Yeni Asya’ya konuşan Taraf gazetesi yazarı Hıdır Geviş, “Türkiye Cumhuriyeti başından beri ordu tarafından tek ayak üzerinde tutulan bir ülke oldu. Bu nedenle solcuların, milliyetçilerin, İslâmcıların, Alevilerin, Sünnilerin Türklerin ve Kürtlerin birbirine karşı nefretle bilendiği premature bir Cumhuriyet olarak kaldık.

Bu dönem kapandı artık, şimdi toplumun öteki ayağını da yere indirmesi ve sahici bir Cumhuriyetin temellerinin atılması gerekiyor” dedi.


SAİD NURSİ: GÜÇLÜ VE ÖZGÜN BİR KİŞİLİK

Bunun da ancak sivil bir anayasa ve yeni bir seçim sistemi ile mümkün olduğuna işaret eden Geviş, “Toplumdaki nefret ancak böyle ortadan kalkabilir. Türkiye şu anda çok ciddî bir geçiş döneminde” diye konuştu. Geviş ayrıca, “hayata karşı duruşu nedeniyle” hayran olduğunu söylediği Said Nursî’nin kendisi için “özgür düşünmeyi, sıradanlığın dışına çıkmayı, keskin zekâyı, güçlü bir kişiliği, azmi, mücadeleyi, muhalefeti” temsil ettiğini ifade etti.

Said Nursî, devlet elitlerini korkutuyor

BM Genel Merkezi'nde staj yapan Taraf Gazetesi yazarlarından Hıdır Geviş'le Amerika'dan bakınca Türkiye'nin nasıl göründüğünü konuştuk. Geviş Türkiye'nin kendini dünyanın merkezinde zannettiğini ve dünyanın sanki sürekli kendini konuştuğunu zannettiğini belirtiyor. Türkiye'nin değişim süreci içine girdiğini söyleyen Geviş devlet elitlerinin Said Nursî'den toplum üzerindeki gücü dolayısıyla korktuğunu ifade ediyor.

Türkiye'de yaşanan gelişmeler Amerika'dan nasıl görünüyor. Türkiye'de olayların içinde yaşayıp kaçırıldığını düşündüğünüz önemli noktalar var mı?

Türkiye’de kendini arzın merkezinde görme sendromu var. Bütün dünyada hatta Amerika’da sürekli konuşulduğunu düşünüyor ama böyle birşey yok. Türkiye’nin nesi var ki nesini konuşsunlar; başarılı bir sporcusu mu var, popüler bir müzisyeni mi var, hayranlık uyandıran projeleri mi var, fikirleriyle saygınlık uyandıran aktif bir politikacısı mı var, yaratıcı bir iş adamı mı var. Türkiye’deki demokratikleşme sorunu konusunda yaşanan sancılar zaman zaman Amerikan basınına yansıyor o kadar. Bir de son ekonomik kriz öncesinde Türkiye’nin gelişen ekonomisi konuşuluyordu. “Yaşanan son gelişmelerden” kastınız Ergenekon ve ordu siyaset ilişkisiyse, bu konuya karşı da popüler bir ilgi elbette yok. Popüler ilginin olması için Amerikan basınında köken olarak Türkiyeli olan Amerikalı gazetecilerin çalışması gerekiyor ki bu konularda yaptıkları haberlerle Amerikan toplumunda Türkiye’ye karşı bir ilgi yaratsınlar. Ama yok. Bugün İsrail Filistin meselesinin bu kadar popüler olması, konunun kendisinin önemiyle paralellik taşımıyor. Bu kadar çok önemsenmesinin nedeni Amerikan medya sektöründe çalışan Musevi meslektaşlarımızın konuya gösterdiği doğal ilgidir.

Elbette Amerikan devletinin ilgili birimlerinde gelişmeler izleniyor, bu da onların işi zaten… Bunu da çok merak etmenin bize bir faydası yok bence. Dışarının bakışı konusundaki saplantımızı bir kenara atıp kendi aynamızda, kendimize cesaretle bakabilirsek, oradaki yanlışları da doğruları da bal gibi görme ve kendimizi iyileştirme şansımız olur.

Ergenekon dâvâsının Amerikan güdümünde

yürütüldüğü söyleniyor. Görüşünüz nedir?

