25 Mayıs 2007 - showtvnet.com

Dünya Bankası Başkanı Paul Wolfowitz, kendisiyle aynı iş yerinde çalışan sevgilisi Shaha Rıza’ya torpil yaptığı için görevinden istifa etmek zorunda bırakıldı.

Wolfowitz istifa etmemek için, Bush yönetimi ise O’na istifa ettirtmemek için çok direndi. Ancak sonunda iki taraf da Avrupa kampının baskısına yenik düştü ve Wolfowitz devrildi.

Irak Savaşı’nın dizaynırlarından olan ve Amerikan Savunma Bakanlığı Yardımcısı olarak görev yaptığı süreç içinde, ülkesinin Irak’a saldırması için kendini telef edercesine mücadele veren Wolfowitz, gelecek Haziranın 30’unda görevi bırakıyor.

Mart 2005’de göreve gelen Wolfowitz’in istifası basit bir sevgiliye torpil geçme skandalı değil. İstifa sürecinde yaşananlar buz dağının altında çok derin bir güçler çekişmesinin döndüğünü gösteriyor. Bu çekişmenin taraftarları ise Avrupa ve Amerika.

Dünya Bankası’nın kuruluşundan beri görev yapan 10 şefin 10’nunu da Amerikan Başkanları seçti. Şefleri kimin seçeceği konusunda yazılı herhangi bir kural yok. Buna rağmen her defasında Dünya Bankası Başkanlarının kim olacağını Amerika tayin ediyor.

Ancak bu durum Avrupa’yı her geçen gün daha da rahatsız ediyor. Avrupa, son Wolfowitz skandalını fırsat bilerek artık bu duruma bir son vermek istiyor. Peki bunu neden yapmak istiyor ve nasıl yapacak?

Bunun cevabını vermek için önce Dünya Bankası’ndaki sistemin nasıl çalıştığına bir bakmak lazım.

Dünya Bankası, 185 ülkenin bir araya gelmesiyle oluşturulmuş bir çeşit kooperatif banka. Bankanın yönetim kurulunda 24 kişi var. Bu üyeler bağlı oldukları devletlerin bankadaki hisseleriyle, daha doğrusu koyduğu parayla doğru orantılı biçimde oy kullanma hakkına sahip. 2006 yılının Kasımındaki son durum ise şöyle: Amerika yüzde 16.4 oy hakkına sahip, Japonya 7.9, Almanya 4.5, İngiltere 4.3, Fransa 4.3.

Büyük kararlar için yüzde 85’lik bir çoğunluk gerekiyor. Yani bu durumda Amerika’nın oyu çok önemli. Amerika’nın oyuna Japonya’yı da eklemek lazım. Çünkü onlar her zaman Amerika ile birlikte hareket etmeyi yeğliyorlar. Böylece bu kampın toplam oyu yüzde 24.3 ediyor. 3 büyük Avrupa ülkesinin oy toplamı ise sadece 13.1. Geri kalan oylar ise diğer dünya devletleri arasında dağılmış.

Buna karşın Türkiye’de daha çok bilinen ve Dünya Bankası’nın kız kardeşi olarak anılan IMF’nin (International Monetary Fund), yani Uluslarası Para Fonu’nun şefini Avrupa ükeleri seçiyor. Nitekim son şef İspanyalı Rodrigo de Rato. Ancak Avrupa, sadrazamlığı değil padişahlığı istiyor.

