26 Mayıs 2007 - showtvnet.com

Jeremy Hall Irak’da savaşan Amerikan ordusuna mensup bir askerdi. Bu genç asker, ateist oldugu için Hristiyan ordu yetkilileri tarafından ciddi bir psikolijik ve fiziki saldıriya uğruyor, hatta ölümle bile tehdit ediliyor. Can güvenliği tehlikeye giren Jeremy, yetkililerce eve postalanıyor. Ancak resmi yetkililer, Jeremy’nin tekrar orduda çalışmasını engelleyici tedbirler alıyorlar. İçine düşürüldüğü durumu kabullenmek istemeyen Jeremy ise kaderine boyun eğmiyor ve Amerikan Savunma Bakanlıgını’nı dava ediyor. Davanın ilginç bir gerekçesi daha var: Bu gerekçeye gore Amerikan ordusunda köktendinci Hrisytiyanlık inanışı, askerlere zorla dayatılıyor.

Aslında Amerikan ordusu içindeki dini örgütlenme son derece ciddiye alınması gereken bir sorun. Çünkü her şey bu hızla giderse Amerikan askerleri kendilerini laik bir ülkenin askereri olarak değil, Haçlı ordusunun askerleri olarak görecekler.

Dinin bir ülke için ne kadar kritik bir soruna dönüşebileceği ve bu nedenle laikliğin ne kadar önemli olduğu meselesini Amerika’yı yıllar yıllar önce kuranlar gayet iyi biliyordu. İşte bu nedenle Amerikan anayasasının ilk maddesine göre, Kongre ne dini kuralları belirleme konusunda yasal bir düzenleme yapabilir ne de dinin özgürce yaşanmasını engelleyici bir yasal düzenleme hazırlayabilir.

İşte Anayasadaki bu madde, ülkedeki laikliği herkes için garanti altına alıyor. Ancak bu maddeye rağmen, dinci Bush iktidarının, özellikle ülkedeki Evangelistlere örtülü ve açık yardımlar yapmayı sürdürerek devletin laiklik presibini çiğnedigi de biliniyor..

Bush’un bu konudaki tutumu elbette Amerikan ordusuna da yansıyor. Ordu içinde de ciddi bir Hristiyan örgütlenme var. Oysa ordu kesinlikle laik olması gereken bir kurum ve bu kurum içinde hiç bir dinin bir diğerinden üstün tutulmaması gerekiyor. Orduda Hristiyan askerler çoğunlukta ama yetkililer, diğer dinlerden askeri mensupların da ihtiyaçlarını göze alarak, geçmişte bir takım adımlar atıldı. 1987’de Budist askerlere dini konularda danışmanlık yapan Budist subaylar orduda goreve başladı. 1993 yılında ise müslüman görevliler atandı. Burada amaç ülkedeki dini çeşitliliği dikkate almak ve bu çeşitliliği orduya da yansıtmaktı. Ancak laiklik ilkesi gereği ordu içinde herhangi bir dini inanışa iltimas tanınması ya da o inanışın dolayli ya da direkt propagandasının yapılması yasalara aykırı.

Ancak Christian Embassy gibi gruplar ozellikle ordu içinde ciddi bir örgütlenme içine giriyorlar. Örneğin Colorado’da yer alan bir askeri üste nasıl büyük bir kilise inşa edildiğini ve burada nasıl incille ilgili dersler verildiğini Youtube’daki videolardan görebilirsiniz. Youtube’un arama kutusuna “Campus Crusade for Christ Air Force Academy Propaganda” yazarsanız sözünü ettiğim videoya ulaşabilirsiniz.

KABINA SIĞMAYANLAR:

Eti yeme beni ye

New York belki de dünyanın en tahammüllü şehridir. Yüzü yumuşak, herkesin nazının geçtiği bir şehir. Aslında bu şehir biraz hayat kadınları gibi: herkesle düşüp kalkıyor, kimseyi kimseden ayırmıyor, her geleni seviyor, okşuyor. Müslümanı, Zerdüştü, Afganı, Almanı, Kürdü, koministi, liberali hespsinden bizde var. Bu nedenle dünyada kaç ülke varsa o ülkelerden de muhakkak bir iz bulursunuz bu kentte.

New York’da yaşayan farklı milletlerden gruplar bazen 5. caddeyi kendi varlıklarını göstermek için büyük ve uzun bir sahneye çevirirler. İrlandalılar, Türkiyeliler, Yahudiler, Gayler, Portorikolular ve daha pek çok millet, yılın farklı zamanlarinda karnavalı andıran geçit yürüyüşleri yaparlar bu cadde üzerinde. Arabalar süslenir, o kültüre özgü müzikler çalınır, dans edilir, showlar yapılır, insanlar özel hazırlanmış kostümlerini giyinir… Bu işlere en çok turistler sevinir ve oltaya balık gelmiş gibi çıkıda çıkıda resim çekerler.

Geçen 18 Mayıs’da şehir, yepyeni bir yürüyüşe sahne oldu. New York’da, hatta Amerika’da ilk defa vejeteryanlar bir şenlik yürüyüşü yaptılar. Resmi adı “Veggie Pride Parade” (Sebzelerin Şeref Yürüyüşü) olan bu etkinlikten beni haberdar eden ise ev arkadaşım Jonathan’dı. Çünkü Jonathan vejeteryan ve et yemiyor, yumurta da yemiyor. Biliyorsunuz vejeteryanların da çesitleri var. Ancak Jonathan yürüyüş günü şehir dışında olmak zorunda olduğu için, onun vasiyetiyle etkinliği ben takib ettim.
Yürüyüş, 9. cadde ile Gansevoort sokağının kesiştiği yerde başladı ve Washington Square Park’da son buldu. Bitiş noktasında çesitli gruplar konserler verdiler, konuşmalar yapıldı.

Bu arada yürüyüşü tertib eden organizasyonun internet sitesinde 20 dolardan 110 dolara kadar sebze ve meyve modelli kostümler satıldı. Yürüyüsteki katılımcılarin bazıları bu kostümlerden giymişti. Pek coğu da kendi ürettikleri ilgin. kostümlerle ortalığı şenlendirdiler. Bazıları da sadece ellerinde pankartlarla yürüdü. Bu pankartlarda “et eşittir ölüm” gibi vejeteryanık propagandası yapan sloganlar yazılıydı.