Amerika'nın güdümünde yürütülüp yürütülmediğini bilmek bize nasıl bir yarar sağlayabilir ki. Bunları düşünmek ve buralardan bir takım sonuçlar çıkarmaya çalışmak nafile çabalar. Önemli olan böyle bir soruşturmanın Türkiye halkının ihtiyaçları, demokrasi ve hukukun oturması için ne anlam taşıdığıdır, buna yoğunlaşmak lâzım. Bana göre bu soruşturma daha yaşanır bir Türkiye için çok önemli bir mihenk taşıdır. Aksaklıklarla gidiyor olabilir, yanlışlıklar yapılıyor olabilir, bunlar elbette olacak. Ama hiçbir şey bu dâvânın şevkini kırmamalı. Türkiye’de tarihî gelişmeler yaşanıyor, ilk defa generaller sanık sandalyesine oturuyor. Askerler içindeki bir kesimin bulaştıkları kirli paslı işler belgeleriyle ortaya konuyor. Bunları 10 yıl öncesinde hayal bile edemezdiniz.

Belli bir kesim başından beri bu soruşturmayı baltalamaya ve küçük düşürmeye çalışıyor. Türkiye’yi esir alan ve bu ülkeyi bir açıkhava toplama kampına çevirmeye çalışan şebekenin deşifre edilmesi, bu şebekenin güvendiği sistemden beslenen birilerini rahatsız ediyor. Umudum suçluların ciddî ciddî biçimde yargılanmaları ve cezalarını çekmeleri. İktidar partisinin de bu tarihî dâvâyı dikkate alıp politikalarında çok dikkatli olması ve adımlarını ince ince düşünerek atması gerekiyor. AKP yapabildiğince her kesimi kucaklayıcı, nazik ve saygılı bir üslûp tutturmalı. Bu soruşturma Türkiye için son şans. Yoksa her konuda çok vakit kaybeder.

Amerikan yeni yönetiminin Türkiye'deki asker-sivil ilişkisine bakışında bir farklılaşma oldu mu? Çünkü Türkiye'de hep, Amerika kendi çıkarı hangi kanadı desteklemeyi icap ediyorsa oraya destekler, kanaati var. Sizce Amerika Türk ordusuyla ilişkisini nasıl yürütüyor?

Lütfen beni yanlış anlamayın, ama bakın bu sorunuzdaki havadan Türkiye’deki İslâmî, sol ve ulusalcı kesimde yer etmiş kronik bir ruh halini çıkarabiliyorum. Her şeyi nasıl olsa Amerika düşünüp, hazırlıyor ve uygulamaya koyuyor, bize yapacak bir şey kalmıyor şeklinde özetlenebilecek bir ruh hali bu. Unutmayın her şey önce bu memelekette nefes alıp verenlere bağlı.

Şunu söyleyeyim. Obama herkes için büyük bir şans. Bu şansı iyi değerlendirmeliyiz. Türkiye Meclisinde yaptığı konuşmadan çıkarmışsınızdır. Artık herkesin değişmesi gerektiğini söylüyor. Azınlıklara temel haklarının verilmesinden ve demokrasiye saygılı olmaktan söz ediyor. Sizce bunun anlamı ne? Türkiye kendi sıhhati için, 30 yıla yakındır süren ve bu ülkeyi ciddî biçimde zarara sokan kirli bir savaşı bitirmek zorunda. Ordudaki bir kesimin bunun önünde önemli bir engel olduğunu da herkes biliyor. Bu engeli aşıp gereken bütün reformlar yapılmalı.

Amerika da eski Amerika değil artık, onlar da değişiyor. Bunu Obama’nın kendisi de aynı konuşmada ifade etti. İçinde bulunduğumuz çağda zorbalığın ve diktatörleri desteklemenin Amerika’ya maddî hiçbir faydası olmadığını onlar da anladı. Küresel ekonominin sıhhati için fakir ülkelerin zenginleşmesi ve özgürleşmesi gerekiyor. Bu da antidemokratik ve merkeziyetçi yönetimlerle olmaz. Herkes komplekslerini yenip dünyanın bu yeni koşullarına ayak uydurmak zorunda. Bu nedenle geriye bakıp hızımızı yavaşlatmak yerine, ileriye bakıp neler yapmamız gerektiğini düşünmeliyiz. Türkiye Cumhuriyeti başından beri ordu tarafından tek ayak üzerinde tutulan bir ülke oldu. Bu nedenle solcuların, milliyetçilerin, İslâmcıların, Alevilerin, Sünnilerin Türklerin ve Kürtlerin birbirine karşı nefretle bilendiği premature bir Cumhuriyet olarak kaldık. Bu dönem kapandı artık, şimdi toplumun öteki ayağını da yere indirmesi ve sahici bir Cumhuriyetin temellerinin atılması gerekiyor. Bu da sivil bir anayasa, yeni bir seçim sistemi ve yerel yönetimlerin gücünün ciddî biçimde arttırılmasıyla mümkün. Toplumdaki nefret ancak böyle ortadan kalkabilir. Türkiye şu anda çok ciddî bir geçiş döneminde.