Avrupa şimdi içinde bulunduğu bu çıkmazı kırmaya çalışıyor. Çünkü Dünya Bankası çok önemli bir güç. Bu banka gelişmemis ve gelişmekte olan ülkelere borç veriyor ve Türkiye gibi pek çok ülke hükümetleri bu bankadan gelecek paraların hayaliyle yanıp tutuşuyor. Dolayısıyla bu borçlar siyasi bir güç olarak kullanılabilir. Örneğin Amerika, askeri işler konusunda anlaşma masasında olduğu bir ülkeye diyebilir ki, “Kardeşim bana yardımcı olmazsan ben de Dünya Bankası’nın sana borç akıtmasını önlerim, böylece borca alışık yaşayan ekonomin krize girer ve senin hükümetinin düşme olasılığı artar. Musluk bizim elimizde, O’na göre hesabını yap”

Zaten Avrupalılar’ın Wolfowitz’i sevmemesi öyle söylendiği gibi sadece Irak Savaşı’nın dizaynırı oluşundan değil. Asıl sebep, Wolfowitz’in elindeki gücü başka bahanelerle Amerika’nın siyasi çıkarlarını koruyan bir silaha dönüştürmesi.

Örneğin, 1992 yılında Dünya Bankası üyesi olan ve o günden bu güne toplam 500 milyon dolarlık kredi çeken Özbekistan’ın yaşadığı durum yukarıdaki tezimin cok açık bir ispatı. Wolfowitz, 2005 Eylülünde, Özbekistan’a verilmesi yönetim kurulunca onaylanan kredi yardım paketini geri çekti. Neden olarak Özbek hükümetinin İnsan Hakları ihlallerini gösterdi. Üstelik paketi geri çekerken Asya Bölge Şefi’ne bile sormadı.

Ama asıl neden başkaydı. 2005 Temmuzunda Özbekistan Başkanı İslam A. Karimov, Amerika’dan Özbekistan’daki üstlerini boşaltmasını istemişti. Amerika bu ülkedeki üsleri Afganistan’da süren savaşa destek için kullanıyordu.

İste bu noktada kapalı kapılar ardında sorulan soru şuydu: “Wolfowitz Dünya Bankası’nı Amerikan Dış Politikası doğrultusunda bir finansal silah olarak mı kullanmıştı?”

Son derece mantıklı bir soru bu. Neden bir Savunma Bakanı yardımcısı Dünya Bankası Başkanlığına getiriliyor. Bunun bir sebebi olmalı. Aynı şey geçmişte de yaşanmıstı. Vietnam Savaşı sırasında son derece etkili bir isim olan ABD Savunma Bakanı Robert McNamara, 1967 yılında Dünya Bankası’na başkan olmuş ve bu görevi 13 yıl boyunca sürdürmüştü.

İşte bütün bunlar Avrupa’nın kaygılarını haklı çıkarıyor. Bu nedenlerle Dünya Bankası’nda kimse Wolfowitz’i sevmiyordu ve istifasının ardından Beyaz Saray’a bir kaç sokak ötedeki Dünya Bankası Genel Merkezi’nde şampanyalar patlatıldı

Wolfowitz daha gitmesine bir ay varken neredeyse bütün yetkileri elinden alındı ve şimdi bankayı 6 kişilik bir yönetim kurulu götürüyor.

Avrupa, Amerika’nın elinde ne kadar zehirli bir güç olduğunun farkında ancak buna karşı mücadele edecek gücü var mı? Yok. En azından yaşananlar bunu gösteriyor.

Bu arada İngilizler Tony Balir’in adını ortaya atarak O’nun Dünya Bankası Başkanlığına getirilmesi konusunda ciddi bir kulis yapıyorlar.

Ancak Bush hemen bunun önünü almak için bir açıklama yaptı ve seçilecek kişinin Amerikalı olacağını belirtti. Hemen ardından Japonya 22 Mayıs Salı günü bir açıklama yaparak Bush’un bu konudaki kararına destek olacaklarını belirtti.

Anlaşıldığı gibi Amerika ipleri Avrupa’ya vermeye yanaşmıyor. Vermeyecek de. Ancak Avrupa’da böyle bir ortaklık içinde Amerika’ya kendini kullandırtmak istemiyor artık.

Noktayı ben koyayım. Zaten bir zamanlar burnu bir karış havada olan Dünya Bankası’nın sonunun gelmesi yakındır. Çin, cok daha iyi koşullarda Afrika ülkelerine kredi veriyor. Venezuella, Güney Amerika ülkelerine ciddi bir ekonomik yardım yapıyor.