Hatırlatmakta yarar var, sebzelerin şeref yürüyüşü 2001 yılından beri Paris’de yapılan Veggie Pride Parade’den esinlenerek organize edilmiş

KAÇIK SORULAR:

Eğer Müslümanlar domuz yeseydi tarihte neler olurdu?
İster istemez aklıma düşüyor. Büyük çoğunluğu müslümanlardan oluşan Ortadoğu toplumlarında domuz eti yemek haram olmasaydı, acep neler olurdu? Yoksa bu toplumlar bugün daha gelişkin ve zengin toplumlar mı olurdu? Bilmiyorum, sadece soruyorum. Oturup hesab edin. Bir yıl içinde kuzu doğurur bir tane, domuzun ise 9’a kadar yolu var. Onca domuz yavrusunun her birinin bir yıl sonra tekrar doğurduğunu hesap edin. Sahip olduğunuz hayvan sayısı kısa zamanda büyük bir artış gösterecektir.
Koyunun bir avantajı sütü ve yünü. Ama koyun kırılgan ve çabuk hastalanan bir hayvan. Domuz ise adı üstunde domuz gibi, her koşulda yaşıyor, nazlanmadan önüne konan her şeyi yiyor, hatta önüne beni koyun belki beni de yer.

Domuz besleyen bir köylü haliyle daha fazla et sahibi olacak. Ancak hayvanlarını beslemek vebarındırması için yeni arayışlara girmesi gerekecek; ya daha fazla ekin yetiştirecek, ya da satın alacak. Domino taşları hareketi gibi, bu gelişme ticareti de hareketlendirecek. Ticaretin hareketlenmesi toplumların başka toplumlarla ilişkisini arttıracak. Bu da sosyal ve ekonomik hayatı değistirip, zenginleştirecek.

He şey bir yana daha fazla etle beslenen insanlar, fiziki olarak daha iri olacaklar.

Bazı kaynaklar domuzların yaklasik 7 bin yıl önce evcilleştirildiğini, ana vatanının da Avrupa ve Ortadoğu oldugunu belirtiyorlar. Ama şimdi anavatanında domuza çekilen muameleye bakın. Kimse kıymet vermiyor, kimse sevmiyor, kimse onu yemek istemiyor, hatta iğreniyorlar. Halbuki domuzcukların nesi var, tüylü koyunlardan daha sevimliler.

Domuzun pis bir hayvan olduğunu iddia eden ve yenmesini yasaklayan ilk büyük din ise Yahudilik. İslam da aynı inanışı aynen takib ediyor. Ancak Hristiyanlık tam aksine domuzlara sempatiyle bakıyor, belki de bu İsa’nın çobanlıktan geliyor olmasından kaynaklanıyor. Zaten çobanların korucusu Saint Anthony’e de hep bir domuz eslik edermiş.

Aman annem duymasin, ben 7 yıldır domuz yiyorum, bakın hala turp gibiyim.
20.07.2008 - taraf gazetesi

Geçen haftaki yazıda, Sybil’in külüstür arabasından sözetmiştim. Aslında Sybil, çevreyi kirletiyor ve enerji tüketiyor diye araba kullanmaya karşıydı. Zaten Manhattan’da oturuyordu. Eeee Manhattanlılar için de araba almak aşırı lüks bir girişim. Çünkü bedava park yeri bulmak imkansız, varolan park alanlari ise çok pahalı. Park sorunu bir yana, şehir içinde araba kullanmak anlamsız gibi bir sey; hem trafik çok kötü, hem zaten her yere metro gidiyor. Öte yandan borsacı Dan gibi paralı bazı arkadaşlarım ise şehir içinde araba kullanmasalar da sırf hafta sonları bir yerlere kaçmak için araba alıyorlar.


Sybil bizim bu taraflara, yani Hoboken’ın tam yanındaki Jersey City’e taşındıktan sonra kendisine o külüstur Chevrolet’i aldı. Jersey City, Manhattan adası dışında, New Jersey eyelet sınırları içinde bir semt. Kızımızın şimdi daha geniş bir apartmanı olduğu gibi, kendine ait bir de park yeri de var, oturduğu bina içindeki bu park için ayda 80 dolar ödüyor.


Aslında araba alması için Sybil’in aklına giren şahıs benim. Eee ne yapayım, yaz geldi, plaja şuraya buraya rahat rahat gitmek için araba lazım oluyor. Nitekim canımız istediğinde Sybil ile birlikte başımızı alıp şehir dışına çıkabiliyoruz artık. Bazen hiç plan bile yapmıyor ve yoldayken nereye gideceğimize karar veriyoruz. Hızır Sybil’i korusun, arabası eski meski ama ayağımızı yerden kesiyor…


GEORGE WASHİNGTON’UN SEVDİĞİ ŞARKILAR . Bir onceki Cumartesi günü Sybil ile birlikte atladık arabaya, tam gaz gidiyoruz. Bu kez Long Island’aki bir mangal partisine yetişmemiz lazım. Bir önceki gün, yani Cuma günü 4 Temmuz bağımsızlık günüydü. 4 Temmuz burada milli bayram olarak kutlaniyor ve bu günün denk geldiği haftasonunda herkes her yerde mangal yapıyor; terası olan terasta, bahçesi olan bahcede… Dostlar aileler bir araya geliyor, yiyip içip laflıyorlar. Bu insanlar yiyip içerken, bir yandan da radyodan, Amerikan’ın bağımsızlığı için yıllar yıllar once İngilizlerle savaşan, George Washington’ın sevdiği şarkıları dinliyorlar… Yok yok, hemen inanmayın, şarkılar konusunda şaka yapıyorum.


SİVİL BAYRAM-ASKERİ BAYRAM . Buradaki bağımsızlık günü Türkiyedekiyle kıyaslandığinda çok daha sivil bir biçimde kutlanıyor. Yani insanlar Nazi Almanyasındaki gibi stadyumlarda, askerler gibi arş ileri marş ileri yürümüyor… simetrik ve muntazam görünümlü jimnastik hareketleri yapmaya gayret edeyim derken kendilerini germiyorlar… yapmacık bir üslupla, çok sıkıcı konuşmalar yapıp, inandırıcılıği olmayan bir vatanseverlik oyunu oynamaya kalkışmıyorlar…


4 Temmuz akşamı şehrin belli noktalarında havai fisek gösterileri oldu. Örneğin Boston’daki en büyük gösteri, her yıl Charles nehri kısyısında yapılıyor, New York daki ise Doğu nehri kıyısında... Uzunca bir süre pata pata pata havaiyi fişekleri patlatılılıyor ama ne havayi fişekleri; renkleri ve ortaya çıkan şekiller o kadar güzel ki…. Bu işi de artık bir sanat haline getirmişler.


