14.09.2008 - Taraf Gazetesi


Allah’ıma şükür, marketing (pazarlama) alanında az buçuk uzmanımdır. Uzmanlığım gereği de Türkiye’nin yurt dışındaki tanıtım kampanyalarını yakından takib ediyorum. Geçenlerde Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın konuyla ilgili bir açıklamasını, yüzümde tebessümle okudum.


Günay, Türkiye’nin yurt dışındaki tanıtımı için kullanılan reklam görsellerini güzel ve etkileyici bulmuş, “Ama” diyor “ bazen Türkiye logosunun üzerini kapatırsanız, bu Akdeniz’in başka bir ülkesinde olabilir izlenimi veriyor. Bundan biraz kurtulmamız gerekiyor.”


Tövbe Yarabbim, sayın bakan öyle teknik konulara değiniyor ki sanki grafiker. Görsellere de fena halde takmış. Ertuğrul Günay sevdiğim bir politikaci, O’nu kırmak istemem, ancak açıklamalarını fazlasıyla naif, profesyonellikten uzak ve derinlikten yoksun bulduğumu söylemeliyim.


REKLAMLARDA EUROVISIYON ETKİSİ . Niye mi öyle buldum, açıklayayım. Madem Amerika’da yaşıyorum, o halde buradan bir örnekle başlamalıyım. Arada bir Amerikan CNN televizyonu’nda Türkiye ile ilgili reklam filmleri dönüyor. Şu aralar rastlamıyorum pek. Bu reklam filmlerinin hepsi de klasik Eurovision tanıtım filmlerini andırıyor; Türkiye’nin tarihi bölgeleri ve modern yüzünü vurgulayan, çok hoş görüntüler ve görsel efektlerden oluşan bir video klip. Filmin sonunda, sonunda, laleli Türkiye (Turkey) logosu, Türkiye’yi düşlüyorum benzeri bir sözcükle beraber gelip ekranın köşesine konuveriyor. Eğer Türkiye diye bir ülkeden haberdar değilseniz bu reklamı rahatlıkla Hindi reklamı sanabilirsiniz.


Amerika’daki turizm pazarının yapısı ve tüketici davranışları göz önünde bulundurulduğunda, bu reklam filmlerinin, hiç bir amaca hizmet etmeyen, boşuna bir çaba olduğu ortaya çıkar. Neden boşuna, çünkü bu reklam hiç bir strateji üzerine oturtulmamış, sadece “şöyle güzelinden, şık bir reklamımız olsun, Amerikan medyasını doldursun” diye hazırlanmış bir reklam da ondan. Belli ki işlerden anlamayan bürokratların gözünü boyamak için hazırlanmış. Bu nedenle reklamdan kazanç sağlayan Türkiye değil, bu reklam için gösterim başı dolar ödenen CNN ve reklamı hazırlayan ajans.


Bu filmle ne hedeflendiği, ne söylendiği, ne anlatılmaya çalışıldığı da pek belli değil. Ama benim anladığım şu: deniyor ki bizde mavi deniz var, tarihi eserler var, metro da var, gel Amerikalı gel. Ama bu iş, meyveleri tezgâha koyup müşteriye gösteren manavcı anlayışıyla yapılamaz ki, bu anlayışla yapılan bir reklam filmiyle Amerikalıyı tavlamayı beklemek, sadece çocuksu bir hayal. Reklam hazırlanmadan önce ciddi bir piyasa araştırması yapılsaydı bu tür bir reklam filmi ortaya çıkmazdı zaten.


Siz bu reklamlarla insanları denize mi çağırıyorsunuz, boşuna, çünkü denizin en güzeli Karayipler’de var, üstelik Amerika’nın tam dizinin dibinde, dolayısıyla gitmesi daha ucuz ve daha kolay. Siz bu reklamlarla Kültür turizmine yatkın insanları mı hedefliyorsunuz, boşuna, çünkü hemen oracıkta koskoca Avrupa var, olmadı Amerikalıların daha alışık olduğu ve bildiği bir bölge olan Güney Amerika var... Siz bu reklamlarla, antik Yunandan kalma eser görmek isteyenleri mi cezbetmek istiyorsunuz, yine boşuna, çünkü Türkiyeden önce Yunanistan var.


Peki bu durumda Amerikalıların Türkiye’ye gelmeleri için sebep ne olabilir, ya da gelmemeleri için sebep ne olabilir? Türkiye onlar için ne gibi avantajlar içeriyor? Bu soruların yanıtlarını düşünerek bir reklam filmi hazırlansaydı, daha verimli sonuçlar alınabilirdi.


KARA İMAJ . Yok bu reklamlar turist çekmek için değil, Türkiye’nin modern ve geleneksel yönleri ile kültürel zenginliğini vurgulamaya yönelik hazırlanmış bir piar çalışması, bir imaj oturtturma kampanyası diyorsanız, o zaman ben de derim ki bu iş öyle kolay değil. İster kabul edin ister etmeyin Türkiye yurt dışında adı kötüye çıkmış bir ülke. Dolayısıyla bu kara imajla savaşabilmek için çok detaylı düşünülmüş, çok yönlü bir reklam kampanyasına ihtiyacınız var. Öyle zor bir şey yapıyorsunuz ki neticede çürük elmayı sağlam elma diye satmaya çalışıyorsunuz, bu nedenle de ağır bir makyaja ihtiyacınız var ama biliyorsunuz ki makyaj ağırlaştıkça kadın hafifler.