Sizce Türkiye'de ordu siyaset üstündeki etkinliğini yitirmiş durumda mı?

Genelkurmay Başkanı hâlâ toplantılar yapıp bu toplantılara yayın yönetmenlerini çağırıyorsa ve o yayın yönetmenleri de o toplantıya gidiyorsa demek ki ordu siyaset üzerindeki etkisini hâlâ sürdürüyor. Ama bu böyle devam etmeyecek. Toplumu takatten düşüren ve bir türlü bitmeyen bu uzun kışın son günlerini yaşıyoruz. Artık hiç- bir şey eskisi gibi olmayacak. Başkabakanların Genelkurmay Başkanlarına, işlerini doğru yapmadıkları gerekçesiyle rahatça hesap sorduğu günleri de göreceğiz.

Eğer yitirmediyse demokratik düzen açısından ne tür şeyler yapılabilir?

Bence bu konuda sadece devleti ve askeri suçlamak, onları her şeyden sorumlu tutmak, yanlış ve haksızca bir tutum olur. Taşı biraz da kendimize savurmalıyız. Biz nerede yanlış yapıyoruz, biz kendi bireysel hayatımızda ne kadar demokratız, iş hayatımızda ne kadar demokratız, insan hakları konusunda ne kadar hassasız, çalışma hakları konusunda ne kadar hassasız, azınlık hakları konusunda ne kadar özgürlükçü ve eşitlikçiyiz. Biz ne kadar bizimle uyuşmayan görüşlere saygılıyız, onları boğmak yok etmek ve küçük düşürmek mi istiyoruz, yoksa önünde saygıyla eğiliyor selâm veriyor ve geçip gidiyor muyuz?

Örneğin medyaya bakalım, göreceli olarak daha devletçi ve Kemalist olan merkez medyayı bir kenara bırakıyorum. Peki bu medyaya karşı alternatif olduğunu ileri sürenler? Ben Zaman gazetesinin, Yeni Şafak gazetesinin ve Star gazetesinin bazı haber başlıklarını okuyunca dehşete düşüyor ve açıkçası korkuyorum. Kullandıkları dil çoğu zaman aşırı milliyetçi, insan haklarına ve politik dürüstlüğe aykırı ve saygıdan uzak olabiliyor.

İşte bu nedenle bu ülkede hemen herkesin kendini demokrasiye hazırlaması gerekiyor. Aynaya bakmalı ve kendimizi acımasızca eleştirmekten hiç korkmamalıyız. Bunu ancak biz yapabiliriz, başkasının bizim için yapacağı bir şey değil.

Bu noktada Taraf gazetesi çok değerli bir misyon yükleniyor. Taraf yöneticileri, Türkiye’deki farklı kesimleri bir çatı altında topladı ve önümüze çoğulcu bir demokrasi modeli koydu aslında. Demokratlık, saygı, vicdan, ahlâk, akıl, bilgi ve rasyonellik temelleri üzerine inşa edilen bu çatı altında herkes birarada çalışabiliyor, üretebiliyor, verimli olabiliyor, başarılı olabiliyor, mutlu olabiliyor. Taraf sayesinde bunu gördük. O halde aynı şey neden Türkiye toplumunda sağlanmasın.

Türkiye'de, İslâmî anlayış devlet elitleri

tarafından yeterince anlaşılıyor mu?

Devlet elitleri bir engizisyon komisyonu gibi hareket ediyorlar. Onların kendilerine göre belirledikleri bir milliyetçilik, İslâm, demokratlık ve modernlik anlayışları var. Bu anlayış dışında gelişen bir İslâmcılığı, bu anlayış dışında gelişen bir milliyetçiliği, bu anlayış dışında gelişen bir demokratlığı kabul etmiyorlar. Dolayısıyla bu engizisyon komisyonu, kendi anlayışı dışında gelişen akımları, kendi tezgâhına sokarak öğütmeye ve etkisizleştirmeye çalışıyor. Bunu da merkez dışında gelişen siyasî akımları birbirine düşürerek yapıyorlar. Sonuçta ortaya çıkan korkutucu çatışma ortamında kendini güvende hissetmeyen bireyler, devlete ideolojisine yanaşarak kendilerini güvence altına alma tutumu sergiliyor. Biz Alevilerin Kemalizmin savunucusu haline gelmeleri bizde yaratılan Sünnî İslâm korkusundan kaynaklanıyor. Oysa bize hiçbir hak vermeyen ve bizi tanımayan da o Kemalist sistem. İslâmcıların devletçi olmaları ve devlet milliyetçiliğini savunmaları onlarda yaratılan komünizm ve sol korkusundan kaynaklanıyor. Oysa onları en çok zarara uğratan bu tür bir milliyetçilik ve merkeziyetçi devlet yapısının ta kendisi. Solu Kemalizmle bu kadar içli dışlı olmaya iten ise onlardaki milliyetçi sağ korkusu. Oysa onlara en büyük darbeyi vuran yine kendini o Kemalist yapının koruyucusu ilân eden askerlerin gerçekleştirdiği askerî darbeler. Garip bir siyasî ve tarihsel entrikanın içinde dönüp duruyoruz.

