27.12.2009 Taraf Gazetesi

İşten geliyorum, hava çoooook soğuk, önünden geçtiğim kızarmış tavukçudan içeriye bakınca, dükkân camında kendi aksimi görüyor, gülümsüyorum, kaldırımda değil de ayın sivilceli yüzeyinde yürüyen bir astronotu andırıyorum çünkü, ne çok şey giymişim. Bu arada yürüdükçe açlığım artıyor, karar verdim artık dışarıda yemeyeceğim, çok para gidiyor ama bu akşam da evde yemeğim yok ki. Süpermarkete gideyim de pişirmek için bir şeyler alayım bari. Organik tavuk alabilirim, yakındaki market pahalı satıyor, üç parça tavukgöğsü 23 dolar, altı sokak ötede, A&P diye bir süpermarket zinciri var, orada fiyatlar yarı yarıya daha ucuz, yönümü oraya çeviriyorum.

Organik tavuğumu, organik soya sütümü, bir adet yeşilbiberimi, iki domatesimi aldıktan sonra kasaya geldim, bekliyorum, önümde bir kadın var, Allah’ım işi bir türlü bitmiyor, elindeki kuponları kasiyere vermiş, kuponlar birbirine karışmış, ikisi de karışıklığın içinden çıkmaya çalışıyorlar.

Burada pazar günleri gazeteler sayfalarca indirim kuponları veriler, kadınlar makası ellerine alır, saatlerce cırt cırt cırt bu kuponları keserler, haftalık alışverişlerini yapmak için markete gittiklerinde ise ne bileyim pirinçte yüzde 10 indirim kuponu, ette 50 cent indirim kuponunu kullanırlar. Aslında elde ettikleri kazanç harcadıkları onca zamana değmez bile ama onlar bunu kâr sayarlar. İnsanlar galiba alışveriş edince kendilerini suçlu hissediyorlar, bu tür indirim kuponları ise onlardaki bu suçluluk hissini biraz azaltıyor ya da yok ediyor. Türkiye’de de öyle değil midir, kadınlar ısrarla üç kuruş beş kuruş indirim yaptırıp mağazacıları, pazarcıları terletmeye bayılırlar, sadece parasından değil bu indirim yaptırma çabası, ellerindeki parayı bir başkasına verirken yaşadıkları suçluluk hissini hafifletmek. İnternetteki alışveriş siteleri de bunu bildikleri için hayali indirimler uygularlar, tüketici balıklar bu yemlere atlar, çok da ihtiyaçları olmayan şeyleri alınca boşa para harcamış gibi değil, kaçmak üzere olan bir fırsatı yakalamış, kendilerine iyilik yapmış gibi hissederler.

Eve geldim, elim çabuktur, 45 dakikada bir sürü şey hazırladım, yemeğimi yerken de çok yetenekli bir belgeselci olan Caner Canerik’in muhteşem güzellikteki Pirdesur (Kırmızıköprü) adlı belgesel filmini izledim. Kürt köylerindeki insanların gündelik yaşamlarını, kültürlerini, alışkanlıklarını çok güzel, çok insancıl bir dille anlatıyor Caner. TRT 6, Caner gibi belgeselcileri iyi değerlendirmeli.

Film sonrasında uyumamak için elime sehpanın üzerinde duran İncil’i aldım ve önceki gün kaldığım yerden okumaya başladım. Uyumamalıyım çünkü gece saat 2’de Elazığ Araştırma Hastanesi’ni aramam lazım, teşekkür etmek için annemin doktoru Mehmet Balin’le görüşmeliyim. Annem hem doktorunu hem de hastaneyi öve öve bitiremiyor, “burası İstanbul’daki özel hastanelerden daha iyi” diyor. Annem o kadar çok hastane gezdi ki bu konuda uzman gibi bir şey. Neyse, bizimle sizin aranızda yedi saatlik bir saat farkı var. Bu nedenle telefon için gece 2’yi bekliyorum ki sizde sabahın 9’u olsun.

Elimdeki İncil’in bir bölümünde şöyle bir cümle geçiyor: “Zenginler fakirleri yönetir ve borçlular borç verenlerin kölesi olur… Bu cümle, geçenlerde NBC televizyonunda izlediğim bir haberi hatırlattı. Haberde, Christmas alışverişi yapan insanlarla röportajlar yapılıyor, çoğu alışverişlerinde kredi kartı kullanmadıklarını peşin parayla ödeme yaptıklarını söylüyor. Amerikalıların genel alışkanlığına çok aykırı, çok yeni bir durum bu. Burada kimin cüzdanını açsanız 10’a yakın kredi kartı çıkar. Ancak bu son kriz bu alışkanlığı değiştiriyor.

Aslında kredi kartı düşmanlığının yaygınlaşmasında kiliselerin önemli bir fonksiyonu var. Özellikle de Evangelical kiliselerinde cemaatler ciddi anlamda bilinçlendiriliyor. Bu cemaat içinde giderek popülerlik kazanan Dave Ramsey, kredi kartı düşmanlığını aşılayanların önde gideni. Milyonlarca Hıristiyan, bilet alarak, Ramsey’in konuşmalarını dinlemeye gidiyor, bu ekonomik krizde harcamalarını nasıl yapmaları gerektiği yolunda Ramsey’den yararlı tavsiyeler alıyorlar. Aslına bakarsanız Ramsey’in önerileri çok geleneksel ve bildik, hatta bizim Cemo’nun (Cemile Çakır) bana önerdiklerine benziyor; her şeyi satın almaya kalkma, yemeğini evde ye, kredi kartı kullanma, para biriktir. Hatta Ramsey, sahnede bir de soykırım gerçekleştiriyor ve kredi kartlarını makasla bir güzel kesiyor, aynısını yapmayı herkese öneriyor. Evet, doğru, kredi kartları sayesinde bizim olmayan paraları harcayıp borca giriyoruz, bu bağımlılıktan kurtulmak gerekiyor, bu durum belki kapitalist ekonomiyi de hizaya sokar, o da çılgınca harcayan tüketicilere bağımlılıktan kurtulur ve kendine başka bir yol bulur.


TEK KELİMEYLE

Modern ailede neler oluyor


ABC’nin yeni komedi dizisi Modern Aile, Amerika’daki farklı etnik ve cinsel gruplara göre yeniden şekillenen aile modelini öne çıkarıyor: evin gey oğlu bir erkekle evli ve bir çocuk evlat ediniyor, baba ise İngilizceyi aksanlı konuşan Latin bir genç kadınla ikinci evliliğini yapmış...


Hollywood’un ikinci büyük özrü


Kızılderililerin Amerikan ordusu tarafından nasıl katledildiğini vurgulayan Küçük Dev Adam filmi, Hollywood’dan gelen bir özür filmiydi, Hollywood şimdi de fantastik bir film olan Avatar aracılığıyla Iraklılardan özür diliyor, biraz üstü kapalı bir yoldan ama olsun.


En güzel Christmas şarkıları Musevilerden


Bugünlerde bütün alışveriş mekânlarında klasik Christmas şarkıları çalıyor: Let it snow, I’ll be home for Christmas, Silver bells, Santa Baby, Rudolph the red nosed reindeer... İşin ilginci bütün bu güzel şarkıların bestecilerinin Musevi olması, demek ki melodilerin ve duyguların dili bir.


Finans
şirketler iyice pintileşti...

Ekonomik kriz nedeniyle harcamaları göze batan New York’taki finans şirketleri, her masraftan kısıyor, bu şirketler, elemanları için verdikleri geleneksel Christmas partilerini ya pas geçiyorlar ya da JP Morgan’ın yaptığı gibi şirket kafeteryasında kalitesiz içki ikram ederek partiyi ucuza getiriyorlar.
13.12.2009 Taraf Gazetesi

Metrodan çıktım, aceleyle 57. sokaktaki İstanbul Café’ye doğru yürüyorum. Manhattan’ın her yanına kırmızı beyaz ve yeşil renkler hâkim. Şehir cıvıl cıvıl. Christmas geliyor, o yüzden... Kaldırımlarda Christmas dekorasyonu için taze çam ağaçları satmaya başlamışlar bile. Benim boyumdaki cılızca ağaçlar 80 dolar; fiyatlar 240 dolara kadar çıkıyor. Mağazalar ise Christmas dekorasyonlarıyla yeniden düzenlendi, indirimler başladı. Amerikalılar önceki yıllardaki kadar olamasa da alışveriş yapıyor artık, en azından geçen yıldan daha çok para harcıyorlar. Dükkânlar biraz bayram ediyor anlayacağınız. Belki de biliyorsunuzdur, burada özellikle küçük mağazalar çok zor durumda, çoğu kapanıyor. Allahtan Thanksgiving, Christmas ve yeni yıldan oluşan önemli günlerin sıralandığı bu son iki aylık sezon, mağazalara biraz nefes aldırdı. İşte böyle, Hıristiyan değil, Alevi Müslüman’ım ama şehrin bu halini, yani Christmas dönemini çok seviyorum. Bana sanki gerçekliğin sıkıcılığından uzak, masalsı bir dünyada yaşıyormuşum hissi veriyor, dinleniyorum.

Ta ta taaa... İşte lokantaya vardım. İçerinin döşemesi İstanbul’daki türkü barlara benziyor; duvarlarda kilimler, kilim kaplamalı sandalyeler. Neyse orada Abdullah Karataş’la buluştuk, Abdullah ara sıra hertaraf sayfasına finans konularında yazan bir arkadaşım. Wall Street’in bitirimlerinden, Yale mezunu... Kendisi Ahmet Altan delisi, dolayısıyla yemek boyunca bana sürekli Ahmet Bey’in yazılarından bahsetti ama hiç benimkilerden bahsetmedi... Beni de boş veriyorum, ben aslında Abdullah’ın abisi olan Fatih’ten bahsetmesini istemiştim; bu kardeş şimdi Katarlı Q-Invest’in fonlarına yön veriyor. Fatih, Fortune dergisine yaptığı açıklamada Türkiye’de yatırım sahası aradığını söylemiş. Taraf’a yatırım yapabilir. Yeni beyinleri bünyesine alan, Türkiye siyasetine ve toplumuna ciddi anlamda yön veren Taraf, demokratik Türkiye’nin en çok satan ve en çok reklam alan gazetesi olmaya aday, ileri adım atmak ve büyümek için de sadece biraz finansal kaynağa ihtiyacı var o kadar, dolayısıyla Taraf bir yatırım bankası için çok sağlam bir değer olabilir.