Doğru bir tanıtım stratejisi bulmak için önce Türkiye’nin adının neden kötüye çıktığını anlamaya çalışmak gerekir? Pek çok Amerikalı Türkiye den korkuyor. Üstelik bu önyargılara dayalı bir paranoya değil, tümüyle gerçekler üzerine kurulu bir korku. Örneğin Amerikan devletinin yurt dışına çıkacak Amerikalı turistleri bilgilendirmeye yönelik travel.state.gov adlı bir internet sitesi var. Bu sitede Türkiye ile ilgili gerçekler son derece doğru biçimde alt alta dizilmiş, Malatya’daki katliam, Alman turistlerin kaçırılması, Amerikan konsolosluğuna yönelik terörist saldırı, bütün trafik kurallarını hiçe sayan ve potansiyel katile dönüşen sürücüler.... Şimdi bu gerçekleri bilip de Türkiye’ye gitmek yürek ister.


Diyeceğim şu: Eğer gerçekten Türkiye’nin imajına yönelik bir çalışma içindeyseniz çözülmesi gereken pek çok düğüm var ve bu düğümler bazı noktalarda reklamcılığın gücünü çok aşıyor. Nedeni şu, Türkiye’nin yurt dışındaki imaji düşündüğünüzden de kötü. Yazar Orhan Pamuk Nobel alıyor, sevinmek yerine onunla kavga ediliyor, hatta neredeyse bir suikasta bile kurban veriliyordu: Ne oluyor, Türkiye’nin adı yazar düşmanına çıkıyor. Her yıl binlerce insan siyasal baskı gördükleri gerekçesiyle yurt dışına kaçarak, başka ülkelere sığınma talebinde bulunuyor. Ne oluyor, Türkiye’nin adı diktatörlüğe çıkıyor. Terör örgütleri ordunun içine kadar sızıyor. Ne oluyor, Türkiye’nin adı riskli ülkeye çıkıyor. 30 yıldır savaşıla savaşıla daha da büyütülen bir örgüt var ve bu örgütle savaş hala devam ediyor. Ne oluyor, Türkiye’nin adı sivil savaşın içindeki ülkeye çıkıyor: Aşırı dinci Talibanlar, ideolojik maksatla Bamyan vadisindeki tarihi dev Buda oymalarını yokediyor, bizde de elektrik maksadıyla Doğu’daki güzelim antik kentler baraj sularına gömülerek yokediliyor. Ne oluyor, Türkiye’nin adı tarih düşmanına çıkıyor.


Gelin de bütün bunları gizleyin bakalım, çok zor. Gizlemeniz için sınırsız bütçeyle hazırlanmış ağır bir piar makyajına ihtiyaç var. Ama iyisi mi makyajla değişmeyi boşvermek, makyaj zamanla akar ve görüntü daha da beter olur, hem madem, batılı ülkelerin Türkiye ile ilgili fikirlerinden pek çok kimse rahatsız oluyor, o halde Türkiye kendini değiştirsin, nasıl bilinmek istiyorsa öyle olsun. Hatta sevimli, insancıl, güleryüzlü, yeniliğe açık, demokratik bir ülke olsun, sonra bu yeni ülkenin reklamını doya doya yapın.


***


Türkiye’nin imajı nasıl tamir edilir


Türkiye, kimseden kendisini olmadığı gibi algılamasını beklemesin. Türkiyenin Batıdaki imajı yerlede sürünüyor, eğer yetkililer bu imajdan memnun degilse ve bundan kurtulmak istiyorsa, aşağıdaki maddeler yerine getirimeli.


* Tam Demokratik bir anayasa hazırlayın. Bu anayasada, etnik ve cinsel kimliklere karşı ırkçılık da dahil olmak üzere her türlü ırkçılığı yasaklayın, Türk kavramını değil Türkiyeliler kavramını yerleştirin, konuşma ve din özgürlüğünü garanti altına alın, devletin elini din işlerinden çektiği bir laiklik tarzını ilke edinin, merkezi devlet anlayışını batılı devletlerdekine benzer ölçülerde kırın.


Sonra da bu yeni Anayasayı çeşitli ülkelerin devlet başkanlarını çağırarak görkemli bir törenle kutlayın.


* Türkiye kökenli Ermeni, Kürt, Musevi ve Rumların yurt dışında oluşturduğu dernek ve organizasyon yöneticilerini Türkiye’ye davet edin ve onların karşısında geçmişte yaşananlardan dolayı özür dileyin. Bu tavır Türkiye’yi küçültmez, sadece yüceltir. Böylece Türkiye’ye karşı kullanılan politik silahları da susturmuş olursunuz.


* PKKyi dağdan indirmek için yarım ağızlı ve bulanık planlar değil, ciddi, detaylı, gerçekçi ve sonuç verecek net bir program yapın ve unutmayın; her savaş masada sona erer. Kürt illerinde yaşayan halkın, kendi yatırımcı gücünü kullanmasını geliştirecek projeler hazırlayın, köylerinden zorla uzaklaştırılan Kürtlerin geri dönmesi için projeler hazırlayın. Kürtçe-Türkçe eğitim veren okullar kurun. Bütün bu eylem paketini şenlikler düzenleyerek tüm dünyaya duyurun.


* Gay evliliğine izin verin, çünkü gayler Türkiye’nin askerî ve antidemokratik imajını tümüyle tolere edecek en büyük koz. Bütün dünyaya sürpriz yapın ve bu kozu kullanın. Hatta gay dernekleriyle iş birliği yaparak İstanbul’da Avrupa’nın en görkemli gay yürüyüşünü organize edin. Yürüyüşe gay olmayan ünlülerin de katılmasını sağlayın. Bütün dünya gazeteleri günlerce bu gelişmeyi konuşacak, Türkiye inanılmaz bir sempati toplayacak.