Said Nursî sizin için ne ifade ediyor?

Beni, insanların ne düşündükleri, ne yazdıkları ve ne söylediklerinden çok, hayatta ne yaptıkları ve nasıl bir tutum sergiledikleri etkiliyor. Ortaya konulan eylem, bana yazılanlardan ve söylenenlerden daha inandırıcı geliyor çünkü. Said Nursî’ye, hayata karşı duruşu nedeniyle hayranım. O benim için özgür düşünmeyi, sıradanlığın dışına çıkmayı, keskin zekâyı, güçlü bir kişiliği, azmi, mücadeleyi, muhalefeti, hayal sahibi olabilmeyi ve temiz kalpliliği temsil ediyor. Cumhuriyet tarihinde yaşamış en özgün isimlerden biridir Said Nursî. Hayatı roman gibi. Çok yoğun, çok renkli ve çok acılı…

Said Nursî neden Türkiye’de konuşulamıyor.

Amerika'da üniversitede konu iken Türkiye de çoğu yazar ismini bile bilmiyor?

Türkiye böyle bir ülke. Düşünün bir, yıllar önce bazı şairlerin kitaplarını okumak, ismini anmak bile suçtu. Nazım Hikmet yasaktı meselâ. Bu sapkın politik tutum hâlâ devam ediyor. Renkleri itibariyle Kürt bayrağını anımsattığı gerekçesiyle domates biber ve limonu, TV ekranında bir araya getirmemek için itina gösteriyorlar. Bu rahatsızlığın teşhisi zor değil, ciddî bir paranoid şizofreni bu. Böyle bir anlayış haliyle Said Nursî’yi de kabul etmiyor. Devleti ele geçirmiş elitler, devlet kontrolünde bir din istiyorlar. Said Nursî’nin bir din âlimi olarak gücü onları korkutuyor. Yasaların zoruyla merkezde tutmaya çalıştıkları halkı çevreye çekecek ve başka dengeler yaratacak hiçbir gücü kabul etmiyorlar. Çünkü o zaman o elitler kendi arpalıklarını kaybedecekler. O elitler halkın sevdiği ve benimsediği her şeye ve herkese karşı. Düşünün hele, bir çocuğunuz var ve siz o çocuk büyüse de ona hep kendi bildiklerinizi dayatmaya çalışıyorsunuz. Onun ne istediğini, ne düşündüğünü ve ne yapmaya çalıştığını anlamaya bile çalışmıyorsunuz. Çocuğunuzun sizden farklı, kendine özgü bir kişiliği olabileceğini kabul etmek bile istemiyorsunuz. Çocuk size karşı çıkınca da bu defa zor kullanıyor ve hatta şiddete bile başvuruyorsunuz. Bu şekilde sağlıklı bir baba-oğul ilişkisi geliştiremezsiniz. Geliştirmediğiniz gibi o çocuğu kötürüm eder, kişiliğini zedeler ve kendi başına bir şey yapamaz hale getirirsiniz. Devleti ele geçirmiş elitlerin de halka yıllardır yaptığı budur.

Türkiye'de, tarihî şahsiyetler nasıl bu kadar

kolayca kamuoyundan saklanabiliyor?

Sivil bir toplum değiliz de ondan. Her şeyi kontrol eden, her şeye müdahale etme ihtiyacı duyan bir sistem var. Bu sistem özel şirketlere ait medyayı bile yönlendiriyor. Dolayısıyla bu garip ışın perdesinin altından sızıp halka ulaşmak öyle kolay değil.

Nasıl bu kadar rahat resmî tarih yalanlarla dolu olabiliyor?