Bir dakika, tam burada aklıma geldi, sizce ben çok mu hayalperest biriyim? Nedendir bilmiyorum, olanlardan çok, olabilecekleri düşünüyorum hep, bu yüzden kafam proje bavulu gibi... Evet, galiba hayalperestim. Türkiye’de “hayelperest “ sıfatının neredeyse insanları küçümsemek için kullanılan bir kavram olduğunu da biliyorum ama olsun, bence hayalperest olmak güzel bir şey.

Baksanıza, hayalperest sanatçılar olmasaydı bilimadamları belki de bugün gündelik hayatımızda yaygın olarak kullandığımız pek çok nesneyi icat edemeyecekti. Uzay Yolu (Star Trek) dizisinin episodlarını aklınızdan geçirin: Oradaki açılır kapanır kapılar, dokunmatik ekranlar, plazma televizyonlar, telekonferans... Bütün bunlar bu dizide varken hayatta yoktu, bu dizden esinlenen bilimadamları bu hayalleri gerçeğe dönüştürdüler. Üstelik aradan çok fazla bir zaman geçmeden...

Demek ki önce hayal etmek gerekiyormuş. Türkiye’de ise hayal edeni hayalperest deyip küçümsüyorlar. Sosyalistlerin toplumsal eşitlik hayaline böyle yaklaşılıyor mesela, oysa ne güzel bir hayal. Ama ne yazık ki bu hayali gerçekleştirmek için önce devrim yapma koşulu var, bu koşul, eşitliği gerçekleştirilesi zor bir ütopya haline getirdi. Peki, başka ütopistler ve ütopyalarını gerçekleştirenler yok mu bizim ülkede? Said-i Nursi var: Okullar açma, gençleri buralarda okutma hayali vardı. Bugün O’nun bu hayalini Fethullah Gülen ve ekibi gerçekleştirdi. Bu açıdan Gülen de bir hayalperesttir, çünkü pek çok insanın küçümsediği bir hayale sahip çıktı ve onu projelendirip hayata geçirdi. Üstelik sadece Türkiye’de değil, başka ülkelerde de okullar açtı, buralarda yoksul çocukları okutarak, onların ve ailelerinin hayatında büyük bir fark yarattı. Sosyalistlerin eşitlik ütopyasından farklı olarak, belli bir ülke sınırı ve köşeli bir politik sistem ön koşulu getirmeden, ideallerini varolan sistem içinde gerçekleştiren bir ütopyacı oldu Fethullah Gülen (Diğeri ise çocuk köyleri projesini geliştiren Aziz Nesin’dir).

Ancak Türkiye’de herkesin hayalini kırpıp kuşa çeviren bir sistem var, bu sistem, Gülen gibi güzel hayalleri olan bir ismi sürgüne gönderiyor, hepimizi heyecanlandıran açılım ve barış hayaline, DTP’yi kapatarak köstek oluyor, ülkeyi ruhen ikiye bölerek, Kürt-Türk bütünleşmesi ve büyük Türkiye hayalini bitiriyor. Bunun sebebi, hepimiz değişirken, hayat nehrinden bir daha aynı su akmazken, bu sistemin bir türlü değişmemesi. Çünkü bu sistem, içine girdiği Faraday kafesi nedeniyle hiç bir gelişmeden, hiç bir dönüşümden ve çevrili olduğu halkın taleplerinden zerre kadar etkilenmiyor, aksine halktan ve hayattan gelen enerjiyi bir paratoner gibi geri yansıtarak toprağa iletiyor, yok ediyor.


TEK KELİMEYLE

Laik mağazalara karşı Hıristiyan cihadı


Christmas alışverişi yapan müşterilerine dinî içerikli Merry Christmas demek yerine, laik içerikli Happy Holiday-Mutlu tatiller diyen mağazalar, aşırı Hıristiyan grupları kızdırdı, bu gruplar bu mağazaların isimlerinden oluşan bir “kara” liste yayınladılar.


Amerika’yı çıldırtan seksokolik


Amerikan televizyonları adeta çıldırmışçasına hiç bıkmadan Tiger Woods haberleri veriyor, TV’ler, temiz çocuk görünümlü bu ünlü golfçunun, karısını düzinelerce kadınla aldatmasına veryansın ederken, bir yandan da adamın yattığı kadınları ekranlarına konuk edip, detayları soruyorlar.


New York’ta poşu modası


Poşu modası yazın başlamıştı, soğuklar bastırınca haliyle bu moda daha da yaygınlaştı, sokaklarda pek çok New Yorkluyu, boyunlarında poşularıyla (Araplar keffiyeh diyor) görebilirsiniz, ancak bu poşular sadece gri-beyaz ve siyah renklerinin kombinasyonundan değil, her çeşit renkten oluşuyor.


Bir Kürde gönül verdim


Brooklyn’de Kurdish Library and Museum adlı küçük bir Kürt müzesi ve kütüphanesi var, müze, Vera Beaudin adlı Amerikalı ile Madhat Kakei adındaki Kürt ressamın aşkından doğmuş, Madhat, erken yaşta ölünce, Vera ona olan aşkını yaşatmak için bu müzeyi kurmuş. 
06.12.2009 Taraf Gazetesi

 Bugüne kadar gittiğimiz pek çok Broadway showunun biletlerini Bill alırdı, biz de ona parasını verirdik. Çünkü onun çalıştığı Time Inc., elemanlarına en ucuz Broadway bileti temin eden şirketlerden biri, dolayısıyla Bill her zaman fazladan bilet alıyor, bize de veriyordu. İşte ben bu rahatlığa alışık olduğum için geçen gün çok büyük sıkıntı çektim. Cumartesi gecesi aniden Hamlet’i izleme kararı verdim. Nasıl ucuz bilet bulurum diye Özlem’i aradım. Times Square’de sadece o günün müzikalleri ve oyunları için bilet satan bir gişe olduğunu söyledi, “35 dolara bilet bulursun” dedi. Pazar günü kalktım gittim, en ucuz bilet 89 dolarmış, vazgeçip geri döndüm, içimden Özlem’e söylene söylene yürüyordum ki sonunda dayanamadım ve aniden geri gelip o bileti aldım. 89 doları vermek içime oturdu ama neyse, kazaydı diyelim...

Shakespeare
’in Hamlet adlı oyununun modern bir uyarlaması bu. Hamlet karakterini Jude Law oynuyor. Ama bence Fatma Girik, İntikam Meleği Hamlet adlı filmde Jude Law’dan 10 kat daha iyi bir performans sergilemişti. Biraz feminen bir Hamlet bu, üstelik eline kafatası almak yerine, karda elinde kitapla yürürken, “olmak ya da olmamak” diyor. İnsanı içine çeken bir oyun değil, biletleri pahalı bir Broadway showu için çok zayıf bir yapım... Zannedersem herkes benim gibi Jude Law’ı izlemek için gelmiş. Oyunun gösterildiği Broadhurst Theater’a girerken ilginç bir sürpriz oldu. Yaşayan en iyi oyun yazarlarından biri olan Toni Kushner de oradaydı. Kushner, Reagan dönemini yerden yere vurduğu Melekler Amerika’da adlı müthiş oyunun yazarı. Her neyse, Kushner o gün oyuna erkek eşi Mark Harris ile gelmişti. 2003 yılında evlenen çift, nikâh için başka bir eyalete gitmek zorunda kalmışlardı. Çünkü New York’ta gey evliliği yasak. Hatta geçtiğimiz perşembe günü, New York Eyalet Meclisi’ne gey evliliğinin onaylanmasıyla ilgili bir yasa sunuldu ve reddedildi.

Bu karara sadece geyler değil, adalet duygusuna sahip straightler de karşı çıktılar, geylere büyük destek verdiler. Onlara göre evlilik bir çeşit ekonomik ve sosyal konfor ve bu konfordan geylerin de yararlanması lazım. Ayrıca diyorlar ki madem vatandaşlar anayasa karşısında eşit, o halde bu konuda meclis ya da kamuoyu oylaması yapmak da ne demek oluyor, eğer geyler evlenip yuva kurmak istiyorsa evlenirler, buna kimse karışamaz. Çünkü bu liberallere göre bireysel tercihler oylamaya sunulamaz. Doğru aslında, bu durum türban konusunda halk oylaması yapmak kadar absürd.

Yeri gelmişken, Türkiye’deki geylerin ayrımcılığa karşı desteklenmesiyle ilgili farklı ve yeni bir tartışmadan bahsedeyim. Geçen hafta bir gazeteci arkadaşımız VJ Bülent’in Kral TV’deki işine eşcinselliği nedeniyle son verildiğini iddia etti. Gerçek nedeni henüz bilmiyoruz, eğer öyleyse çirkin bir suç bu, kimseyi cinsel tercihi nedeniyle işinden atamazsınız. Ancak yazar arkadaşımız, bu durumu biraz daha ötelere taşıyor ve başka olaylarla ilişkilendiriyor. Ona göre bu gelişme, Aydın, Fatih Ürek ve Huysuz Virjin gibi isimleri ekrandan uzaklaştırma girişiminin bir halkası. Doğru olabilir de. RTÜK’ün Huysuz Virjin’e getirdiği yasağı biliyorsunuz. Bu arkadaşımız bir de şikâyette bulunuyor ve eşcinselliği nedeniyle mağdur olan bu insanların savunulmadığını söylüyor. Şimdi size bir şey söyleyeyim, benim bildiğim bu renkli teyzelerin hiç biri bugüne kadar eşcinsel olduklarını söylemiyorlardı, hatta ısrarla değilim bile dediler, peki bunlar işlerini güçlerini kaybedince mi eşcinsel oldular. İkincisi bunlardan Huysuz teyze eşcinsellerle ilgili nefret dolu açıklamalar bile yaptı. Peki ya genç teyzeler? Kimse kendiyle ilgili doğruları başkalarına söylemek zorunda değil ama yalan söylemek çok ayıp. Gey olduğunu gizleyebilirsin, bu çok anlaşılır bir şey ama bu teyzelerin “gey değilim kadınlarla çıkıyorum” edebiyatına sıkça başvurmaları bu çağda hiç de hoş karşılanacak bir davranış değil. Yani kendine eşcinsel bile demeyen hatta bu kimliği lanetleyen bu teyzeleri, eşcinsel oldukları için haksızlığa uğradılar diye nasıl savunacaksınız şimdi. Üstelik teyzeler, öğlen yemeğini simit yiyerek geçiştiren geylerin çıkardığı Kaos GL dergisine üç kuruş yardım bile etmemişken. O halde bu teyzelere önce masalarında dans ettikleri biricik straight seyircileri sahip çıkmalı.