* Amerika’nın sanat ve kültür merkezi olan New York Manhattan’da bir kaç katlı küçük bir binayı satın alın ve adını “Türkiye Modern Saatler Müzesi” koyun. Burada bütün Ortadoğulu sanatçıların eserlerini sergileyin ve işletmesini de kar amacı gütmeyen bir kuruluşa verin. Bu müze bütün turist rehberlerine girecek, milyonlarca turist tarafından ziyaret edilecek, her yeni sergide adından başında sözedilecektir. Böylece “Türkiye” ve “sanat” sözcükleri hep yanyana geçecek.


* Dünyanın en iyi 10 fotoğrafçısını iki aylığına işe alın. Bir tema belirleyin diyelim ki aşk... Bu fotoğrafçıların iki ay süreyle bu tema çerçevesinde sadece Türkiye içinde fotoğraf çekmelerini sağlayın. Onların işlerine hiç karışmayın. Sonra çıkan eserlerden oluşan “Aşk ve Türkiye” adlı sergiyi dünyanın bütün sanat galerilerinde dolaştırın.


* Özgürlüğe bir kez de siz sahip çıkın. Nasıl olsa yukarıdaki değişimleri de tamamladınız.Önce İstanbul’da diyelim ki “21. yüzyılda dünya barışını kurmak” adlı uluslararası bir konferans düzenleyin. Tüm dünyadan felsefeci, ekonomist, edebiyatçı, sanatçı, politikacı ve bilimadamlarını davet edin. Bu konferansdan çıkan bildirgeleri esas alarak, dünyada diyelimki 10 başarılı mimar, heykel sanatçısı ve grafik sanatçısına dev bir abide siparişi verin. Hazırlanan projeleri ise konferans katılımcılarının oylamasına sunun. Onların beğenip seçtiği çalışmayı hayata geçirin.

Eğer bu hedefler gerçekleştirilirse, Türkiye sağı solu belli olmayan, ne yapacağını tahmin etmesi zor bir ülke olmaktan çıkacak, standartları olan bir ülke haline gelecektir. Standartları olan bir ülkeyi de herkes sever ve güvenir; o zaman turisti de gelir yabancı yatırımcıları da gelir, herkes gelir.
07.09.2008 - Taraf Gazetesi

Geçen Pazartesi burada Labor Day'di, yani işçi bayramı, dolayısıyla pek çok iş yeri tatildi. Amacım o günü evde geçirip, temizlik yapmak, birikmiş çamaşırlarımı yıkamaktı. Nitekim planladıklarımı da yaptım. Hem de erkenden...


Bütün gün kendimi içeriye hapsetmekten sıkılmıştım, dışarı çıkmak istiyordum. Bu nedenle hemen telefonun tuşlarına pıt pıt pıt dokunup, arkadaşlarımı aradım ve onları bir barda buluşup, soğuk bir şeyler içmeye ikna ettim,


YÜRÜYEN OFİS Saat 6.30 gibi Kuzey Chelsea’de bir barın terasında buluştuk. Şansımıza havada çok güzeldi, püfür püfür esiyordu. İlk biraları ben ısmarladım, 5’er dolardan 5 bud light aldım, etti 25 dolar, 3 dolar da bahşiş verdim…


Arkadaşlarımdan biri Fransız-İtalyan karışımı, diğeri Tayvan kökenli, öteki Macar-Alman karışımı. Bunların hepsi burada doğmuş Amerikalılar. Ancak dördüncü arkadaşım 15 yıl önce ailesiyle birlikte Diyarbakır’dan Amerika’ya gelip yerleşmiş bir Kürt, ismi Baran. Kendisi hem TC hem de Amerikan vatandaşı. Çift vatandaşlı olduğu için kendini şanslı sayıyor.


Bizimkilere, birkaç gün önce Manhattan’ın kuzey batısında (Upper West Side), cadde kenarında rastladığım bir ofis arabayı anlatıyorum. Bildiğiniz 5 kişilik otomobillerden... İçinde dosya dolabından, fotokopi makinesine ve bilgisayara kadar her şey vardı. Otomobildeki genç adam, bilgisayarda bir şeyler yazıyor, bir yandan da çıkış makinesinden aldığı kâğıtları dosyalıyordu.


Baran, bu anlattığım olay karşısında hiç şaşırmadı, çünkü böyle bir trend olduğunu biliyormuş. Bu işin özellikle pazarlamacılar arasında giderek yaygınlaştığını söylüyor, Siparişi almak, gerekli anlaşma kâğıtlarını arabada hazırlayıp imzaya hazır hale getirmek, merkezle detaylar üzerinde konuşmak ve hemen oracıkta müşteriyle bütün işleri bitirmek için ideal bir yöntem. Hatta sırf arabalara ofis malzemeleri satan comfortchannel.com gibi web siteleri bile varmış.


TÜRK DEĞİL KÜRT Güzel bir akşamdı, çocuklar gibi şendik, kakara kikiri sohbet ediyorduk. Derken Baran’ın tam arkasında iki kişinin Türkçe konuştuğunu fark ettik. Baran hemen heyecanla yüzünü onlara dönerek Türkçe, “merhaba nasılsınız” dedi onlar da “iyiyiz, sağolun siz de Türk müsünüz” cevabını verdiler. Baran gayet saygılı bir tebessümle “yo hayır, Türk değil, Kürdüm ama Türkiyeliyim” dedi. İki Türk bu yanıtı aldıklarında buz kestiler sanki, derken suratlarını ekşiterek, Baran sanki hiç orada değilmiş gibi aralarındaki sohbete devam ettiler.


Baran’ın tebessümü yüzünde asılı kalmıştı. Bu tür davranışlarla daha önce karşılaşmasına rağmen her defasında yaşadığı durum nedeniyle üzüldüğünü söylüyor ve ekliyor, “Ne zaman bir Türkle karşılaşsam ve Kürdüm desem aynı tepkiyle karşılaşıyorum, bana kendimi suçluymuşum gibi hissettiriyorlar.