Türkiye’deki resmî tarih rejimin propaganda aygıtı gibi işliyor. Bu nedenle yalan ve doğruların birbiriyle harmanlandığı bir tarih var karşımızda…

"Avrupa'da İslâmın kamusal alanı dönüştürmesi" üzerine tezler yapılırken, bizde devlet, neden bazı sosyolojik konuları sosyologlara veya sivil toplum örgütlerine havale etmez?

Az önce söylediğim gibi. Bu havaleyi yaparsanız toplum normalleşir. Ancak o zaman o elitler güçlerini kaybederler. Türkiye’de şu an yaşanan bir bakıma bu devlet aristokrasisi ve onların çapulcu gibi baktığı halk arasında yaşanan sınıf savaşıdır…

Türkiye'deki İslâmî kesimin zaafları neler?

Özeleştiri mekanizmalarını çalıştırsınlar yeter. O zaman her şeyi kendi kendilerine bulacaklardır.

Türkiye, meselelerine tekrar dönecek olursak

Genelkurmayda bekleyen onlarca faili meçhul cinayet dosyası sizce neden açılmıyor?

Sivil bir Cumhuriyet olmadığımızın göstergesi bu. Ama o dosyaların da açılma zamanı geliyor. Ben ümitliyim.

Devam eden Ergenekon sürecinde Türkiye hukuk devleti olma yolunda bir adım atmış olacak mı?

Sadece bu yetmez. Bu süreçte hükümetin sivil anayasayı hazırlatması gerekiyor. Bu arada “bütün kesimlerin üzerinde uzlaştığı bir anayasa” lâfına inanmıyorum ben. Anayasa yapmayı bu işin profesyonellerine versinler. Yani akademisyenlere bıraksınlar. Sonuçta toplumun nasıl bir anayasal sistemle en iyi şekilde işleyeceği siyasî bir mühendisliktir. Bence dünyada saygı duyulan yabancı akademisyenlerin oluşturduğu bir kurula bu işi sipariş edebilirler.

HIDIR GEVİŞ KİMDİR?

Hıdır Geviş 1968 Elazığ'in Kuyulu Köyünde dünyaya geldi. Yüksek tahsilini İstanbul Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler bölümünde yaptı. Power Economy adlı dergi için yazdığı "İslâm Burjuvazisi" adlı araştırma-makalesi büyük yankı uyandırdı. Türkiye Medya Endüstrisinde uzun yıllar çalıştıktan sonra, 2001 yılında Amerika'nın, Boston şehrine yerleşti. 2005 yılında Cambridge College'ın Master Of Management bölümüne mastır öğrencisi olarak kabul edildi. Yüksek lisans eğitimi süresince Amerikan PBS televizyonunun Boston branşı olan WGBH'in Uluslararası Satış ve Pazarlama bölümünde 3 aylık süreyle staj yaptı. 2006 Eylül'ünde Birleşmiş Milletler Genel Merkezi'ndeki stajı için New York'a taşındı. New York'da yaşayan Hıdır Geviş, esas işinin yanı sıra, Taraf gazetesi, Medyatava.com, haber7.com, showtvnet.com gibi internet sitelerine Amerikan medya endüstrisi, uluslar arası ilişkiler, politika, san'at ve sosyal hayat ile ilgili yazılar yazıyor.


http://www.yeniasya.com.tr/2009/05/11/roportaj/h1.htm


10.05.2009 - Taraf Gazetesi

Sybil ile birlikte, W trenini almış, Manhattan’ın hemen dizinin dibindeki Astoria’ya gidiyoruz. Trenin camından dışarı bakıyorum. New York’un belki de en şöhretli binalarından birinin önünden geçiyoruz şimdi. Queensboro Plaza durağından sonra beliren döküntü bir fabrika binası bu. Binanın bütün dış duvarları farklı tarzlarda renkli yazılarla kaplanmış. Dolayısıyla grafiti sanatının şehirdeki en canlı ve en güzel örneklerinden biri.

Trende giderken, Sybil, yaklaşan doğum günü partisi konusundaki projesini açıklamaya çalışıyor. Kız arkadaşlarını eve çağıracak ve güzel vücutlu bir erkek modelin çıplak bedeni üzerinde hep birlikte suşi yiyeceklermiş.

Bütün dünyada nyotaimori olarak adlandırılan bu Japon geleneği, Amerika’da, belli çevrelerde gayet ilgi görüyor. Örneğin bir şubesi de Londra’da olan bir ajans var New York’ta. Bu ajans, nyotaimori-ny.com adlı web sayfaları aracılığıyla nyotaimori servisi veriyor. Evinizde bir nyotaimori partisi mi yapmak istiyorsunuz, modellerin üzerinde mi yemek istiyorsunuz, kadın mı erkek mi, kaç tane, ne çeşit suşi? Onlar size her şeyi ayarlıyor. Hatta bu alanda uzmanlaşmış lokantalar bile var. New York’ta Cheetahs Gentelmen’s Club ekstradan böyle bir hizmet veriyor ama bu işin asıl yatağı Los Angeles. Örneğin kentin West Hollywood mahallesindeki Hadaka Sushi bu tür lokantalardan.