Sybil le mangal partisine gidişimize döneyim yine. Bu kızla arabada yolculuk etmek güzel olmasına güzel de bir huyu var ki beni zannedersem biraz deli ediyor. Araba kullanirken, vır vır vır sürekli radyo dinliyor. O nun dinlediği radyo kanalında müzik de çalmıyor pek. Sadece bir takım insanlar hep ciddi konular üzerine konuşuyorlar. Zaten hayatımda her şey çok ciddi, bari bu kız bıraksa da izin günlerimde kafamı bir kesekağıdı gibi boş bıraksam, sevimli, sakin ve iyi niyetli bir inek gibi usul usul sağa sola baksam…


REKLAMSIZ HALK RADYOSU . Sybil’in dinlediği kanal WBAI adlı, kar amacı gütmeyen, reklamsız bir halk radyosu… Bu radyo da az buz değil hani; bir yıl dinleyin, bakın görün bir tane üniversite bitirmiş kadar olursunuz. O kadar dolu dolu bir radyo yani… İcme suyu sorunundan, Türkiye’deki gay haklarına, Afrika’daki AIDS sorunundan Amerikadaki hapishane ekonomisine kadar her konuya yer veren, her konuyu derinlemesine ele alıp didik didik eden bir radyo. İlerici bir radyo olduğu için de her şey bu istasyonda tartışılıyor. Şirket medyasında asla duyamayacağınız konular bu radyo sayesinde gün yüzüne çıkıyor. İşçisinden ev kadınına ve milyarder isadamindan sanatçısına kadar her kesimden Amerikalı radyoya duzenli olarak bağışta bulunuyor. Örneğin Sybil her ay 30 dolar yardım yapıyor. Kimin gönlünden ne koparsa. Bu yardımlar ve ücret almayan pek çok gönüllü çalışanı sayesinde WBAI finansal olarak çok güçlü. Bu nedenle ne devlete eyvallah ediyor ne de şirketlere…


Sybil’in radyosu WBAI Amerika’daki halk radyolarinin anası olarak bilinen NPR’a bağlı. 1970 yılında kurulan bu kuruluşa, WBAI gibi benzer ilkelerle yayın yapan 860 irili ufakli radyo bağlı ve haftada 23 milyon dinleyiciye ulaşıyor. NPR bu radyoların birbiri arasında program alışverişi yapmalarını sağlıyor. Bu alışverişte her radyo belli bir ödeme yapıyor. Böylece birbirleriyle alişveris yaparak para kazaniyorlar. NPR, ana kuruluş olarak bu radyoların kurumun yayıncılık prensiplere uyup uymadığını da kontrol ediyor.


HÜKÜMETE KARŞI HALK TELEVIZYONU . Halk radyoculuğu demisken bir de halk televizyonu var bu ulkede. PBS adlı bu kurulusun eski adi Ulusal Egitim televizyonu. 1967 yilinda kurulan PBS, eski adına layık bir yayıncılık yapıyor. PBS e baglı 355 kanalda özel televizyonlarda insanı bıkıp usandiran reklamlar yok. NPR gibi tümüyle şirket sponsorluklarıla ve bağışlarla ayakta kalıyor. PBS’in çalışma biçimi de NPR gibi. Her eyalette PBS’e bağlı bir ya da birden fazla yerel televizyon istasyonu var. Bunlar kendi yerel progranlarını yapıyorlar ama belli programları da ana kanal aracılığıyla birbirlerinden alıyor ve karşılığında da cüzzi bir ödeme yapıyorlar.


KES YARDIMI BİTİR İŞİNİ . Haftada 100 milyon insana ulaşan bu televizyon NPR gibi ilerici bir yayın anlayışına sahip, işte bu nedenle aşırı sağcı Başkan Bush’u deliye çevirecek yayınlar yapıyorlar. Örneğin Boston’daki WGBH televizyonu PBS bünyesinde yer alıyor. Bu kanalın yaptığı “Front Line” adlı haber belgesel programınin bazi bolumlerinde, Güney Amerika ülkelerinde CIA’nın döndürdüğu ihale dolapları, Irak’daki savaşın vahşeti, bu savaşın aslında Bush’un savaşı olduğunu ve ülke içindeki her türlü usulsüzlükleri gözler önüne seriliyor. Bu nedenle Bush, her defasında PBS’e devletin kanunen yaptığı yardımı kesmeye çalışıyor. Ancak PBS Bush’un bu mali tehditlerine göğüs geriyor ve yayın politikasından asla ödün vermiyor. En son bu yıl yardım bütçesinin neredeyse yarısının kesilmesine ve $420 milyon dolara indirilmesine karar verildi, bakalım ne olacak, umarim bu karar da kongreden döner. Çünkü Cumhuriyetçi Parti’nin amaci PBS’e devlet yardımını tümden kesmek ve bu sayede uzerine kondugu paralari Irak savaşında har vurup harman savurmak.


ZAVALLI PRAVDA’NIN DA ADI ÇIKMIŞ . Bu arada size bir itirafta bulunayım; o kadar beceriksiz bir yazarım ki sabahtan beri lafi TRT’ye getirmeye çalışıyorum, ancak gelebildim. Şimdi beni yiyip bitiren TRT derdinden sözedebilirim artık. Turkiye'nin "halk televizyonu" olan TRT biraz tuhaf bir televizyon aslında. Anlıyorum, girişimlerin bizzat devlet eliyle gerçekleştirildiği yıllarda, devlet TRT’yi kurdu. Bu TRT her dönem olduğu gibi tek kanallı dmnemde içindeki kaliteli kadrolarla güzel şeyler de yaptı ve büyük bir boşluğu doldurdu. Tek olması nedeniyle geniş kitleleri yakalayacak bir yayin politiksi geliştirdi.. Ama TRT politik olarak biraz korkunçtu. Çünkü hep devletin sözcülüğünü yapan bir propaganda organıydı. Tıpkı eski Sovyetler Birliği ndeki rejimin sözcülüğunü yapan Pravda gazetesi gibi. Gerçi zavallı Pravda’nın da adı çıkmış. Yolu düşen yazarlar bu gazeteyi tekmeliyor. Oysa Amerika’dan Turkiye ye kadar dünyanın her yerinde özel sektörün sahip olduğu sözde objektif olan ama özde Pravda gibi işleyen, yani birilerinin beynini yikamaya calisan bir sürü gazete var.