Bu arada efemine bazı erkek şarkıcıların sakal bırakarak erkekleşmesi de AKP ve İslâm korkusuna bağlanıyor. Hayır, devir değişti, Türkiye’deki gey toplumunun yapısı da değişiyor, bu sakal işi de gözde olan erkeksi gey trendiyle ilgili. Hem şunu söyleyeyim, AKP iktidarı, her türlü azınlık grubunun, gizlendikleri dolaptan çıktığı ve özgürleştiği bir ortam yarattı. Facebok’taki gey gruplarına bir bakın, binlerce Türkiyeli gey var orada ve hiç biri de yüz resmini saklamıyor.


TEK KELİMEYLE

Üretim Çin’e tarım Afrika’ya


Amerika’da üretim sektörünün Çin’e taşınmasından sonra, tarım sektörü de Afrika kıtasına taşınıyor... Kendilerine altın gibi sağlam yatırım enstrümanları arayan finans şirketleri, çözümü, Afrika’da tarıma müsait bakir ve ucuz toprakları parsel parsel satın almakta buldu.


Pankartım yok asmaya...


Gel kardeş, üzme kendini, biz sana veririz... Şaka değil, Amerika’daki The Ruckus Society grubu, çevre ve insan hakları konusunda eylem yapmak isteyenlere her türlü malzemeyi bedava sağladığı gibi, onları yandaki resimdeki türden riskli eylemler için eğitiyor bile.


Madonna’nın gençlik serumu


Zaman, Madonna’yı yok edemiyor; işin sırrı onun genç şarkıcıları çok iyi kullanmasında. Britney ilk parladığında “Onda kendimi görüyorum” demiş, birlikte çılgın pozlar vererek gündeme gelmişti, Madonna şimdi de taze şarkıcı Lady Gaga’ya aynı yöntemle yanaşıyor.


Minare yasasıyla kim dalga geçti


Amerika’nın en güvenilir komedyen-habercisi olan John Stewart, Comedy Central adlı TV kanalında yer alan programında, İsviçre’nin minare yasağına geniş yer vererek, bu yasağın ne kadar tuhaf ve saçma olduğunu kendine özgü esprili yorumlarıyla dile getirdi.
29.11.2009- Taraf Gazetesi


Masanın üzerinde geleneksel Thanksgiving Day (Şükran Günü) yemekleri duruyor: balkabağı çorbası, balkabağı pastası, patates püresi, kırmızı etten yapılan gravy sosu, tatlımsı cranberry sosu ve bir çeşit ekmek ve haşlanmış sebze karışımı olan stuffing. Masanın tam ortasında ise beyaz porselenden geniş bir tabağın içinde, sırtüstü yatırılmış duran kızarmış bir hindi var. Hindinin etrafına ise mısır, bezelye, ve havuc yerine, gramofon kağıdından yapılma kırmızı renkli güller konulmuş, bir tane de kıçına iliştirilmiş. Neyse, aniden dış kapı açılıyor, içeriye başı tülbentli annem giriyor, “Ya Hızzır ya Ali” diyerek elindeki dantel örtüyü hindinin üzerine seriyor. Allah allah... Hemen ardından yangın merdiveninin önündeki pencereden bir samuray dalıyor odaya, sessizce hindiye yaklaşıyor ve hışımla elindeki kılıcı havaya kaldırıyor... İşte o an hindi canlanıp kıpırdıyor ve daracık salonun içinde uçmaya başlıyor, bir yandan da “Ne yapmaya çalışıyorsun sen?” diyerek Samuraya kafa tutuyor. Samuray donup kalıyor, ben de öyle, çünkü bu hindi bildiğiniz hindilerden değil, bu Hıdır’ın ta kendisi, gövdesi hindi kafası Hıdır, hindi Hıdır, yani ben... Yüce Allah’ım, neler oluyor...

Akşam çok yemek yemiştim, biliyordum böyle kötü bir rüya göreceğimi. Burada kasım ayının son perşembesi Thanksgiving Day’dir (Şükran Günü). Bu günün özelliği, aile ve arkadaşların yiyecek dolu bir masa etrafına biraraya gelip, yiyip içmeleri. Ana yemek ise Hindi... Zaten günlerdir hangi TV kanalını açsam hindi pişirme usulleriyle ilgili bir şeyler görüyorum. Dolayısıyla rüyamda hindi görmem çok normal. Peki ya Samuray da nerden çıktı diyeceksiniz? Onun da sebebi var. Geçen hafta Muhsin’le birlikte Metropolitan Müzesi’nde bir Samuray sergisine (Art of the Samurai: Japanese Arms and Armor) gittik. Bende Japon yönetmen Kurosava’nın filmlerinden dolayı Samuraylara karşı özel bir ilgi var, bu sergiyi kaçırmayışımın sebebi de bu ilgi. Sergide 12. yüzyıldan başlayarak, 18. yüzyıla kadar onlarca Samuray kılıcı vardı, boy boy. Kılıcın Samuray’ın en önemli silahı olduğunu ve bunları yapan ustalarında o kılıçlara ruhlarını kattıklarını biliyorum. Ama ne yapayım, ben hiç hoşlanmam çataldan, bıçaktan, kılıçtan, bu nedenle sergideki Samuray zırhlarıyla daha çok ilgilendim. Ancak orada gösterilen bir kısa belgesel sayesinde kılıçların yapımının ne çok zaman ve emek istediğini de öğrenmiş oldum. Isıtılan demir katlanıp çekiçle eziliyor, tekrar ısıtılıp tekrar katlanıyor ve çekiçle tekrar eziliyor. Bu işlem 30 defa tekrarlanıyor ve dünyanın en sağlam kılıçları böyle yaratılıyor.

Size biraz zırhlardan bahsedeyim.
Çok korkutucu ama çok güzel zırhlar bunlar, hani arkadaşlarımdan biri giyinip gündüz vakti bile olsa karşıma çıksa, oracıkta düşüp bayılabilirim. Bu zırhlar mühendislik olarak Ortaçağ Avrupası’nın ağır metal zırhlarından çok daha gelişmiş, çok daha sofistike. Bir kere çok hafifler, çünkü yapımlarında ağırlıklı olarak ipek, deri, ince tahta parçaları ve bazılarında çok az da olsa metal kullanılmış. İkincisi, modellerin hepsi Samuraylara savaş meydanlarında rahatça hareket etme imkânı sağlayacak şekilde dizayn edilmiş. Üçüncüsü, psikolojik etkisi... Örneğin zırh başlıkların üzerindeki boynuzumsu çıkıntılar, stilize hayvan kulakları var, buna bir de yüze takılan korkutucu deri maskeleri ekleyin... Bütün bunlar hem Samurayları darbelerden koruyor, hem de karşıdaki savaşçıyı korkutup özgüvenini rahatlıkla aşağılara indirebiliyor.

Bir dönem lordların maaşlı gözde savaşçıları olan Samurayların sonunu biliyorsunuz. 1876 yılında hükümet onların kılıç takmasını yasakladı. Bu karar Samurayların gündelik yaşamdan ve siyasetten silinme sürecine son noktayı koymuş oldu. Acı bir şey ama hayatın şartları bunu gerektiriyordu, çünkü bazen çok lüzumlu olsanız da gün geliyor lüzumsuz hatta zararlı bile olabiliyorsunuz. Bu durumda yapmanız gereken tek şey var paşa paşa çekip gitmek.

Not:
Hükümetteki dostlarıma bir tavsiyem var; Kürt açılımı ve demokratik açılım konusunda toplumu ikna etmenin kolay bir yolu var. TRT’ye çok büyük prodüksiyonlu bir dizi hazırlatabilir, biraraya gelmeyecek onlarca starı bu dizide buluşturabilir, konu olarak da Kürde gönül veren bir Türkün ve onların çocuklarının hikâyesini işleyebilirsiniz. İkinci notum şu: Artık ben de twitter’dayım. www.twitter.com/hidirgevis


TEK KELİMEYLE

Beyaz Ev’de politik dürüstlük

Obama çiftinin verdiği devlet yemeği, politik dürüstlük ilkesine uygundu, çünkü sofrada et yoktu, nedeni ise onur konukları olan Hindistan Devlet Başkanı ve eşinin vejetaryen olmalarıydı. Bu arada, salatanın kıvırcığı Beyaz Ev’in bahçesinden toplandı.

Yuvadan uçan kuşlar geri geliyor

Amerika’da ekonomik kriz nedeniyle işini kaybeden ve geçinemeyen gençler, son çare olarak ana-babalarının evine sığınıyor, PRC’nin araştırmasına göre geçen yıl, ailelerin yüzde 13’ünün yetişkin bir kızı ya da oğlu eve geri gelmiş.

CNN’in halk kahramanları

Amerikan CNN televizyonu, tek başlarına insanlık için bir şeyler yapan dünyanın her köşesinden sıradan insanlar arasından 10 halk kahramanını seçti ve ödülleri Nicole Kidman ve pek çok starın katıldığı görkemli bir törenle sahiplerine verdi.

Gey şarkıcıya çifte standart:

Genç gey şarkıcı Adam Lambert, straight keybordcusunu sahnede öpüverdi. Ancak CBS televizyonu, öpüşme sahnesini karıncalı yayınlandı. Oysa aynı CBS, Madonna ve Britney Spears arasındaki öpüşmeyi karıncalamadan yayınlamıştı.
22.11.2009 - Taraf Gazetesi

Brooklyn’e bu son gidişimden önce, bir defa daha gitmiştim. Türkiye’ye gelmeden bir hafta önceydi, hatta ambulans şoförü olan arkadaşım Frank’le birlikte gitmiştik. O gün Frank’in yaşadığı Park Slope adlı mahallede dolaştık, Union Hall adlı mekânda 10’dolar dolar verip harika bir komedi şovu izledik. Sandalyemde oturmuş program izlerken bir yandan meyve suyumu içiyordum. Dizimin üzerinde ise içinde tavuklu sandviç ve iri iri patates kızartmaları olan bir alüminyum tabak (sandviç tabağı yedi dolardı) duruyordu. Sahnede biri kadın, toplam altı karikatürist vardı. Yok hayır, şovu sunan yedinci adam Matthew Diffee’yi de saymalı, o da karikatüristti çünkü. Bunların hepsi New York’un gururu olan New Yorker adlı derginin çizerleriydi. Sunucu sürekli seyircilerle konuşuyor, o konuşmalara göre doğaçlama bir biçimde bir konu belirliyor ve karikatüristlerden ellerindeki kartonlara bu konuyla ilgili bir şeyler çizmelerini istiyordu. Sonra her sanatçı çizdiği karikatürü yorumluyor, birbirlerine sataşıyorlar, ardından da seyirci yorumları geliyordu. Çok matrak, çok eğlenceli ve çok samimi bir şovdu anlayacağınız. Küçük bir mekândı, insanlar sıcak ve komplekssizdi, bilmiyorum neden, o gün sanki ailemle birlikte güzel bir yılbaşı gecesi geçirmiş gibi hissettim kendimi.