Anlayacağımız, Dünya Bankası’nın ömrü kısalıyor gibi.

1 Mayıs 2008 - showtvnet.com

Bir ziyaretçi?

Hoş Gelişler Ola… Rock Star Papa…

Katoliklerin ruhani lideri Papa Benedict, geçtiğimiz Cuma sabahı New York’a ayak bastı. Papa’nın topuğunun değdiği yerde su çıkmıyor ama binlerce kişilik kalabalık oluşuyordu. Çünkü bu ziyaret New York eyaletinde yaşayan 7 milyonun üzerindeki katoliği çok heyecanlandırmıştı. Bu geliş medyayı da heyecanlandırdı. Nerde bulunur bundan daha ballı bir haber konusu: izle izle yaz...

Papa, başındaki beyaz külahi, ak saçları, uzun etekli ve pelerinli elbesisiyle son derece farklı bir şöhret manzarası sergiledi şehirde. Gelişinden itibaren attığı her adım televizyonlardan canlı yayınlandı. Halk geçtiği caddelerin kenarlarinda kurşun asker gibi sıralandı.

Papa’nın gelişi nedense bana İngiliz müzik grubu Beatles üyelerinin 7 şubat 1964 yılında New York’a ilk ayak basışını anımsattı. Onlar da farklı müzikleri kadar saç biçimleri ve giyim tarzıyla dönem medyasını ve gençlerini bayağı heyecanlandırmışlardı. İlk gelişlerinde Carnegie Hall ve Ed Sullivan Theatter de çok az bir seyiciye seslendiler. Ancak bir yıl sonra 15 Ağostos 1965 de tekrar New York’a geldiklerinde bu kez Shea stadyumunda konser verdiler. 55 bin 600 kişinin izledigi konserin biletleri ise 4 dolar 50 cent ile 5 dolar 65 cent arasında değişiyordu.

Ancak Papa, Beatles’in New York’daki ilk stadyum konseri rekorunu daha ilk ziyaretinde geçti ve 60 bin kişiyi şehirdeki Yankee Stadium’una topladı. Burada verdiği vaaz stadyumdaki papa hayranlarını kendinden geçirdi. Aslında bu konuşma gece yapılabilir ve içine lazer gösterisi de serpiştirilebilirdi.

Neyse, 57 bin bilet 1 ay öncesinden tükenmişti bile. Stadyumun önünde papa şapkaları, tişörtleri satıldı. Yine Manhattan’daki bazı mağazalarda papa oyuncakları vitrinlere konuldu, Heidelberg adlı bir lokantada 18 dolar 95 cent e özel papa menusu bile hazırlandı. Demek istediğim, Avrupa kıtasından gelen Papa, adeta 21. Yüzyılın rock yıldızı gibi muamele gördü. Gerçekten hoş bir gelişti O’nunki.

Papa’nın üzerinde durdugu demografik yapı da Beatles’in hitab ettiği kesimden pek farklı değildi. Papa, bu ilk New York gezisinde genclere özel bir ilgi gösterdi. Amerika’daki Katoliklerin yüzde 18 ‘inin, yaşları 18 ile 29 arasinda degisen gencler oldugu düşünüldüğünde anlaşılabilir bir sebep. Nitekim Papa, geçen Cumartesi günü Manhattan’daki 5.cadde üzerinde yer alan St. Patrick katedrali nin balkonundan binlerce kişiye karşı yaptıği konuşmada, gençlere materyalizmden de uyusturucudan da uzak durmalarını tavsiye etti.

Ancak işin bir de öteki yüzü var. “American Sociological Review” adli dergiye göre, herhangi bir dini tercihleri olmadığını söyleyen Amerikalılar ın sayısı son 10 yılda ikiye katlandı. Bunun anlamı yetişkinlerin 78.4’inin Hristiyan olduğu Amerika’da din, taraftar kaybediyor. Bu durumda da Papa’nin gençleri etkileme çabası daha bir anlam kazanıyor.