TRT’NİN KİŞİLİK PROBLEMİ . Şimdi ise koşullar değişti. TRT dışında yüz çeşit kanal var. Dolayısıyla TRT’nin diğer kanallarla yayın yarıştırması, rating kaygısı güderek reklam gelirinden iyi bir pay alma çabası çok anlamsız. Eğer reklam almak için populist programlar hazırlayacaksan neden halkın eletrik faturasından TRT vergisi kesiliyor. O halde kendi başına ayakta kalmaya çalış. İkincisi halk neden her gelen hükümetin borazanı ya da oyuncağı olmaya ayarlanmış bu televizyon için üste bir de para versin. Hükümetin propagandası için halkın cebine neden el uzatılıyor.


TRT için şöyle bir formül geliştirilebilir; vatandastan vergi alınmaya devam edilir, böylece TRT finansal olarak devlet tarafından desteklenen bir TV olur, ama aynı zamanda TRT’nin yönetimi devletten yüzde yüz bağımsızlaştırılır. Yani yöneticileri hükümet değil TRT çalışanları kendi seçer. Bu durumda TRT’nin takib edeceği yayıncılık prensipleri çok önemli olacak. Bunun için de PBS gibi saygin halk televizyonlarınin yayın prensiplerine bakarak bir TRT çizgisi, bir TRT kişiligi geliştirilir. Yani TRT kar amacı gütmeyen, devlet tarafından desteklenen ama devletin hiç bir şekilde müdahale edemediği bir yapıya kavuşturulabilir. Çünkü Turkiye’nin, kar etme derdi olmayan bağımsız ve ilkeli bir halk televizyonuna ihtiyaci var. Bu televizyon demokratik bir toplumun kurulmasına yardımci olabilir. Bu da bir olayın bütün yönlerini görmelerini saglayacak verileri izleyicilere sunmakla olur… Hazırlanacak tarihsel belgesellerle resmi tarihin bütün yanlışlarını toplum hafızasından silip atılabilir… Hazırlanan tartışma haber ve popüler kültür programlarıyla insanlarin seviyesi yukarı çekilebileceği gibi, toplum içindeki farklı grupların da birbirlerini anlamaları saglanir. Çoğulcu bir toplumun temsilciliğini üstlenmeyi hedef alan bir TRT, o toplumdaki bütün azınlıkları da doğru biçimde ekrana yansıtabilecektir.

06.07.2008 - taraf gazetesi

Bizim cadı Sybil’in arabasından hiç bahsettim mi bilmiyorum. Özetle bahsedeyim bari. 950 dolara alınmış külüstür mü külüstür bir Chevrolet, ucu asfalta sürtüp duran egzoz borusu öksüre öksüre çalışıyor, camlardaki kirden dışarıyı göremiyorsunuz, içerisi çok dağınık ve ağzına kadar irili ufaklı ne olduğu belirsiz eşyalarla dolu. Bana Halkalı Çöplüğü’nü anımsatıyor. Kazayla ayağınız kayıverse, çöplerin içine gömülür, nefes alamaz ve oracıkta can verirsiniz.

İki gün önceydi, akşam vakti atladık Sybil in arabasına, Westwood adlı kasabada bulunan bir masaj salonuna gidiyoruz. Arabada giderken düşünüyorum. Benim solcu arkadaşlarımın çoğu Sybil gibi dağınık. Ben de öyleyim, odamı düzeltirim iki dakika sonra yine her şey başa döner. Tekrar düzeltirim kaç dakika bilmiyorum ama çok geçmez tekrar dağılır, “Allah yardımcım olsun” derim, olmaz.

Bu nedenle ister istemez soruyorum, “Acaba bu solcu milletinde mi bir gariplik var, neden böyle dağınıklar"

Kaç gündür bu sorunun cevabını araştırıyorum, tam çat diye çatlayacaktım ki cevabı buldum. Evet, tahminim doğruymuş, bizim solcularda bir gariplik varmış. Aman durun solcu kardeşlerim, hemen hiddetlenmeyin. Sözünü edeceğim gariplikler öyle kötü gariplikler değil.

ASLAN YATTIĞI YERDEN, SOLCU DAĞINIKLIĞINDAN . Çeşitli üniversitelere bağlı psikologlardan John Jost, Dana Carney ve Sam Gosling’in yaptığı bir araştırma göstermiş ki aslan hakikaten yattığı yerden belli oluyor. Bu nedenle kimin sağcı kimin solcu olduğunu biraz olsun çakmak için onların ofis ve ev düzenine bakmanız yeterli. Solcuların evleri daha dağınık ama daha renkli, sağcıların ise daha derli toplu, daha aydınlıkmış. Solcular evlerinde daha çok kitap bulunduruyorlarmış, üstelik bu kitaplar farklı alanlardaymış. Yine solcular, diğer dünya ülkelerine ilişkin haritadır, fotoğraftır, hediyelik eşyadır... bulundurmayı daha çok seviyorlar.

Peki, insanlar neden böyle? Neden bazıları sağcı bazıları solcu oluyor? Acaba aileden mi miras kalıyor, yetişme tarzından mı, kişiliğimizdeki zayıf ve güçlü yanlarla ilgili bir şey mi, sadece işimize öyle geldiği için mi, zaman içinde neler yaşadığımıza bağlı bir şey mi, bulaşıcı mı? Ne?

Elin sosyologları, psikologları bizimkiler gibi üşengeç olmadıkları için oturup bu konularda kafa yormuşlar tabii.

ALINGAN SAĞCI, ATILGAN SOLCU . 1969 yılında, Berkeley Üniversitesi profesörlerinden Jack ve Jeanne Block, çocukluk kişiliği ile ilgili bir araştırma yaptılar. Araştırma için, çeşitli anaokulu öğretmenlerinden, çocukların mizaçlarını değerlendirmeleri istendi.