ALİYE RONA TOKADI Baran’a göre işin ilginç yanı bugüne kadar benzer tepkiyi veren Türkler’in aslında son derece eğitimli, kibar ve hoş insanlar olması. Ancak Baran “Kürdüm” deyince işler bir anda değişiyor ve bu kibar Türkler suratlarına sert bir Aliye Rona tokadı yemiş gibi oluyorlarmış. Baran, şu sözleri de söyleyip konuyu kapatmaya çalışıyor; “Biliyorum ki Kürt olduğumu söylemesem, onlar benim Kürt olduğumu anlasalar dahi hiç bir sorun yaşanmayacak. Ama ben kendimi niye gizleyeyim, neysem oyum, üstelik burası Amerika, özgür bir ülke, onların burada benim özgürlüğümü kısıtlamasına asla izin vermem.”
Baran’ı çok iyi anlayabiliyorum. New York gibi bin bir çeşit milletten insanın bir arada yaşadığı, birlikte ürettiği, birlikte mücadele ettiği, evlendiği, sevgili olduğu, öpüştüğü, seviştiği, yediği, içtiği, gezdiği, tozduğu bir şehirde, bazı Türkler’in hâlâ Kürt lafını duyunca hakarete uğramışçasına alınganlık göstermeleri anlaşılması zor bir davranış.


DOLABA KİLİTLENMİŞ AZINLIKLAR Aslında Baran’ın o aksam o barda yaşadığı durum Amerikan standartlarına göre ciddi bir ırkçılık. Örneğin New York’ta bir iş yerinde benzer bir durumla karşılaşmış olsanız, o iki insanı İnsan Kaynakları departmanına rahatlıkla şikâyet eder ve derhal işten attırabilirsiniz. Ancak Türkiye’de bütün azınlıklar bu talihsiz durumu her an yaşıyor ve bunun karşısında yapacakları pek de bir şey yok, çünkü onları bu konuda koruyan hiçbir yasa yok. Bu nedenle Türklük olarak geçen, ırkçı mitoslar üzerine kurulu Kemalist ruh, bir şekilde ülkedeki bütün azınlıkları dolaba kilitliyor. Dolabın dışına ise ancak Türkmüş gibi davranırsanız çıkabilirsiniz.


İşte bu nedenle Türkiye’de, aslında Kürt olan, Musevi olan, Ermeni olan hayalet Türkler epey çoğunlukta. Aynı şey fikir azınlıkları ve cinsel azınlıklar için de geçerli; gerçekte sosyalist olan ya da İslamcı olup Kemalist gibi davranan bir sürü hayalet Kemalist var. Örnekleri çoğaltabilirsiniz; gay olup straight numarası yapmak zorunda kalanlar, üniversiteye girebilmek için başını açmak zorunda kalan türbanlılar…


Bu nasıl bir Cumhuriyet ki vatandaşlarına oldukları gibi görünme izni vermiyor ve toplumdaki bireyler kendi asıllarıyla mesafeli yaşayan birer hayalet vatandaşa dönüşüyorlar.


Aslına bakılırsa Cumhuriyetin kendisi de gerçek bir Cumhuriyet değil. O da kendini dolaba kilitlemiş ve dışarıda aslıyla hiçbir benzerlik taşımayan hayalet bir mekanizma olarak dolaşıyor..


SÜRÜM SÜRÜM SÜRÜN Bizdeki Cumhuriyet neden mi gerçek bir Cumhuriyet değil? Söyleyeyim, Cumhuriyetler’de insanlar fikir ve düşüncelerini ifade etme özgürlüğüne sahiptir değil mi; o halde Nazım Hikmet’ten günümüze kadar, yazdıkları ve söyledikleriyle sürüm sürüm süründürülen yazar, sanatçı ve politikacılara ne demeli…


Cumhuriyet halkın kendi kendisini yönetmesidir değil mi; o halde her on yılda bir yapılan darbeler ve son 20 yılda yapılan post modern darbelere ne demeli


Demek ki bizde gerçek bir Cumhuriyet değil onun halkı ürküten hayaleti hüküm sürüyor.


REBECCANIN R İşte bu hayaletten sırt alan Kemalistler, kendilerini nedense Cumhuriyetin ev sahibi olarak görürler, kendi dışındakileri, özellikle de azınlıkları, bu Cumhuriyetin ortağı değil, misafiri olarak kabul ederler. Bu nedenle, Kemalist olmayanların önünde sadece üç seçenek vardır, ya boyun eğecek ve aslını inkâr ederek hayalete dönüşeceksin, ya dağlara çıkacaksın ya da ülkeyi terk edeceksin.


Kemalistlerin bu tavrı, bana Alfred Hitchcockun, Rebecca filmindeki sadık hizmetçileri hatırlatıyor. Film, büyük bir şatoda yaşayan hizmetkârlarla, bu şatoya yerleşen, yeni gelin arasındaki çatışmalı ilişki üzerine kuruludur.


Evin eski hanımı Rebecca ölmüştür. Buna rağmen evin hizmetkârları ölen kadına saplantılı bir bağlılık gösterirler. Onun ruhuna sadık kalayım derken şatonun sahipleri gibi davranırlar. Onun yatak odasını olduğu gibi korurlar, elbiselerini, yastıklarını, çalışma masasında yer alan ve üzerinde ‘R’ harfi olan ofis malzemelerini...