New York
böyle bir şey işte, çok rafine, çok özel hazları çok ucuza satın alabiliyorsunuz. Geçen hafta yazdığım Boroklyn Heigts gezisini hatırlayın lütfen, orada bahsetmediğim bir şey vardı. Doğu nehri kıyısında bir mavna var. Bu mavnayı bir kemancı alıyor, restore ediyor, Bargemusic adını veriyor ve Semih’in dediğine göre dünyanın sayılı oda müziği konser salonlarından biri haline getiriyor. Bu mavna mükemmel bir akustik sisteme sahip, üstelik burada çok ünlü müzisyenler çalıyor, öğrenciler için bilet fiyatı ise sadece 15 dolar. Ne demek istediğimi anlıyor bilmem musunuz?..

O akşam Brooklyn Heights’dan ayrıldıktan sonra, Manhattan’da, 19. Sokak üzerinde, küçük ve bağımsız bir kitapçı olan Idlewild’a gitmiştim... Raflara göz gezdirirken de çok eskiden okuduğum Ways of Seeing (Görme Biçimleri) adlı kitabı (bu kitap, saygın bir yayınevi olan Metis tarafından Türkçede de yayımlamıştı) gördüm... John Berger’ın bu yapıtında, Fotoğraf ve Takım elbise (The Suit and Photograph) başlıklı bir makale var. Yazar, 1900’lerin başında çekilmiş, üzerlerinde takım elbisesi olan üç yakışıklı köylü gencin fotoğrafını ve yine üzerinde takım elbise olan üç kentlinin fotoğrafını karşılaştırıyor. Karşılaştırma yapmaktaki maksadı ise neden takım elbisenin ilk fotoğraftaki gençlerin üzerinde olmamış durduğunu anlamaya çalışmak. Bulduğu cevap ise ilginç: takım elbise aslında 19. yüzyıl yönetici sınıfının doğasına ve vücut ölçülerine göre üretilmiş bir kostüm de ondan...

Dersim’in geçmişiyle ilgili şimdi şimdi dile getirilen gerçekler hakkında düşündüğümde,
aslında Türkiye’deki rejimin ülkede yaşayanların üzerine tam oturmamış bir elbiseden başka bir şey olmadığına kanaat getiriyorum. Ancak bu elbiseyi dikenlerin ve topluma giydirmeye çalışanların egosu o kadar yüksek ki diktikleri elbisenin mükemmelliğinden asla kuşku duymadılar. Dolayısıyla elbisenin içindeki modeller ağızlarını açıp da “bu bana dar geldi”, “bu bana geniş”, “bu çok eski moda”, “bunun rengi beni açmaz”, “bunun kumaşı vücudumda alerji yapıyor”,bu elbise hiç rahat değil” diye itiraz etmeye başladıklarında, terziler, elbiseyi kesip biçmek ve değiştirmek yerine, içindekileri kesip biçmeyi ve değiştirmeyi tercih ettiler. Sözünü ettiğim bu toplum terziliği merakı Hitler’in ve Stalin’in terzilik tutkusuyla rahatlıkla rekabet edebilecek güçteydi. Hatta bu konuda Türk terzileri, örneğin Hitler’den ilham almak bir yana, ona ilham bile vermiş olabilirler. Dikkatinizi çekerim, insanların gazla zehirlendiği, açlığa mahkûm edildiği, zorla ve ölümcül koşullarda sürgüne zorlandığı ve binlerce masum insanın katledildiği Dersim Holocaust’u 1938’de gerçekleşti, Hitler’in aynı şeyleri yaptığı orijinal Holocaust ise çok daha sonra yani 1942’de başladı.

İşte ben bu Holocaust’tan sağ çıkmayı başarmış ninelerimin acı hatıralarını dinleyerek büyüdüm. Sırf bu nedenle bu katliamın sorumlusu olanlardan nefret etme hakkım da var. Ancak ben o duyguyu kendime yasakladım; çünkü nefret insana yanlış şeyler yaptıran tehlikeli bir duygu. Peki, yıllar önce küçük bir çocukken beni üzen o acı hatıralar bugün aklıma düştüğünde ne hissediyorum? Ürperiyorum... Sonra da Sayın Erdoğan ve ekibinin başlattığı demokratik cumhuriyete geçiş sürecinin bir an önce tamamlanması için dua ediyorum. Çünkü ancak o zaman devletin topluma şiddet uygulama hakkı ortadan kalkacak ve Türkiye’deki farklı gruplar kendilerini yaşama imkânı bulacak...

Zaman Gazetesi - Yorum

Liverpool'lu müzik grubu Beatles, 1962 yılında "Love Me Do" adlı ilk singıllarını çıkardıklarında, yarattıkları güçlü dalga hareketi Britanya sınırlarını aşarak bütün dünyaya yayılmıştı.


Ancak bu dalga, Sovyetler Birliği sınırına dayandığında, içeriye kapıdan girememiş, sadece bacadan sızmıştı. Dönemin komünist Sovyet rejimi, kapitalist Batı'dan gelen bu müzik grubunu bir çeşit tehlike olarak görmüş ve albümlerinin satışına izin vermemişti. Ancak buna rağmen gençler yasağı deldi, X-Ray filmleri üzerine çoğalttıkları Beatles albümlerini elden ele dolaştırdılar. Polis, Beatles dinleyenleri yakaladığı yerde tutuklarken, hükümetin bu müzik grubuna neden yasak koyduğuna dair ikna edici, net bir açıklaması yoktu. Belki Beatles'ın müziğine fazlasıyla bir güç ve misyon yüklüyor, Britanyalı bu gençlerin kendi kültürlerini istila edeceğini, bunun da nihai olarak mevcut rejimi çökerteceğini düşünüyorlardı. Hiçbir rasyonel dayanağı olmayan bu mistik korku, aslında rejimin kendine olan güvensizliğinin çok önemli bir işaretiydi.
O dönem Sovyet yönetiminin Beatles'a karşı gösterdiği bu tavır, genelde Batılı kapitalist ülkelerden gelen her türlü etkileşime ve bilgiye karşı kendini gösteriyordu. Batı'nın kaynattığı kazanlarından tütüp, Sovyetler'in gökyüzünde toplanan ve yağmayı bekleyen enformasyon bulutlarının, ülkeyi bozacağı ve çürüteceği düşünülüyordu.
Kapalı rejim refleksi konusunda Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında şaşırtıcı benzerlikler vardı. Ancak bu benzerlikler içinde bile çok belirgin bir farklılık kendini hemen hissettiriyordu. Peki neydi bu fark? Sovyet rejiminin sınırları dışındakilere yönelik gösterdiği tepki ve korku, Türkiye'de, içerideki politik ve etnik gruplara, özellikle de Kürtlere karşı gösteriliyordu; Kürt varlığından söz etmek yasaklanıyor, Kürt dili inkar ediliyor, Kürtçe müzik dinleyenler tutuklanıyordu. Buna rağmen Kürtçe kasetler el altından basılıp dağıtılıyordu.
sovyetler'deki sürecin tersini yaşıyoruz
İşte her iki rejimde de var olan bu ortak savunmacı refleks, her iki rejimin önünde de önemli bir tıkanıklık yaratıyordu; yasakçılık ülkeyi zayıflatıyor, içten içe çürütüyordu. Ta ki Gorbaçov ve Özal bu sorunu keşfedip çözüm için harekete geçene kadar. Her iki lider de artık işlemeyen ve ülkeyi iflasın eşiğine getiren devletçi yapıyı değiştirecek radikal politikalar geliştirip uyguladılar. İlginç olan bir nokta var ki Türkiye pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da önemli bir ilki gerçekleştiriyor, ekonomide dış dünyaya açılmayı ve özelleştirmeyi Sovyetler'den önce gerçekleştirerek, Gorbaçov'a ilham kaynağı bile oluyordu. Ancak dünya konjonktüründe bizdeki değişim, Rusya'daki kadar ses getirmedi, çünkü oradaki rejimin adı komünizmdi, dolayısıyla Batılılar kendi sistemlerinin antitezi olarak gelişen Sovyet sitemindeki değişim dinamikleriyle daha fazla ilgilendiler.
Sovyetler ve Türkiye'nin değişim sürecinde tersine bir paralellik söz konusu oldu. Onlar önce siyasal özgürlüğü (Glasnost) sağlayarak işe başladılar, sonra ekonomide değişime (Perestroika) gittiler, bizde ise önce ekonomik değişim yapıldı, sonra siyasal değişim için adımlar atıldı, ancak bu adımları ilk atmaya başlayan Turgut Özal, ekonomik değişim konusunda başarılı olurken siyasal değişim konusunda başarı sağlayamadı.
Mikhail Gorbaçov 1985 yılında önce Glasnost (açıklık) devrimini gerçekleştirmişti. Bu bir anlamda düşünce özgürlüğü, özgür tartışma ve özgür bilgi dolaşımını garanti altına alma anlamına geliyordu. Bu devrimdeki ana hedef, ülkeyi, siyasal anlamda Batılı demokrasilerdeki standartlara kavuşturmaktı. Dış politikada novoye mneniya, yani yeni bir düşünüş biçimi hakim olacaktı. Nitekim bu konuda başarılı da olundu. Yeni yapılanma, hem ekonomik ilişki hem kültürel ilişki anlamında Sovyet toplumunun dışarıyla ilişkilerinin güçlenmesine yol açtı. Gorbaçov bu özgürlükçü reformları gerçekleştirdikten yaklaşık 2 yıl sonra ise Perestroika (yeniden yapılanma) aşamasına geçti. Perestroika devletin ekonomiden elini çekmesi ve yerini özel sektöre bırakması demekti. İşte ülkedeki devrim bu ikinci adımdan sonra tamamlanmış oldu.
Evet 1983'te başbakan olan Özal, Gorbaçov'un aksine önce ekonomiden başladı işe. Çünkü bu konuda önünde ciddi bir engel yoktu. 12 Eylül askeri darbesi, özelleştirme konusunda direniş gösterebilecek sendikaları zayıflatmış, muhalif grupları sindirmişti. Özal bu anlamda çok rahattı. Türkiye sermayesi de bu devrime hazırdı. Özal, Perestroika'ya işte böyle bir siyasal iklimde başladı. Bu süreç boyunca devletin sahip olduğu pek çok kurum özel sektöre devredilerek, devletin ekonomideki rolü nispeten azaltıldı, özel sermaye teşviklerle desteklenip güçlendirildi, ithalat konusundaki teşviklerle yerel şirketlerin dünyaya açılması sağlandı. Her şey güzel gitmiş, Türkiye perestroikası başarıya ulaşmıştı, ancak siyasal özgürlüklere ve Kürt sorununun çözümüne gelindiğinde Özal hiçbir şeyi değiştiremedi, bu süreç onu 1989 yılında, aktif bir görev olan başbakanlıktan pasif bir görev olan cumhurbaşkanlığı görevine taşıdı.