Bizim ucuzcu Sybil ise suşileri marketten hazır alacak, erkek modeli de kendisi kiralayacakmış. Böylece parti pahalıya patlamayacakmış.

Bu arada, söyleyeyim, nyotaimorinin bir de farklı versiyonu var: Wakamezake adı verilen bu adette, çıplak bedenin üzerinde içki içiyorsunuz. Benim merak ettiğim Japonlardaki cinsel fantezi kaynaklı bu tür âdetlerin nasıl doğduğu. Çünkü Japonlarda maşallah fantezinin sonu yok, bir de kinbaku adlı bir başka gelenekleri var. Bu da seksüel fantezi kültüründe önemli bir yer tutan bir tür bağlama sanatı. Ancak Japonlar Amerika’da fantezi için yapılan bağlama usullerinden çok farklı bir yöntem izliyorlar. Onlar sadece cinsel organları ve göğsü bağlıyorlar. İşin ilginç yanı ise kinbakunun geçmişte işkencede kullanmak için dizayn edilmiş bir bağlama yöntemi olması. Bu durum aslında seksüel fantezilerle ilgili çok ciddi bir ipucu veriyor bize. Çünkü seksüel fantezilerin temelinde, risk, tehlike, zorlama ve cezalandırma unsurları yatar. Kadınların boyun köklerine aşk ısırığı kondurarak bir efsaneye dönüşen Drakula’yı düşünün mesela. Bran Stoker’in Drakula romanında, Mina adlı genç kadının kanını içen Drakula, bir bakıma erkeklerin içindeki cinsel fanteziyi açığa çıkarır: kendinden geçmiş Mina’nın, boynundan kan akarken, bekareti bir erkek tarafından bozulmuş genç bir kızı anımsatması ilginçtir. Mina’ya karşı zor kullanan Drakula, onu emmekle de kalmaz, genç kadını kendi kanıyla besler ve onu her defasında hayata döndürür. Aslında Drakula, bütün bu eylemleriyle bir bakıma Mina’yı cezalandırır. Çünkü Mina, birden fazla erkekle yatan bir kadındır. İşte bu 1800’lü yıllarda yazılan romandaki zor kullanma ve cezalandırma, modern cinsel fantezinin de çerçevesini oluşturur. Bu çerçeve içinde tecavüz, bağlama, bağlanma ve bandajlanma oyunları vardır. Bu oyunlar sırasında ortaya çıkan endişe, gerilim, heyecan ve korku karışımından oluşan duygu kokteyli ise cinsel olarak uyarılmaya yardımcı olur. Bugün bazı çiftler yatakta sevişirken rol yaparak sıkıcılaşan ilişkilerini renklendirmeye ve cinsel anlamda birbirlerini uyarmaya çalışırlar: Biri diğerine tecavüz ediyormuş gibi yapabilir, küfürlü veya aşağılayıcı konuşabilir, penisinin bir füzeyi andırdığını söyleme yoluyla narsist bir tavır sergileyebilir, partnerine tasma takıp odanın içinde gezdirmek yoluyla hükmedici davranabilir, ya da biri diğerini sözde etkisiz hale getirip kızartana kadar kıçını şaplaklayabilir. Ancak bunun aşırı örnekleri de olmuyor değil. Chris anlatmıştı; New York’taki bir swinger kulübünde, erotik deri kıyafetler giyinen biri, cinsel partnerini çarmıha gerer pozisyonda bağlamış ve sırtını kamçılaya kamçılaya kanatmış, böylece iki taraf da bu sado mozoşit eylemden cinsel keyif almışlar. Ancak meraklı gözlerle olan biteni izleyen zavallı Chris, oracıkta kusmaya başlamış. Herkes farklı farklı tabii. Psikiyatri biliminin önemli isimlerinden biri olan Otto Kernberg’e göreyse ise sado mazoşizm, seksüel heyecanın doğal bir parçası.