Bu hizmetkârlar işi öyle bir boyuta taşırlar ki Rebecca’nın yerine geçen yeni gelini, bir türlü kabullenmez ve O’nu sürekli Rebecca ile kıyaslarlar. Zavallı yeni gelin, sonunda pes eder, ancak bu kez hem kendini kocasına beğendirmek, hem de bu hizmetkârlarla iyi geçinmek için Rebecca gibi davranmaya başlar. Böylece bir karakter parçalanması yaşar ve kişiliğini kaybeder. Bu durum O’nun mutluluğunu ve kocasıyla ilişkisini iyileştirmez, aksine zorlaştırır.


Diyeceğim şu ki herkesin kendi gibi olabildiği yeni bir Cumhuriyette hayat da daha kolay olacak
31.08.2008 - Taraf Gazetesi

Unutmuşsunuzdur, hatırlatayım. Geçen sefer terörist bir kuş, beni New York’un orta yerinde, güpegündüz, üstelik de herkesin gözü önünde kaçırmıştı. Nasıl mı olmuştu? Tam da New York şelalesinden atlarken olmuştu; havada beni yakalamış ve iri kanadının üzerine alarak güneşin battığı yöne doğru uçmuştu. O yazıyı hatırladınız değil mi?..


Neyse efendim, yolda giderken bu terörist kuşla bayağı bir samimi oldum. Meğer kendisi İranlı yazar Farîd ud-Dîn Attâr’ın bundan yaklaşık sekiz yüzyıl önce yazdığı Kuşlar Konferansı adlı kitabındaki şu ünlü yarı insan yarı kuş olan ölümsüz Simurg’muş. Bunu öğrenir öğrenmez “eyvah, kaçırıldım, rehine alındım” korkusunu hemencecik üzerimden atıverdim. Ne de olsa bu kuş ermiş bir kuştu, yüzyıllarca yaşamış, dünyanın bütün bilgisine sahip bir kuş. Yani bildiğiniz kuşlara hiç benzemiyor; O bir filozof, dolayısıyla zararsız...


Simurg, insanların onu geçmişte kalan bir efsane sandığını, oysa kendisinin bütün zamanlarda yaşayan bir varlık olduğunu anlattı bana. Yani geçmişte olduğu gibi bugün de var ve gelecekte de olacak... Her neyse, Simurg günümüzün sorunlarıyla da oldukça ilgili bir kuş. Örneğin medyaya ve gazetecilere fena halde takmış durumda. Onların hiçbir şeyi doğru dürüst görmediğini ve çetrefil olayları algılamakta zorluk çektiğini düşünüyor. Bu yaklaşımından dolayı Simurg’u biraz saf buldum, çünkü esasına bakılırsa, gazeteciler herşeyi herkesten daha iyi görüyor ama işlerine gelmediği için görmezden geliyor ya da gördüklerini zihinlerindeki çıkar aynalarından geçirip biçimini bozuyor, değiştiriyor ve ondan sonra halka yansıtıyorlar.


Peki, Simurg beni niye kaçırmış biliyor musunuz? Gazetecilere ders vermek için kaçırmış. Daha doğrusu onların gözünü açmak istemiş, bu nedenle beni bir numune olarak seçmiş. Düşünebiliyor musunuz, beni de o gazetecilerle bir tutuyor, kurunun yanında benim gibi yaşın da gözünü açmaya çalışıyor.


Peki, gözümü açmak için ne yapmayı planlıyor bu kuş? Beni çok ilginç bir tura çıkaracakmış; hadi çıkarsın bakalım, yaz da bitti ama... Fakaaaaat bu öyle bildik bir tur değilmiş. Geçmiş, bugün ve gelecek arasında gidip gelen fantastik bir gezi olacakmış. Benim dünyadaki farklı olaylara tanıklık etmemi sağlayacak, o olayları bizzat çıplak gözle görmem için çaba gösterecekmiş. Sırf şaka olsun diye sordum, “Bill Clinton ile sekreteri Monica’yı Oval Ofis’te oral seks yaparken de görebilecek miyiz?” Bu soru Simurg’u çok kızdırdı, “Siz Türkiyeli gazeteciler böylesiniz işte, aklınız fikriniz sekste”. Bu kez de ben sinirlendim, “Ne yani senin aklın firkin sadece türbelerde ve evliyalarda mı?” Hay Allah dilim şişseydi de bu lafı etmeseydim, intikamcı kuş, kanadını hafif eğdi, az kalsın yuvarlanıp aşağıya düşecektim.


Bu nasıl bir gezi anlayamadım, New York’tan çıkmıştık, gele gele yine New York’a geri geldik, acaba aynı yöne gidip dünyanın etrafında bir tur mu atmıştık? Hmmm, bir tuhaflık olmalı, bu New York, benim bildiğim New York’tan farklı. Örneğin Lexington Caddesi üzerinde uçarken, kenardaki Bloomberg binasını göremedim. Oysa bu bina 2005 yılından bu yana oradaydı. Yine bu caddede bırakın 2007 model arabaları, 2000 model araba bile geçmiyordu, gördüklerim 1960’lı 70’li yılların popüler markaları olan Chevrolet Corvette, Mercury Cougar, Dodge Charger, Ford Mustang’dı... Allah allah….


Dikkatimi bu kez insanlara veriyorum, aaaa, ‘İspanyol paça pantolonlar, eşekkulaklı gömlekler giyinenler çoğunlukta, erkeklerin saçları da uzun... Anlaşıldı, biz tarihin gerisine gitmişiz, yani zannedersem 60’ların sonu 70’lerin başındayız.


İleriden bağırış çağırış sesleri duyduk. Simurg o yöne uçmaya başladı, of!!! aşağıda bir milyona yakın insan toplanmış, gösteri yapıyor. İyice alçalmaya başladık. Göstericilerin ellerindeki pankartlardan anlıyorum ki Vietnam savaşını protesto ediyorlar. Hepsi de çok kızgın, itirazlarını dile getiriyor, yer yer de polisle çatışıyorlar. Amerikan hükümetinden hesap soruyor, bu haksız savaşı bitirmesi için baskı yapmaya çalışıyorlar.