Şimdi Özal'ın gerçekleştiremediği siyasal devrimleri yani Glasnost'u Başbakan Erdoğan gerçekleştirmeye çalışıyor. Sayın Erdoğan ve ekibi bu anlamda hiç küçümsenmeyecek devrimci adımlar attılar. Bu tarihi adımlar sonucunda ilk olarak Kürt düğümü çözülmeye başlandı; Kürtçe yayın yapan bir televizyon istasyonu kuruldu, Kürt realitesi tanındı, Kürtçe eğitimin önü açıldı, PKK gerillalarının silah bırakması için gerekli olan sürecin inşasına gidildi. Kürt açılımına ek olarak Alevi açılımı başta olmak üzere ülkedeki bütün azınlıklara yönelik bir özgürleştirme politikasına da gidildi.
Başbakan ve ekibi, içerideki bu adımlara koşut biçimde, Yunanistan, Ermenistan ve diğer komşularla aradaki kronik problemleri çözmek için de radikal ve takdir edilesi adımlar attı. Ancak Meclis'te çoğunluk olmanın da verdiği bir özgüvenle hareket eden AKP, bütün bu heyecan verici gelişmeleri hatta kendi demokratik varlığını bile hukuksal olarak garanti altına alacak yeni bir anayasa oluşturma konusunda isteksiz davrandı. Nitekim Anayasa Mahkemesi, 12 Eylül Anayasası'nı temel alarak, DTP'yi kapatma kararı alınca, açılım politikaları büyük darbe aldı. Şurası aşikar, Sayın Erdoğan, Türkiye'de Batılı standartlarda bir demokrasi inşası için başlattığı Glasnost'u sürdürmeye kararlı. Nitekim bu devrimi tamamlayabilirse, ülkenin kaderini değiştiren devrimci başbakan olarak adını tarihe yazdıracak. Ancak her şey özgürlükçü sivil bir anayasanın bir an önce hazırlanmasına bağlı.


20.12.2009 Taraf Gazetesi

Şehirli bir tarla faresi olarak, metroda tıngır mıngır gidiyorum, bir yandan da Aynur’un akşamdan dinlediğim albümünden aklımda kalan şarkıları mırıldanıyorum. Allah göstermesin, bir tanıdık beni bu halde görse, “Bu Hıdır iyice delirmiş” diyecek, aman canı sağolsun, desin. Yolculuk bittiiiiii, 34. Sokak’tan yeryüzüne çıkıyorum. Merdivenlerin tam bitiminde, solda bir havalandırma ızgarası var, hava buz gibi, evsiz (homeless) bir adam, bu ızgaranın üzerine yüzükoyun uzanmış, aşağıdan üflenen sıcak havayla ısınmaya çalışıyor. Bu tür manzaralarla karşılaşınca korkuyorum, ya ben de bir gün böyle bir ızgaranın üzerinde ısınmak zorunda kalırsam diye... Öyle ya şu anki yaşam biçiminin hiç bir garantisi yok, zaten ekonomi kötü, işinden atılan insanlar, bekârlar, evli çiftler, aileler, evlerini kaybediyor, çok çok kötü evlere taşınıyorlar. Bu insanlar altı ay boyunca işsizlik maaşı alıyor, şimdi devlet bunu bir seneye kadar uzattı, eeee ondan sonra peki? Ya ekonomi böyle giderse ve o insanlar tekrar iş bulamazlarsa ne olacak?

Şehir insanları topraksız insanlar, yani aslında toprağından ekmeğini kazanan köylüler gibi bir yere bağlı değiller, çoğumuz ekmeğimizi sahibi olmadığımız şirketlerden kazanıyoruz, nerde iş bulursak rahatlıkla oraya taşınabilen mobilize insanlarız. Bu durum biz şehirlilere hayatın nimetlerinden daha fazla nasiplenme imkânı verirken, daha fazla risk almayı da beraberinde getiriyor. Nitekim bu tür krizlerde, işini kaybetme, evini kaybetme, ilişkilerini kaybetme ve ortada kalakalma riskleri nedeniyle kaygılarımız çok daha yüksek ve yıpratıcı oluyor. Bunun yanı sıra, bir köyün sınırlarında kalmak, orada aynı insanlara bağımlı yaşamak ve onlarla bir ömür boyu muhatap olmak zorunda olmadığımız için, iyi ve kötü pek çok şeye, yani değişmeye, suç işlemeye, acımasızlığa, birbirimizle oynamaya ve yaratıcılığa daha meyilli oluyoruz. Aman neyse can sıkıcı konular bunlar, geçelim.

Amacım Muhsin ve İdris’le buluşup, George Clooney’in yeni filmi Göklerde’yi (The Up in The Air) izlemek. Midtown’ın doğusundaki AMC Loews adlı sinema zincirinde izleyeceğiz filmi.

Amaaaaan hay Allah kahretmesin, neşem yerine gelir diye düşünürken bu filim beni daha da bir bunalıma soktu. Gerçekten etkileyici ve insana çok dokunan bir film. Hayatı uçaklarda geçen, bir şehirden ötekine seyahat edip Ryan adlı profesyonel bir işten kovucunun etrafında dönüyor olaylar. Ryan, her gün farklı şirketlerde çalışan onlarca insanı işten kovarken, onların hayatında nasıl bir yıkıma yol açtığı umurunda bile değildir, nereye kadar umurunda olacak ki, işi bu. Ancak bir gün, okuldan yeni mezun hırslı ve acımasız bir genç kızın kendi şirketinde işe alınması Ryan’ın hayatında bir yıkımla birlikte bir kendini sorgulama süreci başlatır. Bu yıkımda, yeni kuşakla çarpışmanın verdiği yeniklik ve eziklik duygusu önemli bir rol oynar. Natalie adlı bu kızın şirket için önerdiği yeni management yöntemleri, Ryan’ın şirket için eski önemini kaybetmesine yol açar. Bu orta yaşı geçmiş adam da duygusal bir ilişki yaratarak ve bir yerlere yerleşmeye çalışarak yaşadığı yıkımın üstesinden gelmeye çalışır... Uzay boşluğunda dönüp duran yalnız bir yıldız gibiyken, aniden geldiği yere, memleketine, ailesine dönmeye karar verir. Ancak bu arayış süreci, O’nun dünyasında başka bir yıkıma daha yol açar. İlişki kurduğu ve sevmeye başladığı kadın, Ryan’ın duygularıyla oynar. Ryan böylece bazen ilişkilerin ne kadar güvenilmez ve sahte olabileceğini tekrar hatırlar.

Bununla birlikte yeni mezun olmanın verdiği enerjiyle işine sıkı sıkı sarılan ve kendi yeteneklerini ispat etmeye çalışan Natalie için de bu adamla tanışması bir çeşit yıkım getirir. Kendini işine ve kariyerine adaması, nişanlısını soğuk bir telefon mesajıyla kaybetmesine yol açar, bir; iş dünyasının ve hayatın okulda öğrendiklerinden çok daha farlı bir dünya olduğunu ve tecrübenin önemini keşfeder, iki. Hırsları nedeniyle acımasızlaşan bu kızın öğrendiği bir şey daha olur, tıpkı Milliyet gazetesinin başarılı finans uzmanı Kadife Şahin’in bir zamanlar bana öğrettiği gibi; aslında hiç bir şeyin bir insandan daha önemli olmayacağı gerçeği.

Sonuç olarak, bu film, bir yandan Fedex, Microsoft, Citibank, IBM gibi çok uluslu dev aktörlerle bir çeşit şirket oligarşisine dönen modern kapitalist dünyanın geldiği duruma dokunurken, bir yandan da bu oligarşiye alkış tutan, taşlayan ya da arada kalan bizleri, kendi kendimizi sorgulamaya teşvik ediyor. Biz basit bir insan ya da siyasal bir varlık olarak kendi ilişkilerimize ne katıyoruz? Sağcı, milliyetçi, dindar, liberal ya da her ne isek, bu siyasal farklılıklarımızı gündelik ilişkilerimize nasıl ve ne şekilde yansıtıyoruz? Bu fark bizi daha insancıl olamaya, koruyucu olmaya, merhametli olmaya, hoşgörülü olamaya, saygılı ve adil olmaya zorluyor mu zorlamıyor mu, işte bütün mesele bu.


TEK KELİMEYLE

New York’un Haydar Dümen’i kim


Eski New York valisiyle yatıp skandallara yol açan telekız Ashley Dupre, New York Post gazetesine yazar oldu. Seksi Ashley, köşesinde okurlarının cinsellikle ilgili sorularını cevaplıyor. İşte bir soru: “Sevgilime daha önce kaç erkekle yattığımı söylemek zorunda mıyım? Cevap: aaa ne münasebet...


Savaşma seviş sevişemiyorsan da anlaş


Obama’nın Afganistan’a asker gönderme kararı Amerika’daki bazı liberalleri kızdırdı, bu kesim Obama’ya savaşma seviş önerisinde bulunmuyor ama Talibanlarla masaya oturup anlaş artık diyorlar, gerekçeleri de şu: savaşlar artık düşmanı yok ederek değil, düşmanla anlaşarak bitiyor.


Disney’den ilk siyah prenses


Düşünün siyah bir çocuksunuz ve çizgi filmlerdeki prens ve prenseslerin hepsi beyaz, komplekse girmez misiniz, nihayet Obama çağıyla birlikte Walt Disney firmasının kafasına dank etti ve The Frog Princes (Kurbağa Prenses) filmindeki prenses karakteri beyaz değil siyah oldu.