Bu çocuklar 20 yıl sonra tekrar bulundu ve onların çocukkenki mizaçları ile bir yetişkin olarak yaptıkları politik tercihler karşılaştırıldı. Görüldü ki solcular çocukken daha kendine güvenli, enerjik, arkadaşlarıyla daha yakın ilişkiler kurabilen, atılgan ve esneklermiş. Sağcılar ise alıngan, çok kolay mağdur duruma düşen, kararsız, katı, ürkek ve çekingenlermiş. Araştırmanın sonucunda ise çocukken yeterince kendine güven hissetmeyen çocukların, gelenekler ve otoriteye daha çok güvenme ihtiyacı duydukları ve büyüdüklerinde de bu gelenek ve otoriteyi sağ politikalarda buldukları tespiti yapılmış.

KİM TERTİPLİ, KİM YENİLİKÇİ . Buraya kadarki sonuçlar solcu kardeşlerimi sevindirdi şimdi azıcık sağcıları sevindireyim bari. Bundan beş yıl önce 22 bin insan üzerinde çok geniş kapsamlı bir araştırma daha yapıldı. Bu araştırmayı ise John Jost, Arie Kruglanski, Jack Glaser ve Frank Sulloway birlikte yürüttüler. Araştırmanın sonucuna göre sağcılar çabuk karar alma ve bu kararda ısrar etme konusunda daha tutkulular. Yaptıkları işleri ise daha tertipli, kuralına uygun ve belli bir disiplin içinde yapıyorlar. Solcular ise yeni fikirlere daha açık, daha meraklı, hep yeni heyecan arayışı içinde, yaratıcı ve yenilikçiler, ayrıca seyahate, sanata, müziğe ve edebiyata daha meraklılar. İki kesim arasındaki bir başka ilginç farklılık ise şu: sağcılar belirsizliğe karşı hiç tahammüllü değiller. Bunun yanı sıra, sağcıların dünyasında her şey daha siyah-beyazken, solcuların dünyasında gri alanlar da var.

Peki, insanları sağcı yapan en önemli faktörlerden biri neymiş biliyor musunuz: Ölüm korkusu ve dünyanın tehlikelerle dolu olduğu düşüncesi.

***

Gayler evlenmeye California’ya gidiyor

California eyaletinde gay evliliğinin serbest bırakılması evlenme daireleri önünde uzun kuyruklara yol açtı. Üstelik bu kuyruklar sadece eyalet içindeki şehirlerden gelenlerden değil, eyalet dışından gelen gay ve lezbiyen çiftlerden de oluşuyordu. Çünkü çıkan yasaya göre eyalet dışında yaşayanlar da gelip California’da nikâhı basıp dünya evine girebiliyorlar. Ne utanç verici bir durumdur ki bizim eyalette, yani New York’ta gaylerin ve lezbiyenlerin evliliği yasal olarak mümkün değil. Bu nedenle New York doğumlu olan ve Manhattan’da yaşayan ünlü oyun yazarı Tony Kushner, uzun zamandır birlikte yaşadığı partneri (eğer iki gay ya da lezbiyen sevgili aynı evde birlikte yaşıyorlarsa birbirlerini “partner” olarak tanımlıyorlar) Mark Harris ile birlikte California yolcusu. Bu gay çift 2003 yılında ahbapları ve aileleri arasında yaptıkları özel bir törenle ilişkilerini sosyal olarak resmîleştirmişlerdi.

***

Hepiniz bir Paris Hilton etmezsiniz

Geçen hafta, ünlü oyuncu John Cusack MSNBC’den Keith Olbermann programına konuk oldu. Nedeni ise Cussak’ın politik bir reklam kampanyasında yer almasıydı. Bu kampanyayı moveon.org adlı bir internet sitesi yürütüyor. Kampanya aracılığıyla, Amerikan halkına, Başkan Bush’un ve Cumhuriyetçilerin başkan adayı John McCain’in ülkeye ne kadar zararlı oldukları ve olacakları anlatılıyor. Bu web sitesinin sahipleri ise Silikon vadisinde iş yapan iki zehir zemberek girişimci. Görüyorsunuz elin işadamlarını ve sanatçılarını, paralarını koyarak kariyerlerini riske atarak neler yapıyorlar. Cumhuriyetçi Parti belasının bir daha bu ülkenin başına musallat olmaması için çaba gösteriyorlar.

Görmenizi istediğim nokta şu; ünlü bir Hollywood oyuncusu olan John Cusack bir siyasi aktivist gibi hareket ederek ülkesi için bir şeyler yapmaya çalışıyor.

Pop şarkıcısı Christina Aguilera, gençlerin oy kullanması için çaba harcayan “Rock the Vote” (rockthevote.com) adlı kampanyanın reklamlarında bedava oynuyor. 28 yaşındaki şarkıcı Alicia Keys Kenya ve Uganda’ya giderek oradaki AIDS’lilere yardım etmeye çalışıyor. Mia Farrow UNICEF’in iyiniyet elçisi olarak Darfur gibi Afrika’nın en tehlikeli bölgesinde insanlara yardım için çırpınıyor. Brad Pitt, New Orleans’ta evleri selde yıkılan insanlara evler yapıyor. Bu da yetmiyormuş gibi boşalan ve fakirleşen kente canlılık sağlamak ve dikkati şehre çekmek için karısı Angelina ve çocuklarıyla birlikte gidip bizzat o kentte yaşıyorlar. Bir de dönüp Türkiye’deki ünlülere bakın. Siz Kenan Doğulu’nun gidip Diyarbakır’da ev alacağını ve yılın yarısını orada geçireceğini düşünebiliyor musunuz?