“Aman Simurg, çok acıktım, iniş yapalım da bir şeyler yiyelim” diye rica ettim bizimkine. Bunun üzerine Union Meydanı’na yakın bir yerde, “Diner” denilen ve içinde ucuz ama lezzetli klasik Amerikan yiyeceklerinin satıldığı bir lokantanın kapısının önüne iniş yaptık. Simurg ölümsüz bir canlı olduğu için yemiyor içmiyor, dolayısıyla dışarıda beni bekleyeceğini söyledi.


Ağzında sigarasıyla masaların arasında gidip gelen garsonu beklerken, TV’ye bakıyorum. Gösterilerle ilgili görüntülü haberler var. Hatta bir ara tekerlekli sandalyeli ve koltuk değnekli Vietnam gazileri de görüntüye geliyor. Elleri havada slogan atıyorlar. İçlerinden biri madalyalarını söküp yere fırlatıyor ve diyor ki “işte insan öldürdüğüm için bana verilen rozetler”, bir diğeri ise “Umuyorum bir gün Vietnam’a geri gidebilir ve ülkelerini viraneye çevirdiğimiz o zavallı insanlara yardım ederim” diyor.


Yine TV’de Vietnam’a giderek düşman birliklerini ziyaret eden ünlü Hollywood yıldızı Jane Fonda’nın eski görüntüleri var. Bu görüntülerin ardından Michigan Üniversitesi’nde yüzlerce öğrenciye seslenerek yaptığı bir konuşma geliyor ekrana, Eğer komünizmin ne olduğunu anlasaydınız dizlerinizin üzerine çöküp bir gün komünist olmak için dua ederdiniz.


Televizyon birden karıncalanıyor, kendi kendime mırıldanıyorum, “Hıdırcığım, bu ülke çok karışık herkes sokaklara dökülmüş, çekip gitseniz iyi olur”.


Dalıyorum, düşünüyorum, aslında Simurg beni kaçırmakla hiç de fena etmemiş. Gözüm hakikatten açılıyor. Bazı noktaların ayırdına varıyor, bazı noktalar üzerine daha fazla düşünmeye başlıyorum. Örneğin şimdi sokaklarda böyle toplanmalar, bağırmalar çağırmalar eski sıklıkta yapılmıyor. Peki, bunu neye yormak lazım. Amerikan halkı artık hiçbir şeyi protesto etmiyor diye mi düşünmeliyiz. Yok, öyle düşünmemeliyiz. Çünkü Amerikalılar her şeyi öyle bir protesto ediyorlar ki şaşarsınız. Tabii protestolarını sokağa çıkarak değil, evde bilgisayarlarının önünde yapıyorlar. Sanmayın ki bunun bir etkisi, işlevselliği yok, aksine hem çok etkili hem çok işlevsel.


Üstelik internet ortamında, hiçbir şey protesto boyutuyla kalmıyor. Sıradan insanlar biraraya geliyor, devletten, büyük kurumlardan ve zengin şirketlerden bağımsız olarak projeler geliştiriyorlar.


BAĞIMLI GAZETELERE KARŞI BAĞIMSIZ BLOGLAR . Bloglar bu yeni tür muhalefetin yani dijital muhalefetin en büyük silahlarından biri. Dünyada inanılmaz bir blog fırtınası esiyor. Ama bu bloglar Amerika’da daha çok ilgi görüyor ve daha büyük kitlelere ulaşıyor.


Diyelim ki hiçbir gazeteyle uyuşan bir gazeteci değilsiniz, bu durumda kendinize rahatlıkla beş kuruş ödemeden bir blog açabilirsiniz. Blog dediğiniz bir ya da birkaç sayfalık çok basit bir web sitesi. Kullanımı da çok kolay. Kendi bloğunuzda istediğinizi istediğiniz gibi yazabilirsiniz; ne yazınızı kesip biçecek biri var, ne de yazınızın maksadını gazetenin bir takım politikaları nedeniyle değiştirecek bir yazı işleri ekibi var, orada bir tek siz varsınız. İşte bu nedenle okurlar da bloglara ilgi gösteriyor, çünkü yazılanlar daha sahici ve daha samimi, üstelik de muhalif.


Bu ilgi, blog sahiplerine reklam geliri de sağlıyor. Böylece blog sahibi rahatlıkla geçimini sağlayabiliyor. Hatta bu bloglar şimdi kendi aralarında örgütleniyorlar, aralarında bir reklam birliği bile sağlanmış durumda. Örneğin Liberal Blog Advertising Network adlı bir kuruluş var. Bu kuruluş, 150'den fazla özgürlükçü muhalif blogun reklam bulmasına yardımcı olarak onların finansal olarak ayakta kalmalarına yardımcı oluyor.


Bloglar hakikaten çok etkili. Bütün büyük televizyon kuruluşları ve gazetelerin ambargo koyduğu Noam Chomsky bile “corporation free” denilen bu bloglar sayesinde hâlâ çok etkin, pamshouseblend.com, americablog.com, frameshopisopen.com, dailykos.com bu tür bloglardan sadece birkaçı.


KİTLESEL E-MAİLDEN ONLINE PROJELERE . Aslında dijital muhalefete geçiş, insanların birbirlerine gönderdikleri kitlesel e-maillerle başladı. Bu e-mailler sayesinde biraraya geldiler, toplandılar, tartıştılar, imza kampanyaları düzenlediler, hatta sokak gösterileri bile organize ettiler.