Laik kadınlar da Harem-selamlık sever


Amerika’da sadece kadınların alındığı spor salonları var, yedi şubesi olan Health Works Fitness bunlardan biri, müşterileri ise ne aşırı Hıristiyan ne de aşırı Müslüman, aksine laik kadınlar. Onlar sadece erkeklerle aynı mekânda spor yapmak istemiyorlar, kadın kadına daha rahatlar çünkü.
medyacasusu.com

Taraf Gazetesinin Öteki Amerika adlı köşesinden Amerikadaki hayatı yazan Hıdır Geviş Artık Twitter'da. Dakika dakika Amerikadaki güncel gelişmeleri Geviş'in sayfasında bulabilirsinizAmerika'daki hayatı,sinemayı,siyaseti merak edenler Hıdır geviş'i  Hidir Gevis

http://twitter.com/hidirgevis adresinden takip edebilirler

15.11.2009- Taraf Gazetesi



Geçen pazar sabahı gözlerimi açtığımda yine çok halsizdim, hastalığın etkisini daha atamamıştım. Bu yüzden yorganın altından hiç çıkmak istemedim. Eğilip laptopumu yatağın dibinden çektim ve internette gezinmeye başladım. Bir web sitesinde, Taraf’ın geçmiş günlerdeki 1. sayfalarının resimlerine rastladım.Taraf, 5 kasımda, Claude Lévi-Strauss’un ölümünü birinci sayfadan görmüştü. Gazetemin bu tavrı beni çok sevindirdi. Çünkü bu kültür antropologu (belki de düşünür demeliyim) sadece Batılı sosyal bilimcileri değil beni de çok etkilemişti. Ömrünü başka toplumları incelemeye adamış olanStrauss, Avrupa toplumlarının, kendilerine bayrak edindikleri “ilerleme” kavramından hiç hoşlanmamıştı. Ona göre bu kavram, onların bütün dünyayı kendilerine göre kategorize etme çabasından başka bir şey değildi. Bu kategori nedeniyledir ki Avrupalılar kendilerini “gelişmiş” ve “medeni” olarak görürken , örneğin Afrika’daki bir kabileyi gelişmemiş ilkeller olarak görür ve küçümserlerdi. Strauss’a göre bu tür bir kendi merkezinden bakma yaklaşımı, başkalarını anlamayı zorlaştırıyordu. Oysa başkalarını anlamanın en iyi yolu onları kendi koşulları içinde değerlendirmekti. Bu nedenle Strauss her zaman Fransa dışındaydı. “İlkel” toplumlara doğru yolculuğa çıkıyor, incelediği o toplumlarla birlikte yaşıyordu. 

Neyse, şimdilik bu konu burada kalsın, meraklanmayın, geri döneceğim çünkü geç kaldım. Hemen hazırlanmam ve Semih’lere gitmek için Brooklyn Heights’a doğru yola çıkmam lazım. Manhattan’ın yüzünü okyanusa döndüğünü düşünün, sağ yanında bizim Hoboken, sol yanında ise Brooklyn Heights yer alıyor, yolum az değil yani. Çabuk ol Hıdır... 

Zili çaldığımda kapıyı Semih Fırıncıoğlu’nun eşi Jill açtı. Liseye giden kızları Leylada evdeydi, ödev yapıyordu ama hemen geldi ve geleneksel bir Elazığ kızı gibi hoşgeldin deyip halimi hatırımı sordu. Ne de olsa baba Elazığlıydı (Anne ise Kaliforniyalı). Çok sıcakkanlı ve çok zeki bir kız Leyla. Aramızda İngilizce konuşuyorduk. Semih “Türkçe konuşun yav” deyince emir evsahibinden geldiği için mecburen dinledim. Leyla Türkçeyi gayet güzel konuşuyormuş. Burada nadir görülen bir durumdur... Genellikle anne Amerikalı olunca çocuklar Türkçe öğrenemezler. Uzatmayayım, bir yarım saat sonra dışarı çıktık, Semih bana biraz mahalleyi gezdirecekti. 

Semih yaşadığı bölgeyi çok seven biri. Boroklyn Hights da sevilmeyecek bir yer değil hani. New York’un en gözde semtlerinden biri. Bu nedenle kiralar da pahalı ev fiyatları da... Üç-dört katlı brownstone denilen müstakil evler iki milyon dolardan başlıyor. Burada pek çok paralı yazar ve sanatçı da yaşıyor. Bağımsız filmlerin ünlü oyuncusu Paul Giamatti bunlardan biri. Neyse, gezimize Brooklyn-Queens Express yolu üzerinde inşa edilmiş dev bir balkonu andıran The Promenade adlı yoldan başladık. Doğu nehrine paralel uzanan bu yürüyüş yolundan, Manhattan veözgürlük heykeli harika görünüyor

Gele gele tarihî Brooklyn köprüsüne geldik. 1883’te hizmete açılan bu muhteşem köprünün yapımı sırasında pek çok işçi ölmüştü. Köprüye iç çekerek bakarken, Semih de Hasan Bülent Kahraman’ın Sabah gazetesindeki “Sert Amerika’da şefkat aramak” başlıklı yazısından kızgınlıkla söz ediyordu. 

Eve dönüşte o yazıyı ben de okudum ve neden akademisyen ve yazar kimliğine rağmen, Sayın Kahraman Amerika’yı ve New York’u anlamakta bu kadar zorlanmış diye düşündüm. Her şey açık, Avrupa’ya karşı sempati ve hayranlık duyan Türkiyeli aydınlar Amerika’ya karşı bir türlü dengesini bulamamış problemli bir bakış açısına sahipler. 

Bir dönem Batılı ülkelerin oryantalistleri Doğu’yu anlamaya çalışırken, orayı kendi önyargıları, kompleksleri ve önüne geçemedikleri egolarının süzgecinden geçirerek, çarpık biçimde anlıyorlardı. H.B. Kahraman, Enis Batur ve daha pek çok Türkiyeli entelektüel de Amerika’ya bakarken karşı taraftan ama benzeri bir tutum sergiliyorlar. Bu nedenle onların Amerika gözlemleri, yüzeysel ve önyargılı bir turist bakışının entelektüel bir dille ifadesi olmaktan öteye geçemiyor. Aslında Kahraman’ın New York ve Amerika ile ilgili değerlendirmeleri, ciddiye alınamayacak ölçüde bir atıp tutma olarak bile görülebilir. Hangi birini sayayım ki “Amerika serttir” gibi manasız ve büyük laflarını mı. Sokaktaki insanların rahat giyimine “kaba saba” derkenki küçümseyici elitist üslubunu mu...İşte bütün bunlar gelip gelip Claude Lévi-Straus’un çözümlemeye çalıştığı başkalarına bakma sorununa dayanıyor. Başkalarını anlayabilmek soyut bir göç macerasıyla mümkün: kendi bedeninizden, kendi ülkenizden, kendi ruhunuzdan ve kendi inançlarınızdan bir süreliğine göçüp, başkasının bedenine yerleşmek, o başkasını hissetmek ve o başkası olabilmekle mümkün. Yani empati kurmakla mümkün. Ancak Türkiyeli entelektüellerin çok azı bunu başarıyor. Bu nedenle nasıl hükümetlerin bütçe açığı varsa, entelektüellerin de bir empati açığı var.

08.11.2009 Taraf Gazetesi




Üç gündür evde hapis gibiydim, dışarı çıkamadım, çünkü hastaydım, ateşim vardı, halsizdim, ve öksürüyordum... Hatta bir ara domuz gribi olduğumu düşündüm ve “annecim, ya şuracıkta ölüverirsem” diye çok korktum. Nihayet bugün (cumartesi sabahı) kendimi iyi hissetmeye başladım.Allah’ım bu gribi (ya da soğuk algınlığını) ben nereden ve nasıl kaptım?Aklıma bir metro istasyonu sahnesi geliyor: Geçen hafta cumartesi günüydü, akşamın sekiz buçuğu falan. O istasyonu hiç bir zaman bu kadar kalabalık görmemiştim. Adım mı atıyordum birilerinin topuğunu mu tekmeliyordum, belli değildi. İnsanların nefesini yüzümde hissediyordum. Alışık değildim bu tür bir kalabalığa, metronun çıkışına varmak hayli zaman almıştı... O gün Halloween bayramıydı [cadılar bayramı], o yüzdendi bu keşmekeş... Gribi o kalabalıktan mı kaptım acaba? Yoksa... 

Yoksa başka bir yerden mi?
 Aklıma başka bir sahne daha geliyor. Halloween gününün sabahı saat 10 gibi Hoboken sokaklarında geziniyordum. İnce giymiştim (ince giymemeliydim), hava sıcak gibiydi ama soğuk bir rüzgâr esiyordu. Anneler ve babalar çocuklarına, bebeklerine hatta köpeklerine çeşitli kostümler giydirmiş, aşağıdan yukarıya yukarıdan aşağıya dolaşıyorlardı. Tabii anne babalar da kostüm giymişlerdi. Bugünün özelliği bu, insanlar inanılmaz yaratıcı kostümler giyiniyorlar. Kimileri kostümlerini günler öncesinden hazırlıyor, sadece kuru kuruya kostüm de değil, onu tamamlayacak korkutucu ifadeler yaratan makyajlar da yapıyorlar. Kimileri ise benim gibi son anda bir dükkâna girip, kendine hazır bir kostüm seçiyor. Amacım ürolog doktor önlüğü almaktı. Fiyatı 25 dolardı ama dükkâna girdiğimde kasaların önünde uzun kuyruklar vardı, beklemek istemedim ve ayrıldım. Akşam 5.00 gibi yine aynı mağazaya gitmek için evden çıktım, yolu yarılamışken yağmur yağdı, hazırlıksızdım, ıslandım (ıslanmamalıydım; soğuğu o zaman da kapmış olabilirim). Ancak doktor önlüğü, tükenmişti. Ben de kendime kollara takılan ve sanki kolunuzda çiçekli böcekli dövme varmış gibi gösteren bir şey aldım. Ayağı kesilmiş kadın çorabını andıran bu elastik kumaş parçası için beş dolar ödedim. Aslında gözüm örümcek adam kostümündeydi ama 65 dolardı, tahmin edeceğiniz gibi paraya kıyamadım.

Metro sahnesine geri döneyim. Sonunda oflaya puflaya yeraltından yeryüzüne yani Christopher sokağına çıkabildim. Kollarımdaki sahte dövmelerimi göstereceğim diye o soğuk havada tişörtle yürüyordum (Kalleş soğuk, vücuduma o sırada iyice yerleşmiş olmalıydı).