Yukarıda saydığım Amerikalı ünlülerin hepsi, hem popülaritelerini belli bir davaya dikkat çekmek için kullanıyor hem de o davaya kendi ceplerinden inanılmaz miktarlarda büyük paralar akıtıyor. Türkiye’deki şarkıcılar, türkücüler, oyuncular, genç işadamları ise kazandıkları paraları tek başına yemeyi seviyor. Toplum için bir şey yapma gibi bir alışkanlıkları ve kültürleri yok. Kaçı Madonna gibi kimsesiz çocukları evlat ediniyor, kaç gay şarkıcı Kaos GL dergisine yardım ediyor, kaç genç işadamı çocukların eğitimine destek oluyor, kaç zengin köşe yazarı hayır için bir şey yapıyor. Türkiye’deki paralı insanlar bu açıdan dökülüyor. Onca küçümsenen Paris Hilton kadar bile olamıyorlar. Herkesin aptal muamelesi çektiği ve küçümsediği bu kız bile yardım kuruluşları ile birlikte kalkıp ta Güney Afrikalardaki yetimlerin yardımına koşuyor. Türkiye’dekilere “Yuh” diyorum başka da bir şey demiyorum.
29.06.2008 - taraf gazetesi

Taraf’ın bir süredir yayınladığı skandal belgeler karşında belli bir kesim hâlâ ikna olmuyor. Bu kesimin sisteme olan güçlü inancı, onların bu türden katı gerçekleri görmelerine engel oluyor. Çünkü bu gerçekler onların ideolojik inanç dünyasını ayakta tutan iskeleyi tümüyle alaşağı edebilir ve onlara büyük bir hayal kırıklığı yaşatabilir. Kimse de bunu yaşamayı, bir yıkıntının altında kalmayı tercih etmez. Sırf bu nedenle, ihtiyacı olduğu halde psikoloğa gidip kendine çeki düzen vermeye çalışan çok az insan vardır. Anlamak zor değil, bu tür insanlar kendileriyle, özellikle de olumsuz yönleriyle yüzleşmekten çok korkarlar.

?ÜPHECI OL Kİ GÖRESİN . Buna rağmen, şüpheci olmakta herkes için yarar var: kendimizden, doğru bildiklerimizden, tapındığımız ünlülerden, güvendiğimiz dağlardan... ?üphecilik insanın gözünü açan bir şey, öteki türlü sizden saklananı da saklanmayıp gözünüzün içine sokulanı da göremiyorsunuz. Yanlış anlamayın paranoyak olun demiyorum.
Bugün Türkiye’de yaşanan ve Taraf’ın ortaya çıkardığı belge skandalının bir benzeri yakın geçmişte Amerika’da ortaya çıktı. Ancak şüpheci ve cesur Amerikalı gazeteciler olmasaydı böyle bir skandal ortaya çıkmayacak ve toplumu ilgilendiren pek çok gerçek, devletin kara kutusunda saklı kalacaktı.
New York Times’ın ortaya çıkardığı skandala göre Amerikan Savunma Bakanlığı ülkenin en etkin televizyonlarında görev yapan askerî danışmanları istediği gibi yönlendiriyordu. Yani Savunma Bakanlığı danışman-gazetecileri kullanarak toplum bilincini biçimlendirmeye çalışıyordu.

PENTAGON’UN ÜLKEYI BİÇİMLENDİRME SAVA?I . Savunma Bakanlığı’nın toplum bilincini biçimlendirme çabası Irak savaşının başlamasından biraz önceye dayanıyor.
2001 yılında Pentagon bünyesinde Stratejik Etki Departmanı (The Office of Strategic Influence-OSI) adlı bir bölüm kuruldu. Bu bölümün varlığı aradan bir yıl geçmeden basına yansıdı.
Bu departmanın amacı, Irak ve Afganistan’daki savaşın psikolojik cephesini yürütmekti. Öyle ya var olan bir savaşı sürdürmek için önce kendi toplumunuzu, sonra da başka toplumları ikna etmeniz gerekiyordu. Psikolojik için en uygun silah ise gazetecilerdi. Bu savaşın gereği olarak da gazetecilere doğruları değil yanlışları iletmeniz gerekiyordu.
Kullanılan taktiklerden biri black propagandaydı. Hayali isimlerle, gazeteci ve sivil toplum kuruluşları liderlerine sürekli savaşla ilgili yanlış bilgiler içeren mailler yollanarak onları etkilemek ve Pentagon’un çizgisine çekmek hedefleniyordu.

DEVLETTEN MAA? ALAN GAZETECİLER . Bu departmanın yediği öteki naneler de var. Bunları da yine medyaya yansıyan skandallar sayesinde öğrendik. Pentagon, propaganda yapmak için gazetecileri maaşa bile bağlamış.
Örneğin 2006 yılında çıkan bir skandalda, Pentagon’un, farklı yayın organlarında çalışan 10 gazeteciye Castro karşıtı yorum yapmaları için para verdiği ortaya çıktı. Bu gazetecilerden üçü İspanyolca yayın yapan El Nuevo Herald için çalışıyordu. Oldukça da yüklü miktarlarda paralar alıyorlardı. Pablo Alfonso, devletten toplam 175 bin dolar almıştı. Ancak olayı öğrenen gazete yöneticileri “bizim çocuklar vatan millet için bunu yaptı” gibi bir savunma yapmadılar elbet, onların işine anında son verdiler. Çünkü gazetecilik ayrı askerlik ayrı.
Bu konudaki son skandal ise yine yakın zaman önce ortaya çıktı. Buna göre CNN, NBC , ABC, MSNBC, FOX News televizyonları ile bir çok radyoda askerî yorumcu olarak görev yapan isimler, Pentagon un medyadaki Truva atı gibi hareket ediyorlardı.
FOX News da çıkan ve Pentagon ne derse aynısını yankılayan John C. Garrett bu isimlerden biri. Kendisi emekli albay, FOX’dan ücret bile almaya tenezzül etmiyor. Çünkü parayı başka şekilde kazanıyor. Bu isim aynı zamanda, Patton Boggs adlı bir firma için çalışıyor. Bu firma özellikle Irak’taki Savunma ihalelerine katılan şirketler için ihale takipçiliği yapıyor. Durumu anlayın artık. Sayın Garrett Pentagon’un suyuna ne kadar giderse o kadar çok ihale kapma şansı var.