Ancak bu bir başlangıçtı ve bir süre sonra bu muhalif dalganın önemli bir kısmı tümden online üzerinde yürümeye başladı. İnternetin sağladığı imkânlardan daha verimli yararlanma yolları bulundu ve bir süre sonra protesto gösterileri sokakta değil dijital ortamda yapıldı.


DÜNYANIN BÜTÜN EYLEMCİLERİ BURAYA . Bu süreç içinde, belli alanlarda muhaliflerin bir araya geldiği web sayfaları yayına geçti. Hatta bugün bu işte öyle ileri gidildi ki örneğin care2.com adlı web sitesi, her konuda, dünyanın her yerindeki aktivistleri bir araya getiriyor. 1998 yılında kurulan ve bugün dünya çapında 9 milyondan fazla üyesi olan bu web sitesi, pasif vatandaşı fazla zahmete sokmadan aktif vatandaş haline getirmeye çalışıyor. Örneğin, “10 yıl içinde Amerika’nın tümden temiz enerjiye kavuşmasını istiyoruz” kampanyasına bir tıklama ve kısa bir form doldurma yoluyla katılabiliyorsunuz. Aynı şekilde yılda yarım trilyon dolar savunmaya harcayan Pentagon’a karşı da çıkabiliyorsunuz ya da işçi hakları için bir şeyler yapabiliyorsunuz.


Care2.com dışında bir sürü aktivist web sitesi daha var. Örneğin gayrightswatch.com gay hakları konusunda mücadele veriyor, biraz bizdeki kaosgl.com adlı başarılı web sitesine benziyor. Downhillbattle.org ise müzik piyasasını tekeline alan büyük şirketlere karşı mücadele veriyor. Bağımsız müzik yapan müzisyenleri desteklemek ve onların ürünlerini yaymasına yardımcı olmak için var. Freecyle.org sayesinde elinizde olan herhangi bir eşyayı, dünyanın başka bir köşesinde yaşayan ve ihtiyacı olan insanlara bağışlama fırsatı buluyorsunuz.


VİCTORIA SECRET’İ DİZE GETİRDİLER . Bu siteler sahiden çok etkili, çünkü katılımcıları çok ve herkes üç kuruş beş kuruş bağışlayınca bu paralar biraraya gelip çok büyük paralar halini alıyor. Mesela, catalogcutdown.org adlı bir site var. Bu site şirketlerin boşu boşuna katalog ve broşür ürettiklerini ve bu anlayışın dünyadaki ormanlara büyük zarar verdiğini savunuyor. Hatta aşırı katalog tüketerek kâğıt harcayan şirketleri deşifre ederek, insanları bu şirketlere karşı soğutuyor. Örneğin yakın zaman önce kadın iç çamaşırı üreten Victoria Secret adlı şirketi dize getirdiler ve bu şirkete kendi savundukları ilkeleri uygulattılar.


YOUTUBE VE FACEBOOK . YouTube dünyanın her köşesindeki muhalifler için çok önemli bir medya organı. Burada çok yaratıcı ve eğitici videolar izlemek mümkün. Örneğin arama kutusuna “Dub Ya War” yazıp çıkan videoyu bir izleyin. Bu bir video klip ve bu klipte farklı yerlerde yapılan Irak Savaşı’na karşı gösterilerden görüntüler yer alıyor. Bu görüntülerde konuşmacıların yaptığı konuşmalardan bölümler alınmış ve bir müzik üzerine döşenmiş, böyle ortaya siyasi mesajlar içeren bir rap müzik şarkısı çıkmış.


Hatta dijital muhalefet öyle bir vaziyet aldı ki bugün sadece muhalif gruplara internet sitesi kurmaları konusunda teknik destek ve içerik danışmanlığı yapan radicaldesigns.org gibi şirketler bile var.


DİJİTAL SAVAŞÇILAR . Biz eskiler, geçmişin siyasi tozunu toprağını fazlasıyla üzerimizde taşıyoruz. Geleceğe bakarken aklımız hep geçmişteki hesaplaşmalarda kalıyor, o nedenle herkese değil, sadece ve sadece gençlere bir tembihte bulunacağım. Özellikle de Ekşi Sözlük gibi internet sitelerine yazan, internete meraklı, kendini eğitmeye açık, dünyayı bilen parlak zekâlı gençlere... Neden tek başınıza ya da web tasarımından anlayan bir iki arkadaşınızla biraraya gelip, Ergenekon’la ilgili bir internet sitesi yapmıyorsunuz, neden bu işi savcılar, devlet büyükleri ya da gazetecilerin takibine ve insafına bırakıyorsunuz. Bu korkunç çeteyle ilgili bütün gelişmeleri sizler de pekala takip edip, arşivleyebilirsiniz. Web sayfasına kimin kim olduğunu, neyle suçlandığını, kimlerle bağlantılı olduğunu gösteren web grafikleri, hatta eğlenceli Ergenekon oyun programları bile yerleştirebilirsiniz, yani olayın ciddiyetini bir cenaze merasimi ciddiyetine çevirmenin de hiç gereği yok. Hiç bilemezsiniz, bir bakmışsınız, web siteniz ziyaretçi akınına uğramış ve kocaman bir güç haline gelmişsiniz. Sadece bu konuda da değil, zorunlu din dersi kalksın mı istiyorsunuz, devletin din işlerinden elini çekmesini ve diyanetin kaldırılmasını mı istiyorsunuz, Dersim’e üniversite mi istiyorsunuz, konuşma ve yazma özgürlüğünün önündeki tüm engeller kalksın mı istiyorsunuz, RTÜK’ten cinsel azınlıklara karşı olan çağdışı bakış açısını değiştirmesini mi istiyorsunuz, öyleyse yapın bir web sitesi ve kampanyanızı başlatın. Düşünün bir, içinizden biriniz yolsuzlukla mücadele sitesi yapmış, insanlar bu siteye para bağışında bulunmuş ve gün gelmiş elinizdeki paralarla sokaklardaki reklam tabelalarına bu yolsuzların vesikalık resimlerini koymuş ve ciddi bir rezil etme kampanyası başlatmışsınız. Dediğim gibi hiç belli olmaz.