Fanteziler çeşit çeşit tabii. Eve gelen badanacıyı baştan çıkarmak, yangında itfaiyecinin güçlü kolları tarafından kurtarılmak, eski sevgiliyle yeniden olmak, samanlıkta sevişmek gibi... Cinsel fantezi konusunda en kapsamlı araştırmalardan birini yapmış olan Dr. Leitenberg’in dediği gibi, “Seksüel fantezi insan olmanın doğal bir gereği, eğer keyif alıyorsanız neden yapmayacaksınız ki” diyor. Buna ek olarak ben de diyorum ki ne fanteziniz var diye övünün ne de fanteziniz yok diye yerinin. Ya da tam tersi…
09.05.2009 - medyatava.net
http://www.medyatava.com/haber.asp?id=53546


Sayım Çınar, daha önce Medyatava için yazdığı ilginç analizlerle dikkat çeken Hıdır Geviş ile Taraf gazetesindeki köşe yazarlığı serüvenini, medya dünyasına yaklaşımını ve New York’taki yeni hayatını konuştu.

-Önce Medyatava.com adlı internet sitesinde yazmaya başladın. Daha sonra Taraf gazetesine geçtiniz. Biraz Hıdır Geviş'in hikâyesini anlatır mısınız?
-Medyatava’ya bir süre Amerikan medya dünyasındaki gelişmelerle ilgili yazılar yazdım. Sonra Taraf’ın arka sayfası için yazmaya başladım. Daha sonra yine Taraf’ın “Dünyadan“ adlı sayfasında haftada bir New York’dan düzenli olarak yazdım. Benle birlikte İsrail’den, Arjantin’den, Yunanistan ve başka yerlerden yazanlar vardı o sayfada. Sonra kala kala ben ve Sezin Öney kaldık. İstikrarlı biçimde yazmayı sürdürdük. Sonuçta bunun ödülünü de aldık; bize birer köşe verildi. Şimdi, Pazar günleri. “Öteki Amerika” başlığıyla haftada bir Taraf’ın ikinci sayfasında severek yazmayı sürdürüyorum. Biraz farklı bir denemeydi benim ki. Nitekim bu köşe tuttu. Neredeyse 1 yıl olacak.

-Türkiye'ye dönüp kafanızdaki belli projeleri gerçekleştirmek istiyor musunuz?
Türkiye’ye dönme konusunda kafam bir gidip bir geliyor; zor bir karar, daha çok annem için dönmek istiyorum. Bizim foğrafçı Hüseyin Alsancak “Sakın gelme Hıdır “deyip duruyor... Evet, cebimde bir dolu proje var ama neye yarar. Türkiye’den biraz korkuyorum. Hiç bir şeyi kestiremiyorsun ki bu ülkede, her an dengeler degişebiliyor, artık yaşım da ilerliyor, Türkiye’de işe alma konusunda ciddi bir yaş ayrımcılığı var...

-Amerika’dan Türkiye’ye nasıl gözüküyor?
-Buradan orası nasıl mı gözüküyor? Hımmm.... Nasıl baktığınıza bağlı… Benim Amerika’dan Türkiye’ye nasıl baktığımı merak ediyorsan şöyle söyleyebilirim. Kendine güvensiz insanlarda, kendini sürekli abartma ve övme eğilimi vardır. Türkiye’de kendini arzın merkezinde görüyor ve çok abartıyor. Türkiye istikrarsız ve standartlardan yoksun bir ülke, üstelik tehlikeli... Eğer cesur bir gazeteciyseniz can güvenliğiniz tehlike altında mesela. Bizim gazetenin yazarı Rasim Ozan Kütahyalı’nın başına gelenler buna bir örnek. Konuşma ve yazma özgürlüğü yok. Başbakan aleyhinde konuştuğunuzda ya da karikatürünü çizdiğinizde hakkınızda dava açılıyor. Oysa burada Obama’ya küfretme özgürlügünüz var. Demokrasi konusunda çok geri. Hala, 12 Eylül Anayasasını kullanıyorsunuz, bravo yani. Halka inersek, insanlar birbirlerinin cesaretini kırmak ve bir şeyler başarmalarını engellemek konusunda çok başarılı. Amerika’da çevrenizdeki insanlara, “Biliyor musunuz, şöyle bir şey yapmaya karar verdim” deyin, yüzde 99.9’u “Aaa kesin çok iyi yaparsın, harika olur, çok başarılı olacağına inanıyorum” der. Türkiye’de ise , yüzde 99.9’u şu karşılığı verir, ” Aaa... Yok canım yapamazsın, mümkun değil, çünkü, şöyle de böyle de...” Böyle bir ortamda gelin de bir şey başarın bakalım. Öte yandan muhalif yazarların yazıları çok karanlık : çok negatif ve çok uçurumlu yazılar yazıyorlar, o yazıları oku ve git kendini öldür yani. Taraf yazarları bunun ayarını çok iyi tutturuyor, hem çok muhalifler hem de çok pozitif ve yapıcılar... Bunun dışında teknoloji konusunda yeniliğe çok açık, ama yeni ve radikal fikirlere karşı alerjik bir ülke Türkiye. Başka ne var diye düşünüyorum; Türkiye’de toplumu moral olarak toparlayacak ve motive edecek bir gurur projesi yok. Bir zamanlar iyi kütü bir GAP projesi vardı. Şimdi belki de Keban barajı kıyılarında Las Vegas’dan daha ışıltılı, üstelik de organik bir eğlence ve kumarhane kenti kurulabilir. İşte böyle Sayımım...