YAN GEL YAT OSMAN IRAK DEDİ?İN DÖRT DÖNÜM BOSTAN . New York Times’ın ele geçirdiği yazışma metinleri de gösteriyor ki çoğu asker kökenli olan bu yorumcular Pentagon’un “gag” dediğini noktasına virgülüne dokunmadan aynen aktarıyorlar. Pentagon bu beyefendiler için Irak’a özel turlar düzenliyor. Başka gazetecilerin girmediği noktalara bunlar götürülüyor. Yani bir sürü olanak ve kolaylık sağlanıyor. Hatta yeri geliyor Donald Rumsfeld’le rahatlıkla oturup çay kahve içiyor hoş beş ediyorlar. Bu sırada tek taraftan akan bilgilerle beyinleri bir güzel yıkanıyor tabii. Eve dönünce de dinledikleri bütün o yalan yanlış bilgileri esas alarak, askerî uzman sıfatıyla televizyonlarda yorumlar yapıyorlar. Karşılığında da her yorum için 500-1000 dolar arasında para kazanıyorlar. Oh, bir yorum yap yan gel yat. Bir de bu insanların savunma şirketlerinde buldukları yüksek maaşlı işler var tabii.
Demek ki Harper’s Bazaar dergisinin yayıncısı olan John R. MacArthur hiç de haksız değilmiş. Ne demişti, medya kuruluşlarının Irak savaşı konusunda ülkeyi sattığını ve tümüyle Bush’un propaganda organı haline geldiklerini söylemişti.
Bu yazıya burada bir son verirken, sorayım bari. Sondan bir önceki paragrafta çizilen manzara bana bayağı tanıdık geldi, peki ya size?

***

KENAN MENDEKLİ . Can arkadaşım Kenan Mendekli’yi yitirdik. Kenan, çok ama çok zor zamanlar geçirdi. Tam düzenini kurmuştu, rahat etmişti ki bu kez de kanser çıktı karşısına
O, deri fabrikalarında işçi olarak çalışmış, sendikacılık yapmış, siyasete girmiş, daha sonra gazetecilikte karar kılmış bir mücadele insanıydı. Ama yakalandığı kanser hastalığına yenik düştü.
Eşi Emoş’a ve dünya güzeli iki kızına sabır diliyorum. Kızları hiç bir zaman unutmasın ki babaları iyi bir insan, onurlu bir gazeteciydi.
22.06.2008 - taraf gazetesi

Allah’a şükürler olsun, güzel bir hafta geçirdim Hatta açık havada bir film bile izledim. Aslında birazını izledim. Film gösterimi, benim oturduğum semtteki Frank Sinatra Parkı’nda yapıldı. Bir hatırlatma yapayım: Frank Sinatra, bir zamanlar, İtalyanların ve gangsterlerin bıcır bıcır kaynadığı bu semtte yani Hoboken de doğdu. Genç bir delikanlıyken arkadaşlarıyla birlikte kurduğu ilk müzik grubu ise ismini bu semtten aldı: “Hoboken Four”.

KAR?I YAKA GAY YAKA . Hobokenlılar da kadir kıymet bildiklerini göstermek için Hudson nehri kıyısında inşa edilen dev iskelenin üzerine kurulan bu parka, rahmetlinin ismini vermişler. Park, karşı kıyıdaki Chelsea semtine bakıyor. O yaka ne kadar gay’se bu yaka da o kadar straight. İstisnalar da yok değil tabii...

Zengin bir semt olan Hoboken’da, beyaz Amerikalılar ve tek tük zengin yabancılar yaşıyor (istisnalar yok değil tabii). Nüfusun çoğunluğu finans sektöründe çalışan 30’lu yaşlardaki genç çiftlerden oluşuyor. Bu nedenle ortalık bebek arabası gezdiren nanny’ler ve çalışmayan annelerle dolu. Bu çiftler burada Hoboken’ın dar ama şık apartmanlarında bir süre idare ediyorlar, (çünkü işlerine daha yakın), biraz para biriktiriyorlar, çocuklar büyüyüp okul çağına gelince de varoşlarda (suburb) mortgage sistemiyle kendilerine bahçeli müstakil bir ev alıyor ve bu diyardan göçüp gidiyorlar.

ÇİMLERIN ÜZERİNDE SİNEMA KEYFİ . Neyse, neyden bahsediyordum, film gösteriminden bahsediyordum. Herkes yanında portatif sandalyesini, yastığını, battaniyesini getirmiş, çimlerin üzerine güzelce yerleşmiş, bense tipik bir Türkiyeli olduğum için, hazırlık mazırlık yapmadan, elimi kolumu sallayarak geldim. Millet film öncesinde pikniğini yapıp üzerine şarabını yudumlarken, ben, elimdeki organik limonata ve şortumun sağ cebinin derinliklerinden tesadüfen bulup çıkardığım nane şekerleriyle idare etmeye çalıştım.

SINATRA PARKI . Sinatra Park’taki akşam hakikatten çok güzeldi. Sinema perdesinin tam arkasında, tersine çevrilmiş bir avize gibi duran Manhattan manzarası ise görülmeye değerdi... Rüzgâr da püfür püfür esiyordu, ohh. Ancak ben filme bakar gibi yaparken sanki karşımda birileri varmış gibi içimden onlarla sohbet etmeye başlamıştım. Huy işte, çıkmıyor: İnsanların yüzüne söyleyemediklerimi onların hayaletlerine söylüyorum.

HAYALETLERE İÇ DÖKMEK . Hayaletlerle sohbet uzun sürdü, limonatamın dibini getirip, nane şekerlerimi de bitirince, uykuya dalmışım. Uyandığımda ise parkta bir tek ben vardım bir de cinler periler.

Neyse kalktım, yürüye yürüye eve gittim, zaten parktan beş dakika. Gecenin o saatinde uyku da tutmayınca Netflix’den kiraladığım Ralph Nader ile ilgili An Unreasonable Man adlı filmi koyup izlemeye başladım.

UZAYLI MUSTAFADAN ANKARA HAVALARI . Bu filmi izledikten sonra şu karara vardım: Eğer Ralph Nader gibi bir avukat Türkiye’de yaşıyor olsaydı. Melih Gökçek’i bir sürahi suda boğabilirdi. Ama gördüğünüz gibi Melih Gökçek bir sürahi siyanürlü suyu içerek basın açıklaması yapacak kadar kanlı canlı. Ankara Belediye Başkanı Gökçek, halk sağlığı açısından son derece kritik bir skandal karşısında, Uzaylı Mustafa’yı andıran tavırlar sergiliyor. Bununla da kalmıyor, topu sürekli saha dışına, yani bir İzmir Belediyesi’ne bir ODTÜ’ye atarak meseleyi kafa bulandıran bir futbol oyununa çevirmeye çalışıyor.

İşte sırf Gökçek gibiler yüzünden Nader’ın bu ülkede çok iyi bilinmesi ve örnek alınması gerekiyor. Çünkü Nader, kanunsuzlara savaş açan gerçek bir Amerikan halk kahramanı. Bu ülkede de bir zamanlar insanlara zehirli ve kontrolsüz sular içiriliyordu. Ta ki Nader’ın “Safe Dirnking Water Act” (Sağlıklı İçme Suyu Hareketi) bu işe el atana kadar.