Bir web sitesi :

Barak Obama’nin Hebrew kampanyası

Demokratların başkan adayı Barak Obama, başından beri internet üzerinden seçim kampanyası yürütme konusunda diğer adaylardan biraz öndeydi. Obama şimdi teke tek kaldığı Hilary Clinton ile aralarindaki bilek güreşini kazanmak için Musevi seçmenlerin oylarını kazanmaya çalışıyor. Bu nedenle internette Musevilerin konuştuğu Hebrew dilinde bir site bile oluşturuldu. Ancak Obama’nın ofisi bu sitenin kendi resmi siteleri olmadığı yönünde bir açıklama yaptı.

’nın, başından beri Amerika’daki musevi seçmenleri ve musevi lobiyi yanına çekmeye çalıştığı biliniyor. Bu oldukça akıllıca bir taktik, ancak Amerika’nın İsrail politikasi konusandaki açık tavizkar tutumu, Barak Obama'nin başkan seçilmesi halinde ikiye katlanabilir.

Bu arada Amerika’daki Musevi seçmenler zaten hep demokratlardan yana oy kullanıyorlar. 1916 seçimlerinden bu yana oylarını demokratlara veriyorlar; 1920 seçimleri hariç tabii. Bu seçimlerde oyların sedece yuzde 19’u Demokrat aday Cox’a verilirken, yüzde 43 Harding’e verildi. Demokratlara gitmesi gereken yüzde 38 oranındaki oy ise dönemin Sosyalist Parti Eugene Debs’e gitmişti.

Geçen seçimlerde de bu geleneksel tutum aynen devam etti. 2004 deki seçimlerde, Musevi seçmenlerin yüzde 24’ü Cumhuriyetçi Bush’a oy verirken, yüzde 76’si Demokrat aday Kerry’i destekledi.

Bir medya klasiği

CNN Nasıl Haber Şişirir

Gazeteci arkadaslarım alınmasın ama medyaya özgü bir mutfak sırrını herkesle paylaşmak istiyorum. Bazen haber konusunda darda kalınır. Çözüm olarak da çelimsiz bir konu alınır ve etli butlu bir haber şeklini alıncaya kadar bir güzel şisirilir. Adına da şişirme haber denir.

Bunu elbette sadece Türkiye’deki gazeteciler yapmıyor. Örneğin Amerikan CNN televizyonu da yapıyor. Bu kanalda hafta içi her akşam yayınlanan ve Wolf Blitzer in sunduğu The Situation Room adlı bir haber bulteni var. Geçenlerde Blitzer, CNN’in Irak muhabiri Michael Ware’e canlı bağlandı. Zaten adamcağaza CNN’den hergün birileri canlı bağlanıyor ve üç aşağı beş yukarı aynı soruları soruyorlar. Tabii hergün aynı şeyler oluyor. Yeni bir şey olmayınca sırf kaç adam öldü edebiyatı yapmak da hem seyircileri, hem de habercileri sıkıyor. Adam da ne sorsa iyidir “Amerika askerlerini oradan çekerse ne olacak?” Sırf farklı bir şey çıkarabilmek için sorulmuş bir soru tabii. Muhabir nerden bilsin askerler çekilirse ne olacağını. Böyle bir soru bir haberciden çok ya bir seneryo yazarına, ya bir büyücüye ya da Beyaz Saray’ın etrafında konuşlanan düşünce kuruluşlarında çalışan strateji uzmanlarına sorulur.

CNN muhabiri de hafif kaçık biri zaten, sallamayı seviyor. Tabii yaptığı habercilik değil, spekülasyon oluyor.


