toplum. Pek cok kimse kendi cinsel, dinsel, ırksal, ideolojik kimliğini açıklamaya ve gerçek halleriyle kabul görmeye yanaşmıyor. Çünkü dolapta kendilerini daha güvende hissediyorlar, bedel ödemek istemiyorlar: Eğer dolaptan çıkmaya kalkarlarsa, dışlanabilir, terkedilebilir, işten atılabilir, çirkin iftiralara uğrayabilir, taciz edilebilir, usandırılabilir, Ceza Yasası’nın 301’ínci maddesine göre suçlu bulunabilir ve en son Malatya olayında, Hristiyan vatandaşlarımızın başına geldiği gibi boğazı kesilebilir.

Malatya’da yaşanan olay tüyler ürpertici ve utanç verici. Bu aşamada hepimiz oturup payımıza düşen sorumluluk uzerine biraz kafa yormalıyız. Ben bir medya mensubu olarak, buradan köşe yazarlarına ve televizyon sunucularına bir davette bulunmak istiyorum. Gelin hep birlikte azınlıkların dolaptan çıkmasına yardım edelim, onları bu konuda cesaretlendirelim. Peki bunu nasıl mı yapabiliriz? Cok basit: Türkiyeli Hıristiyanlar 8 Nisan’da Paskalya (Easter) bayramını kutladı. Hiç bir spiker, ekranda haberleri sunmaya başlamadan önce Onların Easter’ını tebrik etti mi? Hangi köşe yazarı köşesinde, 3-9 Nisan tarihleri arasında kutlanan Passover (hamursuz) bayramı nedeniyle Yahudileri tebrik etti. Ya da Alevilerin Hızır orucunu…. Oysa Amerika’da CNN, ABC, NBC gibi bütün büyük televizyonların spikerleri, ülkedeki azınlıkların dini bayramlarını kutlamakta hiç bir sakınca görmüyor.

Diyorum ki bu sene geçti ama seneye biz de aynı şeyi yapalım ve kimsenin bayramını es geçmeyelim. Düşünsenize, Defne Samyeli haber bültenini şu sözlerle açıyor, “Sevgili izleyiciler! Ana haber bültenimize başlamadan önce bütün Yahudi vatandaşlarımızın Hamursuz bayramını kutluyoruz.”

Biz, aydın olduğunu ileri sürenlerde de görmezden gelme alışkanlıgı var. Eğer azınlıklar dolaptan çıkarsa, toplumdaki baskın etnik ve dini grupla aralarında daha sahici bir ilişki, daha saglıklı-gerçekçi bir barış ve daha kalıcı bir huzur sağlanır. Gelin hep birlikte bu toplumsal huzuru bir koşesinden tutup inşa etmeye çalışalım. Umarım bu çağrımı ülke medyasının etkili ve sözü geçer isimlerinden Ertuğrul Özkök, Defne Samyeli, Mehmet Ali Birand, Serdar Turgut, Fatih Altaylı, Tayfun Devecioğlu, Mehmet Yılmaz, Sedat Ergin, İsmet Berkan ve daha niceleri duyarlar…

Öteki türlü, hayat, azınlıklar için sürekli bir taciz makinasi gibi işleyecektir. İnsanlar gibi ülkeler de kendi benliğini oluşturan unsurlarla yüzleşmedikçe ve onları kabul etmedikçe asla gerçek kimliğini bulamayacak ve kendini kronik bir gerilime teslim edecektir.
17.04.2007 - medyatava.net


Pek cok insan, son onyılda, medya sektöründeki gelişmelere bakıp şöyle bir tahminde bulunabilir: “Medya araçlarındaki bu çeşitlilik ve bu araçlara ulaşılabilirlik oranı yükseldikçe, halkın bilgi seviyesinde de yükselme oluyor.”

Yeni yüzyılda gerçeklesen dijital medya devrimi düşünüldüğünde böyle bir tahminde bulunmak çok mantıklı. Öyle ya 24 saat yayın yapan kablolu televizyonlar var, internet üzerinde haber kanalları var, artan gazete ve dergi çesitliligi var, bedava dağıtılan günlük gazeteler var, cep telefonu üzerinden internet erişimi var…

Ancak Amerika’da The Pew Research Center adlı kuruluşun yaptığı bir araştırma, yukarıdaki tahminin tam tersini ortaya koyuyor: Araştırmanın sonuçlarına bakıldığında, Amerikan halkı son 10 yıl içinde bırakın bilgilenmeyi, daha da cahilleşmiş.