Sokaktaki herkes bakmaya değerdi... Çünkü üzerlerinde inanılmaz şaşırtıcı kostümler vardı. Bir ara hafiften yağmur da yağdı (yine ıslandım, yine soğudum). Buna rağmen sokaklar ana baba günüydü. 6. Cadde üzerinde geleneksel Halloween yürüyüşü vardı. Akla hayale gelmeyen kıyafetler giymiş insanlar organize bir şekilde sokakta yürüyor, etraftaki turistler ve New Yorklular da onları izlemek için ciddi bir kalabalık oluşturuyorlar... Ben o kalabalığa girmek istemedim. Nasıl olsa ilginç kıyafetli insanlar her yerdeydi. Neşeli neşeli 8. Cadde üzerinden yukarıya doğru yürüdüm. Böyle bir bayramdan haberi olmayan birini bu sokağa koyun, kendini gündüz rüyası görüyor sanır. X-Menler, Süpermenler, kırmızı şapkalı kızlar, eli kılıçlı şövalyeler, hemşireler, elinde minyatür köpeğiyle Paris Hiltonlar, inşaat işçileri, kovboylar, John Lennonlar, hayaletler... Yani geçmişteki, masallardaki, filmlerdeki, çizgi romanlardaki, eğlence dünyasındaki, gündelik hayattaki, ölmüşler ve yaşayanlar arasındaki her figür, bugün şehre inmiş gibiydi. Bazıları birilerini taklit etmek yerine, kendileri bir şeyler yaratmışlardı. Örneğin beş arkadaştan oluşan domuz grubu çocukları... Bu beş arkadaş, üzerlerine ameliyata alınan hasta önlükleri giymişler, içlerinde pembe domuz kostümü, pembe ponpon kuyruk, ayaklarında pembe ponponlu terlikler, tepelerinde iki kulak, burunlarında plastik domuz burnu, yüzlerinde hasta ifadesi veren bir makyaj... Yaratıcılıkta sınır yok anlayacağınız.

Bu arada her yerde olduğu gibi Manhattan’daki evlerin önünde de içi oyulmuş ve korkutucu bir görünüm verilmiş koca koca kabaklar var. Bazı ev sahipleri, kabağın sahicisini alıp saatlerce içini oymak yerine, plastiğini alıp oracığa koymuş, içlerinde de ışıklar yanıyor. Kabağın yanına saman balyaları veya kuru mısır koçanları koyanlar da var... Bazı evlerin pencerelerini ise yapay örümcek ağları, ürkütücü maskeler, ışıklar ve plastik mezar taşları gibi korku objeler süslüyor

Halloween eski bir İrlanda inanışından kaynağını alıyor. Yazın bittiği, kışın başladığı bu zamanlarda, öteki dünya ve bu dünya arasındaki sınırın inceldiğine ve kötü ruhların bu dünyaya indiğine inanılırmış. Halk, bu kötü ruhları korkutmak ve kaçırtmak için, korkutucu giysiler giyermiş. 40’lı ve 50’li yaşlardakiler için bu yaş dönemi, bu dünya ve öteki dünya arasındaki sınırın en çok inceldiği, ölümün hayata en çok sızdığı dönem. Kendimiz için demiyorum, çoğumuzun anne babası yaşlı ve bizler içimizde hep onları kaybetme korkusu taşıyoruz. Ancak ölümü kovmaya yarayacak hiç bir şey yok elimizde. Yakın zaman önce gazeteci arkadaşım Necla Bayraktar babasını kaybetmişti. Şimdi de arkadaşımCengiz Semercioğlu, babası Yusuf Semercioğlu’nu kaybetti. Cengiz’e ve bütün yakınlarına başsağlığı ve sabır diliyorum.


01.11.2009 Taraf Gazetesi



İtalyan yöneten Antonioni’nin Gece adlı filmindeki Lidia karakteri nasıl Milansokaklarında amaçsızca dolanıyorsa, ben de aynı şekilde Hoboken sokaklarında dolanıyorum. Onun içi ne kadar sıkılıyorsa benim de içim o kadar sıkılıyor... Dolanırken, I. New York Kürt Filmleri Festivali’ne gidip bir film daha izlemeye karar verdim. Bu karar, nedeni anlaşılmaz sıkıntımın biraz azalmasını sağladı... Ancak, durun bakalım, orada bir şeyler oluyor, Sinagogun bunduğu sokaktan sesler, bağrışmalar geliyor. Aman Allah’ım, büyük bir grup sloganlar atıyor gibi... O yöne doğru hızla yürüyorum. Ne büyük grubu canım, topu topu altı kişi toplanmış... Altı kişiler ama çok bağırıyorlar, 60 kişilik ses çıkarıyorlar. Her birinin elinde ise dört-beş pankart var, pankartlardan vücutları görünmüyor. Söylendiğine göre, aşırı Hıristiyan bir grubun kiraladığı ve ülkeyi parsel parsel gezip Yahudileri protesto eden maaşlı göstericiler bunlar. Pankartlarında ne yazıyor biliyor musunuz: “ Hahamlar çocuklara tecavüz ediyor”, “İsa’yı Yahudiler öldürdü” ve daha bunun gibi Museviliği ve Musevileri küçültme amaçlı pek çok yazı. Sokağın ortasında bir kaç polis var, karşı kaldırımda ise daha kalabalık başka bir grup... Onlar da Musevi düşmanlarının sloganlarına espriyle karışık yanıtlar veriyor, hatta dil bile çıkarıyorlar. Her şey biraz tiyatro oyunu gibi. Bir grubu ya da bir insanı, etnik kimliği, cinsel kimliği, dinsel kimliği yahut görünümü nedeniyle suçlamak, ayıplamak ve aşağılamak bende bütün sigortaları attırıyor. İster istemez kendimi onların yerine koyuyorum çünkü... Ne mi yaptım, geçtim öteki tarafa, başladım Musevi düşmanlarına naralar atmaya. İçimdeki öfke kurtlarını iyice dökünce de ayrıldım hemen o sahneden ve festivale doğru yola koyuldum. 

İlk filmi Manhattan’da, New York Üniversitesi’ne bağlı Cantor Film Merkezi’nde izledim. Bir ilk festivalin bu kadar başarılı, bu kadar akıcı ve organize olacağını hiç düşünmemiştim. Bütün gösterimlerde her şey saat gibi işledi. Film sonrası yönetmenlerle yapılan söyleşiler, seyirci yönetmen buluşması açısından çok yararlı ve çok yerindeydi. Benim film izlediğim matinelerde salonlar tıklım tıklımdı. İzleyiciler arasında işadamlarından akademisyenlere, işçilerden öğrencilere her kesimden Kürtler vardı. Elbette sadece Kürtler değil, Türkler ve Amerikalılar da oradaydı ve onlar da ilgi, heyecan ve sevgiyle Kürt filmlerini takip ediyorlardı... Filmler büyük alkış aldı... 

Filmlerinde profesyonel oyuncu kullanmayan yetenekli yönetmen Hisham Zaman’ınBawke Winterland filminin çıkışında pek çok kişiyle karşılaştım. Önce Hisham’la biraz sohbet, ardından Leyla adlı romanın yazarı Bayram Karaca’yla selamlaşıp hoşbeş ettik, sonra doktora öğrencisi Fatih Seyhanoğlu beni Kürdistan Bölgesel YönetimiWashington Kültür Ataşesi Najat Abdullah ile tanıştırdı. Onunla konuşurken, keşkeNew York başkonsolosumuz Mehmet Samsar da burada olsaydı diye düşündüm. Çağrıldı mı acaba... Mehmet Bey, tanısanız seveceğiniz biri, sıcak, samimi ve komplekssiz, çağrılsaydı gelirdi herhalde... 

Festivalin en güzel tarafı ise akşamları film gösterimlerinden hemen sonra seyirciler, yönetmenler, ve festival organizatörleri ile hep beraber bir yerlere gidilip bir şeyler yenilip içilmesiydi.
 Bir defasında West Village’daki Apple adlı lokantaya gittik. Fırtına filminin yönetmeni olan Kazım Özsağımda, Close Up Kurdistan adlı belgesel filmin yönetmeni Yüksel Yavuzsolumda, uzun uzun konuştuk. Her ikisi de Dersimli... 40 bin kere maşallah, Dersim’den ne çok sanatçı çıkıyor... 

Bir kaç not:
 Türkiye’deki seyahatim sırasında TRT’deki Ayrıntı programının danışmanı Yalçın Arı ile tanışma fırsatım oldu. Bana fırınsütlaç ısmarladığı için söylemiyorum, gerçekten zekâsıyla insanı etkileyen biri. TRT’nin özel kanallarla rating yarışına girme politikasından vazgeçmesi ve Ayrıntı gibi yararlı ve kaliteli programların sayısını arttırması gerekiyor. Bir de üzücü haber: İmzalı bir kitap kaybettim, bulan varsa bana iletsin lütfen. Kitap asker arkadaşım Ömer Özgüner’e ait. Ömer beni NTV’ye davet etmişti, gittim... NTV genel yayın yönetmenliğine terfi ettiği için geniş ve ferah bir odası var (fazla sıcaktı, terledim), sohbet ettik ve beraber binadaki departmanları gezdik. Hayranlık duyduğum bir yazar olan Can Kozanoğlu da oradaydı, tanıştık, kendisi Programlar müdürlüğüne atanmış. Anlayacağınız NTV gerçekten harika bir ekip kurmuş. Neyse, binadan çıkarken Ömer yeni çıkan kitabı Başkasını Seviyorum’u imzalayıp bana verdi... Ve ben o kitabı Atatürk Havalimanı’nda bir yerlerde unutmuşum...

25.10.2009- Taraf Gazetesi


Türkiye’ye tatile geldim, çok çabuk bitti, sonunda yine evime, yani Amerika’ya geri döndüm. O nedenle biraz eşekten düşmüş gibiyim, bunalımda da olabilirim. Mesela, geçen sabah işe gitmek üzere evden çıktım, yere baka baka yürüyorum (dün işten çıkarken de yere baka baka eve geri dönmüştüm). Yürürken bir yandan da kalbi kırık bir genç kızın duygularını anlatan Jazmine Sullivan’ın şarkısını söylüyorum, üstelik sesli seli. “UUUUUuuuuu.... Aaaaaa a... a... a... a... a.... I bust the windows out your car, and though it didn’t mend my broken heart...” Şarkının son dizesini söylerkenDunkin’ Donuts’ın önüne geldim. İçerde epey bir kuyruk var. Sabah işe gidenler benim gibi buraya uğrayıp McDonald’s gibi bir zincir olan bu dükkânda satılan kahve, bagel ve muffin (top kek) gibi popüler ürünlerinden alıyorlar. Dunkin’deki kahvaltılık yiyecekler, Au bon pen ve Panera Bread gibi biraz daha farklı konsepte sahip diğer hazır yiyecek zincirlerine göre daha ucuz ve daha yaygın. Örneğin buranın bir susamlıbagelı var ki, bana Türkiye’nin simidini anımsatıyor. Isıttırıp içine krem peynir sürdürdüm, orta büyüklükte de bir kahve aldım. Üç buçuk dolar tuttu, kredi kartıyla ödedim. Tam kapıdan çıkarken içeri bir kız girdi, Sybil sandım. Herkesi Sybil sanmaya başladım bugünlerde, nereye baksam bu çatlak kızı görüyorum.Farkında mısınız bilmiyorum, epeydir ondan bahsetmiyorum. Çünkü Sybil’le kesin görüşmeme kararı aldım, bence o da bir drama kraliçesi ve ben etrafımdaki bütün drama kraliçelerini elemeye kararlıyım.