13 Mart 2008 - showtvnet.com

Toplama kampları bir tek Nazilere özgü bir marifet sanılır, oysa tarihte pek çok ülke bu yönteme başvurdu. 2, Dünya Savaşı sırasında bazı devletler içlerindeki "yabancıları" düşman görme histerisine kapılarak "temizlik" harekati başlattılar ve bu yabancıları toplama kamplarına sürdüler. İnönü rejimi, pek çok Hristiyan ve Museviyi Aşkale'deki kamplara kapatırken, dönemin Amerikan hükümeti de kendi toprakları içinde yaşayan Japon ve Alman asılli Amerikan vatandaşlarını benzeri kamplarda trajik bir yaşama mahkum etti.

Utanç sahibini takib eder. Ne kateddiğiniz yollar, ne tükettiğiniz zaman unutturur size utancınızı. Siz unutmak isteseniz de birileri size hep hatırlatır.
Her insanın kendi kişisel tarihinde utanc duyduğu kesitler olabileceği gibi ülkelerin de tarihlerinde utanç duyduklari kesitler vardır. Örneğin, geçmişte toplama kampları kurmuş olmak, tarihiyle yüzleşebilme cesareti göstermiş bazı devletler için, utançların en büyüğüdür...

Nedir bu toplama kampları? Dünya, popüler anlamda toplama kampı kavramıyla İkinci Dünya Savaşı ertesinde tanıştı, yani Almanya'daki Nazi rejiminin çökmesiyle birlikte.

Naziler, özellikle 1940-45 yılları arasında, başta Museviler olmak üzere, Çingeneleri, Eşcinselleri,
Koministleri ve öteki muhalif ve azınlıkları Auschwitz, Buchenwald, Lublin ve daha pek çok toplama kampına toplayıp olüme mahkum ettiler. Bu kamplar bir çeşit yarı açık hapishaneyi andırıyordu ve buralara hiç bir suçu olmayan, hiç bir şekilde yargılanmamış insanlar konuluyordu. Bu suçsuz insanlar sırf devlet tarafindan "tehlike" olarak görüldükleri için oraya konuluyorlardı. Üstelik bu kamplardaki yaşam koşulları tümüyle insanlık dışıydı.

Almanlar kampları maden ocakları ve uçak fabrikalari gibi büyük tesislere yakın inşa etmeye özen gösterdiler. Bundaki maksat ise kampa doldurulanları bu fabrikalarda bedava iş gücü olarak kullanmaktı.

Nitekim bu iş gücünün, Alman ağır sanayinin ayakta kalmasına büyük katkısı oldu. Günümüzde hala varolan bazı çokuluslu Alman şirketleri bile bu iş gücünden yararlanmayı ihmal etmediler. Bu fabrikalarda yeterince hızlı çalışmayanlar, gaz odalarında yakıldı, cesetleri sabun yapımında kullanıldı. Aç ve susuz bırakıldılar, hastalanıp ölmelerine seyirci kalındı, işkenceye uğradılar, iğrenç tıbbi deneyler için kullanıldılar.

2. Dünya Savaşı döneminde Toplama kampı yöntemini kullananlar sadece Naziler değildi. O dönem Amerikan yönetimi de Amerikan topraklarında yaşayan Japon ve Alman asıllı Amerikalılar'ı toplama kamplarına doldurdu ve Onlara hiç bir zaman unutamayacakları bir trajediyi hediye etti. Aynı dönemlerde Japonya da Çin Kore ve Güney Dogu Asya'da toplama kampları kurarak buralara o ulkelerdeki batılıları hapsetmişti.

Savaşın sis'i ortadan kalkınca, bu kamplarda yaşananlar bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı. Ama esas olarak bu utanç dönemini bütün dünyanın hafızasına yerleştirenler, acısına sahip çıkmayı bilen onurlu Musevi aydınlar oldu. Bu ayndınlar, yaptıkları filmlerde, oynadıkları tiyatro oyununda, çizdikleri resimlerde, yazdıkları kitaplarda, çıkardıkları dergi ve gazetelerde bir şekilde bu konuyu işleyerek, insanlığın böyle bir katliamı unutmamasını sağladılar.