Amerika’daki içme suyu ile ilgili verdiği inanılmaz mücadeleye girmeden önce Nader ile ilgili bandı bir ileri bir geri sarıp, O’nun bilmediğiniz yanlarını size göstermek istiyorum.

RALPH NADER’IN İÇME SUYU SAVA?I . Çoğu insan Nader’ı 2000 yılı Amerikan başkanlık seçimlerine Green Party adına katılan siyasi lider olarak görür. Hatta Nader o seçimlerde, oylarını bölmek ve başkanlığı Bush’un kapmasını sağlamakla suçlamıştı. Tıpkı bizde CHP’ye alternatif olan partilerin oy bölmekle suçlanması gibi.

Oysa Nader, tek başına giriştiği o çetin mücadele sonucu, Amerikan halkına hiç bir siyasi liderin veremediği kadar çok şey verdi. Üstelik sıradan bir aktivist, bir avukat olarak yaptı bunu. Bu uğurda çok bedel ödedi, telefonları dinlendi, peşine adamlar takıldı, şantajlar yapıldı, hayat kadınları aracılığıyla tuzağa düşürülmek istendi.

Yani Nader hem iyi bir politikacı hem de iyi bir aktivist. O’nun yaptığı işleri bir bilseniz... Bugün arabalarda size can güvenliği sağlayan emniyet kemerlerinin varlığını Nader’a borçlusunuz, yine araba camlarındaki sileceklerin sağlamlığı Nader sayesindedir. Bütün bu süreçte avukatlık mesleği Nader’a çok yardımcı oldu ve O’nun bu ülkenin gelmiş geçmiş en etkili tüketici hakları savunucusu olmasını sağladı. GM gibi büyük otomobil şirketlerini, başka büyük şirketleri, finans devlerini, hatta devlet organlarını yine devletin kanunlarını kullanarak dize getiren bir isim oldu Nader.

YURTTA?LAR! İLK HEDEFİNİZ HAKLARINIZ. Nader, 1971’de Public Citizen adlı bir örgüt kurarak içinde yer aldığı bütün öteki sivil toplum kuruluşlarını bu örgüt çatısı altında topladı. Bugün bu örgütün, çeşitli mesleklerden gelen ve organizasyona gönüllü olarak katkıda bulunan 140 bin üyesi olduğu söyleniyor. Örgüt üyeleri kendi aralarında gruplar kurarak hayatın her alanında, halk adına ciddi araştırmalar yapıyor, denetlemelerde bulunuyorlar ve yeri geldiğinde sorumlular hakkında davalar açıyorlar. Hormonlu gıdalar, reklam sahtekârlığı, çevre kirliliği, borsada sahtekârlıklar, medyanın kötüye kullanımı, yani aklınıza gelebilecek her türlü sorunun üzerine korkusuzca gidiyor ve önlerine çıkan kalın duvarları devirerek sonuca varmaya çalışıyorlar. Örneğin bu çalışma gruplarından biri olan “sağlıklı içme suyu hareketi” 1996’da Amerika’da bu konudaki kanunların bile değişmesini sağladı ve bu kanunlar tümüyle bu grubun sunduğu veriler dikkate alınarak yenilendi. Üstelik bu yenileme belediyeler ve devlete milyarlarca dolarlık bir yük bindirdiği halde. ?imdi halk iç rahatlığıyla musluktan akan suyu içiyorsa sebebi ne bürokratlar ne belediyeler, Nader ve yandaşlarıdır.

KENDİNİZİ KİMSENİN VİCDANINA TESLİM ETMEYİN . ?imdi Ankara’nın zehirli su meselesi ile ilgili neler yapılıyor ona bakalım. Tüketici Dernekleri Federasyonu (TÜDEF) başkanı konuyla ilgili açıklama yapıp, basına konuştu, sonra işi Allah’a havale etmiş gibi kenara çekildi. Bu işlerin basında yazılmasıyla her şey düzelecek sanki. Yine ÖDP’nin (Özgürlük ve Dayanışma Partisi) üyeleri sağ olsunlar duyarlılık gösterdiler, geçmişten kalma klasik bir protesto alışkanlığıyla belediyenin önünde miting yapıp slogan attılar. Sonra da Gökçek’i kendi vicdanıyla baş başa bırakıp geri döndüler. Sanki Gökçek utanıp konuyu çözüme kavuşturacakmış gibi. Hayır, halk, hiç bir şeyini bir belediye başkanının vicdanına teslim etmemeli. Kanun yolunu kullanarak Gökçek’in tıpış tıpış doğru olanı yapması, bugüne kadar yapmadıkları içinse cezası neyse onu da çekmesi sağlanmalı.

CİNSEL TACİZCİ ANAYASA MAHKEMESİ ÜYESİ . Bir hatırlatma daha yapayım. Amerika’da pek çok kanun sıradan insanların açtığı davalar sonucunda yeniden düzenlendi. Ya da bu davalar emsal teşkil ettiği için ileride ortaya çıkabilecek benzeri bir suç baştan önlenmiş oldu. Bunların kolay olduğunu düşünmeyin. Burada da her şey çok zor ama inançlı ve kendine güvenen insanlar var. Sigara ilgili yasal düzenlemeler ya da “sexual harassment” olarak tanımlanan cinsel taciz suçu bu tur davalar sonucu yapılandı. Somut bir örnek vereyim. Geçmişte, Anita Hill adlı kadının, Anayasa Mahkemesi üyesi olan Clarence Thomas aleyhine açtığı dava olmasaydı, bugün Amerikalı kadınlar iş yerlerinde bu kadar rahat olmayacaklardı. Bu kadın, kendisine cinsel tacizde bulunan üstü hakkında açtığı dava sürecinde çok çekti ama sonunda kazandı. ?imdi şirketler işe alım sırasında elemanlara cinsel tacizle ilgili bir prensip anlaşması imzalatıyor. Bunları ihlal ettiğinizde gözünüzün yaşına bakılmadan kapı önüne bırakılıyorsunuz.

?imdi! Bu ülkede Ralph Nader gibi eldeki delilleri uç uca ekleyecek ve haksızlıkların üzerine gidecek kahraman bir avukat yok mu? ... Kırıntısı da mı yok.