Örneğin 1989 yılında halkın yüzde 74’ü başkanlarının adını bilirken günümüzde sadece yüzde 69’u başkanlarının, yani Bush’un adını hatırlayabiliyor. Yani halkın bilgi düzeyinde yüzde 5’lik bir geriye gidiş var. Yine 20 yıl önce halkın yüzde 47’si Rusya Devlet Baskanı’nın ismini hatırlarken günümüzde bu oran sadece yuzde 36. Anlayacagınız, Amerikan halkının CNN gibi bir televizyona rağmen dünya ile ilgisi ve bilgisi yüzde 11 gerilemiş.

Çok ilginçtir ki bu araştırmaya göre 18-28 yaş grubu haber porgramlarına dolayısıyla ülkelerinde ve evrenlerinde neler olup bittiğine en ilgisiz kalan kesim. Bu sonuç benim hep savunduğum Çöp Tankeri Jenerasyonu tezimi de bir bakıma haklı çıkarıyor.

18-28 yaş grubunun en dinamik, en meraklı ve en yenilikçi yaş grubu olması beklenir. Oysa araştırma sonuçları bunun tersini gösteriyor. Bu kesim, haber dinlemektense Gym de en az iki saatlerini kas büyütmek için harcayan, şişman oldukları yetmiyormuş gibi sıvı protein içecekleri alıp iyice etlenen, sonra yorgun düşüp televizyon karşına geçen ve bir iki show a göz atan, restorana gidip büyük porsiyonları lüpleten, ardından kulüplere, barlara ya da ev partilerine dalıp bayılana kadar içen, evde kaldıkları süre içinde video oyunu oynayan, bilgisayarda chat yapan, şehirlerine Madonna ya da başka bir ünlü geldiğinde sırf onu stadyumda küçük bir nokta olarak görse bile 150 doları rahatlıkla bayılan ve saatlerce kuyrukta bekleyen bir jenerasyon.

Beyinlerini değil midelerini besleyen, dünyayla hiç bir meselesi olmayan, hayatları hiç değişmeyen hedonist bir çemberin içinde dönen ve döndükçe de çöp tankerine dönüşen bir jenerasyon.

Dürüst olmalıyım: Hiç bir şeyden geri kalmıyor ve bu gençlerin yaptığı her şeyin aynısını ben de yapıyorum: Gym’e gidiyorum, protein alıyorum, büyük porsiyonları lüpletiyorum, hatta geçenlerde Chelsea’de, yıllarin club ı Roxy’nin kapanış partisine 2 saat kuyrukta beklemeyi göze alarak katıldım ve oraya dost hatırı ziyareti yapan Madonna ile (aramızdaki iki metrelik mesafeye rağmen) dans bile ettim.

Ancak bu konuda dengeyi sağlamak çok önemli. Hayatım sadece bunlardan ibaret değil. Hayatıma Çöp Tankeri Jenerasyonu’nun sığdırdığından daha çok şey sığdırabiliyorum. Onlar gibi belli konularda obsessive, geri kalan konularda careless değilim.

Hatırlıyorum da 3 yıl önce Boston Symphony Hall’e dünyanın en iyi jazz müzisyenlerinden Wyanton Marsalis konser vermek için gelmişti. Konser mekanı ise, Boston’da, neredeyse North Eastern Üniversitesi ile dünyanın en ünlü müzik okulu olan Berklee kampüsünün içinde yer alıyor. Ancak zaten çok büyük olmayan salonun sadece 3’te1’i dolmuştu.

Çok şaşırmış ve çok üzülmüştüm. Çünkü Symphony Hall öğrencilerin burnunun dibinde bir yerdeydi, bu oğrenciler dünyanın en pahalı okullarında okuyorlardı, dolayısıyla maddi hiç bir sorunları yoktu. Bütün bunlara rağmen salon dolu değildi.

Işte Çöp Tankeri Jenerasyonu tezim o günkü hayal kırıklıgı üzerine tesis edildi ve yıllar sonra The Pew Research Center’in medya konusunda yaptığı bu araştırma ile de yarı tescillenmiş oldu.

***

Amerikan halkının politik bilgisi
Bilme oranı (yüzde)
1989 2007 Fark
Şimdiki ABD Başkanın ismi 74 69 -5
Bölge valisinin ismi 74 66 -8
Rusya Devlet Başk. ismi 47 36 -11

***

Halk neyi ne kadar biliyor? (yüzde)

Bush'un Irak'taki asker sayısını artırma planını...........88
Hillary Clinton'ın ABD Başkanlığı için yarıştığını.........73
Irak'ta askerlerden çok sivillerin öldüğünü..................69
Amerika'nın ticaret açığı olduğunu............................68
Rudy Giuliani'nin ABD Başkanlığı için yarıştığını.........62
3 bin ABD askerinin Irak savaşında öldüğünü.............55
Saatlik asgari ücretin 7 dolar 25 cent olduğunu..........34
Sunniliğin bir İslam mezhebi olduğunu.......................32

Kaynak: The Pew Research Center