Peki Nazilerle birlikte popüler bir anlam kazanan Toplama Kampları, dünyada bir ilk midiydi ya da bir son mu? Cevap Hayır: Ne ilk ne de sondu. Çünkü Toplama Kamplarının tarihi daha da gerilere gidiyor. Bir kere Almanlar bu fikri Ingilizlerden öğrenmişlerdi. Ingiliz hükümeti, Güney Afrika Savaşi (İkinci Anglo-Boer savaşı) sırasında, toplama kampları inşa ederek binlerce Afrikalı'nın ölümüne sebep olmuştu. Ancak çok şaşıracaksınız, İngilizler'de bu fikri Amerikalilardan almışlardı. Amerikalilar da Filipin Savaşı sırasında Filipin adalarında Toplama kampları kurmus ve özellikle gençlerden oluşan binlerce Filipinli'nin ölümüne
seyirci kalmısşlardı.

Simdi, toplama kamplarinin tarihi İkinci Dünya Savaşı'nın gerisine gidiyor da ilerisine gitmiyor mu? Cevap; evet gidiyor. Vietnam Savaşı'na kadar gittigi gibi, bugune kadar da geliyor. Çünkü pek çok kimse (Küba lideri Fidel Castro'da dahil) Amerikan yönetimince kurulan ve Ortadoğu'dan getirtilen "terörist" tutukluların barındığı Guantanamo adasındaki askeri hapishanelerin bir toplama kampı olduğununu iddia ediyorlar.

Gelin hemen tarih penceresini biraz daha aralayip bazı Toplama Kamplarına şöyle bir göz atalım:

AŞKALE:

Türkiye 1942 yılında Toplama Kampı kurarak ülkedeki Musevileri, Rumları, Ermenileri bu kamplarda topladı. Bu sonuca yol acan gelismeler, dinsel azınlıklara yönelik varlık vergisi çıkarılmasiyla basladi. Hiç itiraz hakkı tanınmadan 15 gün içinde bu vergilerin ödenmesi istendi. Böylece azınlıklar vergileri ödeyebilmek için malını mülkünü satmak zorunda kaldılar. 15 günde neyi kaça satacaksınız ki. Örneğin ünlü işadamı İshak Alaton'un ailesi, evi barkı satsalar da yetmedi ve evdeki kemanlarına da satılığa çıkardılar, ancak yine de yetmedi ve toplama kampına bir kurban vermekten kurtulamadılar. Vergileri ödeyemeyenler Erzurum Askale'deki Toplama Kamplarına gönderildi ve buralarda çalışmaya mahkum edildi. Ailelerin bütün kurulu düzeni bozuldu, her biri bir yana savruldu, bütun mal varliıklarını kaybettiler, ülkelerine olan bütün güvenleri sarsıldı. Aşkale'ye gidip de dönmeyenler oldu. Milli Şef İsmet Inönü rejimi azınlıklara onarılmaz bir trajedi yaşattı.

İNGILTERE:
Nazilerinkine benzeyen ilk toplama kamplarını İngilizler Güney Afrika'da kurdular. İlk olarak 100'ün üzerinde çadır kamp kuruldu ve buraya 30 bine yakın siyah Afrikali ile 100 bine yakın Boer (beyaz çiftçiler) konuldu. İnsani yaşama koşulları sıfır olan bu kamplarda önce çocuklar olmak üzere 30 binin üzerinde insan hastalıktan açlıktan susuzluktan öldü.

AMERİKA
Amerikan hükümeti, 1899 dan 1902 kadar süren Amerikan Filipin savaşında toplama kampları benzeri yerler kurdular. Bu kamplarda da binlerce insan yaşamını yitirdi. Peki hükümet bu alışkanlığı nereden edinmişti? Nereden edinecek, Kızılderililere de benzeri muameleler yapılmıştı. 1870 ve sonrasındaki Kızılderili Savaşı nda tehlike olarak görülen çoluk çocuk yaşlı genç kadın erkek Kızılderililer, yaşadıkları topraklardan sökülüp koparıldılar ve belli kamplara dolduruldular. Bu insanlar arasında binlercesi hastalik ve kötü yaşam koşulları nedeniyle öldü.