Drama kraliçesi (drama queen ) bu ülkede çok kullanılan bir kavram. Bu kavram pireyi deve yapan, diğer bir söyleyişle boş bardakta fırtına koparan insanlar için kullanılıyor. Drama kraliçeleri dikkatleri kendi üzerlerine çekmeye bayılırlar, hep kendilerini ilişkinin merkezine koyar, diğerini yok sayarlar. Çünkü onlar bir kraliçe... Her konuda yaygara koparmayı, bunu yaparken de çevresindekileri kışkırtmayı çok seven drama kraliçeleri, bütün bu süreç zarfında diğer insanların enerjisini emer ve onları havası alınmış boş bir teneke kutuya çevirerek hiç bir şey yapamaz hale getiriler. Çünkü son derece negatiftirler ve her şeye negatif açıdan yaklaşırlar. Onları var eden de besleyen de bu zaten: negatiflik... Bu nedenle hiçbir şey drama kraliçelerini mutlu ve memnun etmeye yetmez. Kendilerinden geçercesine şikâyet ederken ya da söylenirken,hayatın kötü yönleriyle beslendiklerinin, iyi yönlerinden ise kendilerini mahrum bıraktıklarının farkında bile değillerdir. Aksi ve huysuz olabilirler. Her şeyi çözümü olmayan kaotik bir felaketmiş gibi algılamaya bayıldıkları gibi bu felaketleri heyecanla anlatmayı ve propagandasını yapmayı da çok severler. Böylece bir süre sonra etrafındakiler için kendilerini tahammül edilmez bir insana dönüştürürler:Sevimli de olsalar, zeki de olsalar, yaratıcı da olsalar, yardımsever de olsalar, bütün bunlar onların zehrini kurutmaya yetmez. Tıpkı Sybil gibi. Sybil benim ruhumu serinlettirirken aslında fazlasıyla karartıyordu. 

Etrafınıza bu açıdan bakarsanız her Allahın günü ne çok drama kraliçesiyle muhatap olduğunuzu görecek, onların aslında sizi ne kadar çok yıprattıklarını, pasifize ettiklerini, yorduklarını, enerjinizi çaldıklarını belki de asıl şimdi fark edeceksiniz. İşte bu yüzden bazen tatlı ama tehlikeli olabilen bu tür insanlara zehirli drama kraliçesi demekte hiç bir sakınca görmüyorum. Dikkat edin, onlar her yerde olabilir; En köklü siyasi partinin başında her şeye muhalefet edebilir, bir gazetenin köşesinde kafa karıştırabilir, hurafeler üreten bir entelektüel olabilir, çalıştığınız ofiste sürekli ne kadar yorulduğundan yakınır ve her şeyi zormuş gibi göstermeye çalışır, ailenizde ve en yakın arkadaş listenizin başında da olabilir... Cinsiyetlerine gelince... Kraliçe dememe aldanmayın, kadın da olabilirler, erkek de olabilirler, gey de olabilirler lezbiyen de... 

Sonuç olarak drama kraliçesi olmak ciddiye alınmayan ama ciddiye alınması gereken oldukça yaygın bir hastalık durumu. Bu anlamda beni asıl düşündüren ve üzen nokta ise şu; en saygın ve en sevilen sosyalist entelektüellerin dahi çoğu zaman gizli bir drama kraliçesine dönüşmeleri... Bu tür entelektüeller, derin ve yararlı analizleriyle okurlarının öfkelerini kaşıyıp sokağa eylem yapmaya çıkarırken, aslında onları çıkışsız, verimsiz, projesiz, karamsar bir çizgiye de çekerler, yani bu okurlardan pasif yurttaşlar yaratırlar. Çünkü bu tür yurttaş tipi, eğer uğraşılırsa bu sistem içinde güzel şeyler yapılacağı inancını yitirmiştir. Ona göre her şey öteki hayatta yani devrimden sonra güzel olacaktır... Burada duralım ve konuya haftaya devam edelim...
18.10.2009- Taraf Gazetesi

Nasıl açım nasıl açım bilemezsiniz, açlıktan sizi bile yiyebilirim... Türkiye’ye gitme heyecanıyla epeydir iştahtan kesilmiştim. Ama nedense bugün iştahım yerinde... Aaaa.. garsonlar önümüze ısıtılmış boş tabaklar bırakıp gittiler. Tabakların içine baharatla çırpılmış zeytinyağı damlatılmış, o kadar. Ne yapmamız bekleniyor bilemiyorum, belki de tereyağıyla birlikte sofraya gelen ev yapımı ekmeği zeytinyağına bandırmalıyız... Yok yok öyle değilmiş, garsonlar hemen ardından ellerinde kahve fincanlarıyla geri geldiler, fincanların içinde sıcak çorba vardı, tabaklara döküp gittiler. Küçük bir show gibiydi her şey. Off! kabak çorbası çok lezzetliymiş... Sonra ızgarada pişirilmiş kırmızı et ve yanında üzerinde kavrulmuş mısır taneleri olan patates püresi geldi, ardından da inanılmaz güzel çikolatalı bir tatlı... Bu güzel yemeği Hoboken’deki Amandas adlı bir Fransız lokantasında yedik. Masada benimle birlikte işadamı Mehmet Deliceoğlu ve kız kardeşi Necile Hanım da bulunuyordu. Necile Hanım garsonların servis adaplarını çok beğendi: “İnsanı sıkboğaz etmiyorlar, hiç hissettirmeden uzaktan gözlemliyor ve ihtiyaç olduğunda gelip kibarca müdahale ediyorlar” diyor. Necile Deliceoğlu İstanbul’dan buraya, New York’u ziyarete gelmiş. Çok zeki ve çalışkan bir insan, inanılmaz güzel bir projenin de yaratıcısı ve uygulayıcısı. Kendisi İstanbul’un Cihangir semtinde oturuyor, bu semte de âşık. Semtin geçirdiği olumlu dönüşümde onun büyük payı var. Şimdiki amacı ise başka ülkelerde Cihangir’le benzer karaktere sahip kardeş semtler bulmak. Hatta bir kardeş edinmişler bile: Almanya’nın Berlin kentindeki Mitte. Necile Hanım her iki semtte yaşayan sanatçıların ortak üretim yapmaları ve ortak sergiler açmaları konusunda önemli çabalar gösteriyor. Yeni hedefi ise New York’tan kardeş bir semt bulabilmek. Benim aklıma hemen East Village, Greenwich Village, Park Slope ve Brooklyn Heights geldi. Tabii Semih Fırıncıoğlu’na da sormak lazım, O daha iyi bilir...

Bu yemekten bir kaç gün sonra Türkiye’ye geldim. Yazar menajerliği yapan Sayım Çınar’la epey bir zaman harcadık. Her beş dakikada bir “bak Hıdırcım yazılarını çabuk derle, kitap yapacağız” diyerek beni biraz bunalıma soktu. Sadece o da değil, çok para harcıyor, pahalı yerlere gidiyor ve kısa mesafeler için bile taksi tutuyor. Sayım yüzünden tatil bütçem daha ikinci gününde suyunu çekti. Galiba bir dahaki gelişimde onunla görüşmeyeceğim. Ancak hakkını yememek lazım, beni götürdüğü Elit Otel’in saunasını çok beğendim, Samatya’daki Günbilir balık lokantası da öyle. Ermeni ustaların tarifine göre hazırlanan topik adlı bir mezeleri var ki ne zaman acıksam aklıma geliyor. Bu lokantaya Hoboken’deki Fransız lokantasına ödediğimizden çok daha fazla hesap ödedik. Sayım’a göreyse Çiçek Pasajı’ndaki lokantalarla kıyaslandığında burada fiyatlar yarı yarıya daha ucuz, yemekler de daha iyi... Ne bileyim, sadece bu değil, İstanbul bana biraz pahalı geldi...

İstanbul’daki masraflı iki günden sonra Elazığ’a anne ve babamı görmeye gittim. Benim için bir çeşit çocukluğuma yolculuk gibiydi bu seyahat. Ayağımda plastik terliklerim, üzerimde şortum ve eski tişörtümle köydeki evimize gittim. Beni tanımayan bazı köylüler, “Mehmet Ağa’nın Amerika’dan gelen oğlu bu muymuş” diye küçümsediler. Olsun desinler, ben yine de hepsine yanaştım, büyüklerin ellerinden öptüm küçük çocuklar ve gençlerle tokalaşıp sohbet ettim. Annemi görmeyeli 10 ay olmuş, yaşlanmış, eskiden ne kadar güçlü ne kadar heybetli ne kadar güzel bir Kürt kadınıydı bilemezsiniz. Babamın da kulakları eskisi gibi duymuyor artık... Gitmişken Elazığ Belediye Başkanı Süleyman Selmanoğlu ile de görüştüm. Ona KEBANVEGAS projemi anlatmaya çalıştım. Ardından Ramazan bayramlarında çocuk başına gidip yemek yediğim Hozat garajındaki Merkez Lokantası’na gittim, döneri hâlâ nefis. Bu şehrin özellikle dondurması çok güzel. Türkiye’nin en iyi vişneli dondurmasının burada yapıldığını iddia ediyorum. Memurlar için ideal bir kent Elazığ, sakin, temiz, güzel ve ucuz... Akşam köye geri dönerken tadına doyulmaz bir çiğköfte dürüm yedim, yanında da ayran. 2 buçuk milyon tuttu. Yine çocukken babamla gittiğimiz ve toptan kuru gıda satın aldığımız Bugday Ambarı’na uğradım. Oradaki toptancılardan biri olan Solmazlar Gıda’nın sahibi İbrahim’le uzun uzun sohbet ettik.

İstanbul’a dönmek için köyden ayrılırken anneme sıkı sıkı sarıldım, ağlamaya başladı, tutuldum kaldım, sonra annemi öylece bıraktım ve havaalanına gitmek için hızla evden ayrıldım. Uçağın camından Elazığ ovasının ışıklarına bakarken gözlerimi kapadım, uyumaya çalıştım.