YANILMAKTAN KİM ÖLMÜŞ . Ben 40’ıma geldim ve öğrendim ki benim gibi sıradan insanlara hiçbir siyasi partiden bir fayda yok. Geçen gün kendime en yakın hissettiğim ÖDP’nin web sayfasını inceledim, Devlet Demir Yolları’nın web sitesiyle tıpa tıp aynı; aşırı ciddi, asık suratlı, renksiz, heyecansız, durağan, pasif, soyut, hiç bir insani tını taşımayan bir site. Diyeceğim şu: Muhalefet etmeyi siyasi partilerin, siyasi organizasyonların ve işlevsiz derneklerin elinden kurtarmak gerekiyor. Türkiye’nin, tek başına ya da birkaç arkadaşıyla birlikte muhalefet edebilecek dijital savaşçılara ihtiyacı var. Adil, samimi, anlaşılır, insancıl, temiz, hilekârlıktan uzak, şiddeti savunmayan, naif, oyunbazlıktan uzak, açıksözlü ve saygılı bir muhalefet ortaya koyarsanız, etrafınıza size benzeyen milyonlarca insan toplayabilirsiniz. Bakın Taraf gazetesine, daha dün kaç kişi okuyordu şimdi kaç kişi okuyor. Gençler, siz de bir deneyin, yanılmaktan kim ölmüş.


* * *


YALNIZ RUHLARA ELMA ŞEKERİ . “Kitapların Efendisi” olarak nam salan sevgili Sayım Çınar, bana yeni bir paket göndermiş, açtım baktım içinden bir kitap çıktı. Sağolsun, Sayım da olmasa Türkçe kitap okuyamayacağım. Üstelik son gönderdiği kitap, benim çok sevdiğim bir gazeteci ağabeyime, Fuat Uğur’a ait. Fuat ağabey, gazetecilik mesleğindeki başarısını, edebiyat alanında da aynen devam ettiriyor. Hepsi birbirinden güzel, sıcacık öykülerden oluşan Yalnız Ruhlara Elma Şekeri adlı bu kitabı bulup, okumaya çalışın.


* * *


“FİNANS NETWORK” GRUBU . Geçen hafta Cumartesi günü, merkezi New York’ta olan Finans Network adlı grubun toplantısına katıldım. İyi de oldu, grupta aktif görev alan ve son derece parlak bir zekâya sahip Tuğba Temurcan’ı ve Birleşmiş Milletler’den arkadaşım Fatih Vursavaş’ı görme imkânı buldum.


Toplantı Manhattan’da yeralan Pera adlı bir restoran-bar da yapıldı. Girişte herkesten 40 dolar kesildi. Toplantı boyunca da çok lezzetli aperatifler dağıtıldı. Hatta çiğköfte ve tavuklu adana kebap da vardı. Ancak içecekler bedava değildi, isteyen bardan ayrıca para ödeyerek kendi içkisini aldı.


İşin magazin kısmı bir yana, bu toplantının esas maksatlarından biri, New York’ta finans sektöründe çalışan yüksek eğitimli insanların birbirleriyle tanışmasını sağlamak. Biliyorsunuz bu kent çok rekabetçi ve zor, dolayısıyla böyle bir yerde herkes için kişisel ilişkiler kurmak çok önemli. İşte bu grup, Türkiye kökenli üyeleri arasında bir dayanışma zinciri kuruyor ve bu zincire yeni üyeler katmak istiyor, yani çok hayırlı bir iş yapıyor.


Ben de toplantı sırasında pek çok insanla tanışma imkânı buldum. Hepsi de mesleklerinde iyi noktalara gelme başarısı göstermişler. Avukat Robert Zara ve Natixis adlı şirket için çalışan Abdullah Karatash bu isimlerden sadece ikisi. Hatta Abdullah çok resmî olmayan kısa bir konuşma yaparak, son ekonomik krizi değerlendirdi. Krizle başlayan yavaşlamanın önümüzdeki aylarda yoğunlaşarak devam edeceğini ve etkisinin dört beş yıl süreceğini belirten Abdullah, 1987 krizini örnek vererek, ekonominin konjonktürel doğasına dikkat çekti ve yavaşlama sonrasında Amerikan ekonomisinin daha da güçleneceği saptamasını yaptı.


Abdullah’ın yanı sıra grubun bir başka etkin üyesi Serdar Kaya da bir konuşma yaptı.


Davetlilerle yaptığım sohbetlerde ilginç şeyler de öğrendim. Örneğin Goldman Sachs adlı şirkette çalışan Esra Ünlüaslan, dikkatimi ilginç bir noktaya çekti. Işıl ışıl bir genç kız olan Esra’nın söylediğine göre 2006 yılında kurulan bu organizasyon, klasik otoriter yönetim yapısına sahip değil, bu nedenle grubun tek bir lideri yok. Ne güzel değil mi? Finansçılara da böyle örnek bir örgütlenme yapısı yakışır zaten.


2006 yılında kurulan bu genç organizasyon hızla büyüyor. Şimdiden İstanbul, Londra, Washinton DC ve Chicago’da da örgütlenmeyi başarmışlar.


Bu arada, toplantı sırasında tanıştığım pek çok insan, Taraf’ın bağımsız ve cesur gazetecilik politikasını takdirle karşıladıklarını ifade ettiler.