İkinci Dünya Savaşı na gelindiğinde ise bu kez Amerikan hükümeti kendi toprakları içinde kendi vatandaşları için toplama kampları kurdu. Özellikle 1941'de Japonların Pearl Harbor'ı bombalamasının ardından ülkede Japonlara karşı inanılmaz bir paranoya gelişti ve her "çekik gözlü"ye vatan haini gibi bakıldı. Özel bir kararname çıkaran Roosvelt yönetimi suçsuz günahsız sıradan 100 binin üzerinde Japon, asıllı Amerikalı'yı Texas, Idaho, North Dakota, New Mexico, Montana gibi ülkenin çesitli eyaletlerinde kurulan kamplara koydurttu.

Benzeri muamele İtalyan ve Alman asıllı Amerikalılaria da yapıldı. İnsanlar işini, evini, düzenini, mutluluğunu, her şeyini kaybettiler.

SOVYETLER BİRLİĞİ
Kimi kaynaklar, geçmişte Sovyetler Birliği adıyla anılan ülkede 476 ayrı toplama kampı olduğunu iddia ediyor. Her bir kamp kompleksinin kendi içinde onlarca başka kamplar içerdigi de iddialar arasinda. Devrimin ilk yıllarından yani 1920lerden başlayıp 50'lere kadar, bu kamplarda milyonlarca insan geçti ve milyonun üzerinde insan yasamını yitirdi.

Bu arada sadece yukarıda sayılı ülkelerin gunahını almamak lazım. Dünyanın dört bir yanından onlarca farkli ülke, toplama kampı kurma utancını yaşadı.

Allah hiç bir devlete zeval vermesin vermesin ama hiç bir olağanüstü durumun gücü de bizi başkasına düşman etmeye yetmesin.


5 Şubat 2008 - showtvnet.com

Geçenlerde bir kaç arkadaş toplandık ve hep beraber, Chealse’deki Clearview sinemasında, yönetmen Tim Burton’un Jony Deep’li yeni filmi Sweeney Todd’ı izledik. Ardından da Chealsea daki La Bergamote (20 sokak ile 9. Caddenin köşesinde ) adlı pastaneye gittik. Burası Fransız tatlıları yapıyor. Çok aç olunca böyle yerlere girmek sakıncalı: Hem keseniz hep sağlığınız için. Ben the buttery pain au chocolat aldım. Adının karışıklığına bakmayın, çorba kasesinde servis yapılan bir çesit sıcak çikolata işte. Yanında da cevizli croussant pek iyi gitti. Buranın mamullerinin tadına doyum olmuyor ama ayrılırken de hesabı ödemek pek zor oluyor. Pahalı bir yer. İçinde yer aldığım bu arkadaş grubuyla galiba ilişkimi kesmeliyim. Onlar yüzünden paramı böyle yerlere harcıyor ve sonunda beş parasız kalıyorum. Aman gülmeyin. Bazen kiramı ödeyemeyip homeless (evsiz) olacağım diye ödüm kopuyor.
Genellikle film sonrası filmden konuşulur değil mi ama bizimki öyle olmadı. Bu kez film kritiği değil, bir erkek porno yıldızının kritiğini yaptık, daha doğrusu dedikodusunu... Dedikodu masasının kahramanı olan erkek porno starı ise sadece üç masa aşağımızda oturuyordu. Chris maşallah Chealse’nin ayaklı gazetecisi gibi, herşeyden haberi var, herkesi tanıyor. Dolayısıyla bu adamı da tanıyor. Tövbe ben bilmem etmem.

Chris, adını burada söylemek istemediğim bu porno starıyla Eagle adlı bir barda tanışmış. Adam artık film yapmıyormuş. Bırakmış. Çünkü bakmış ki bu işte para yok pul yok. Uyuşturucu batağına da saplanmış ve çok zor günler geçirmiş. Zaten görseniz eski görünümü hiç kalmamış. Daha önce de bir kaç porno starına sağda solda rastlamıştım. Çoğu, annemin Kuyulu köyündeki evimizin duvarına, kurutmak için astığı dolmalık biberleri hatırlatmıştı bana, suyunu çekmiş gibiler. Büyük bir ihtimalle uyuşturucudan...

New York daki porno fim sektörünün bu yıldızları ister postu eskitmiş olsun, isterse tazeliğini korusun, pek çoğu çevirdikleri filmlerle geçinemiyorlar. Arta kalan bolca zamanda ise bedenlerini satmak zorunda kalıyorlar. Bu işten de fazla kazandıkları yok. Saatlik ücretleri 150 dolardan başlıyor. Gecelikleri ise 500 dolar ile 2 bin dolar arasında değişiyor. Ama müşteriler öyle tahmin ettiğiniz gibi kapıda kuyruk oluşturmuş değil tabii. Örneğin yine Chris’in anlattığına göre aşağı masadaki porno starı, bütün bu nedenlerden dolayı zorlu bir mğcadele sergilemiş ve uyuşturucuyu bırakmış, sonra da iki yıllık bir hemşirelik okuluna gitmiş. Daha geçenlerde de hemşire (Bu ülkede erkek hemşirelerin sayısı bir hayli fazla) olarak bir hastanede işe başlamış. Adam sözde Chris’e demiş ki “Başıma ne geldiyse penisimin olağan dışı ölçüsünde geldi, öyle olmasaydı belki da farklı bir hayatım olurdu, bu kadar yıpranmazdım”

Bir ara, haftaya hangi filmi izleyeceğimize geldi söz. Ben Paul Thomas Anderson’ un yeni filmi There Will be Blood’u izlemeyi önerdim. Magnolia filmiyle hayran olduğum bu yönetmenin yeni çalışması ile ilgili çok iyi şeyler duymuştum. Sonra Laf nereden döndü dolaştı tam hatırlamıyorum ama geldi geldi Anderson’un gençken yaptıği bir belgesel filme dayandı. The Dirk Diggler Story Adlı bu 30 dakikalik film, efsanevi büyüklükte bir penise sahip ünlü porno stari John Holmes’in hayatıyla ilgiliydi.
2,500 porno film çeviren ve 1988 yılında AIDS den ölen Holmes’un yaşamı, oyle dolu dolu-öyle farlı ki hakkında 10 ayrı film yapsanız yine O’nun hayatına yetişemezsiniz.
Bu adamın penisinin kesin santimetre olcusu konusunda yuzlerce çesit rivayet var. Öyle ya zamanın porno film endüstrisinin en large (X –Large demek daha doğru) penisine sahip. Rivayetler 25.4 cm den 41 cm ye kadar değişiyor. Bu sorun vakti zamanında milletin içine öyle dert oldu ki ölünce bile adamcağazın penisini ölçüp raporlara geçirdiler.

70’lı yıllarda günde 3 bin dolar kazanan Holmes, gün geldi bedenini hem erkeklere hem kadınlara para karşılıgı sattı. Yetmedi genç sevgilisini de sattı. Prezarvatifsiz film çevirdi. AIDS’ li olduğunu bile bile rol arkadaşlarıyla korunmasız ilişkiye girdi. Uyuşturucu sattı, silah taşıdı, kredi kartı sahtekarlığında bulundu, iki üç kuruş için hırsızlık bile yaptı. Birlikte Porno film çevirdiği anal seks kraliçesi olarak namlanmış Laurie Rose ile evlendi, silahli çetelere bulaştı. Hangi birini sayayım, o kadar çok şey varki.

İşte şimdi, hemsire olan porno yıldızını hem daha iyi anlıyor hem de kendisiyle ilgili yaptığı değerlendirmeye hak veriyorum. Nitekim, John Holmes’un da penisinin ölçüsü bu kadar olağandışı olmasaydı, porno piyasasına düşmeyecek ve başına da bunların hiç biri gelmeyecekti.