-Amerikalılar en çok hangi yazarları okuyorlar? Amerika’da Birde en çok okunan türk yazarları kimler?
-Sayım, tam bir ahiret sorusu soruyorsun. Ben nereden bileyim. Ayrıca hiç bir zaman en çok satan kitaplarla ilgilenmedim. Ancak “neler çok satıyor?” diye yanıp tutuşan birinin, New York Times’ ın listesine gidip bakması en akıllıca yol olur. Galiba en sağlıklı sonuçlar onlarınki. Verileri hem bağımsız kitapçılardan hem de büyük kitap zincirlerinden alıyorlar. En cok okunan Türk yazarı kim?” Onu da bilmiyorum. Burada sanki kaç Türkiyeli yazarın kitabı yayınlandı ki. En son Murat Somer’in “The Kıss Murder” adlı kitabı yayınlandı. Üstelik de çok iyi bir yayınevi olan Penguin’den... Murat çok yetenekli ve çarpıcı bir yazar..

-Eski solcu olmakla itham ediliyorsunuz. Amerika’ya gitmeden önce merkez medyada çalışıyordunuz. Ancak daha da evvel, 2000’e doğru dergisi, Özgür Gündem gazetesi, haftalık Gerçek dergisi gibi sol yayınlarda çalıştınız. O dönemler kaleme aldığınız sinema yazılarında eleştirdiğiniz Amerika’ya şimdi iyice kapağı atmış görünüyorsunuz.
-Sayımcım, bu ne hiddet!… Demek bana eski solcu diyenler var hah, öyle olsun, ne diyeyim. Ah Sayım, senin de benim gibi gerçek bir sinefil olduğunu biliyorum, eminim sinemada film izlerken rast gelmişsindir, projektör makinasına film takılırsa, o takılan kare yanar ve film orada kopar. Hayat da böyle bir şey, takıldığın ve ilerlemediğin anda yanar ve kopar gidersin. Türkiye solcularının durumu da buna benziyor; hayat almış başını giderken, onlar kopmuş ve koptukları noktada kalmışlar. Bu nedenle hayata hükmedemiyor ve eskisi gibi Türkiye’nin değisimine katkıda bulunamıyorlar. Çünkü kendi geçmişlerinden kurdukları işe yaramaz bir mitolojinin kutsallaştırılmış sınırları içine hapsolup kalmışlar, orada sırtüstü deviniyorlar, yani değişmiyorlar, değişime direndikçe de muhafazakarlaşıyorlar. Bana gelince, değişen dünya ile birlikte ben de çok değiştim evet, ama tam da bu yüzden hala solcu kalabildim. Değişmeyenlerse eskidiler ve arkeolojinin inceleme alanına girdiler. Bence onlar eski solcu ben değil.

-Medya içinde Amerika’yı ısrarla Türklere sevdirmeye çalışan bir Amerikan delisi olduğunuzu düşünenler var, buna ne diyorsunuz?
-Hoppala, Sayım’dan Hıdır’a bir kroşe vuruşu daha. Amerikan delisi kavramını, Amerika tutkunu anlamında mı kullanıyorsun?

-Evet.
-Bu ülkede insanlar birbirlerine isim takmayı çok seviyorlar. Özellikle akıntıya karşı kürek çekenlere isim takmak daha kolay tabii. Ben de Amerika’nın algılanış biçimi konusunda akıntıya kürek çekiyorum.

-Küreklerinizi Amerika tafına çekiyorsunuz ama!
Yazılarımda Amerika ile ilgili genel olarak pozitif bir imaj çıkıyor olabilir. Ama değil aslında, bu sizlerin bu konuda aşırı negatif yüklenmiş olmanızdan kaynaklanıyor. Bu nedenle ortaya koyduğum doğruları ve gerçekleri övgü gibi algılıyorsunuz. Ben Amerika’nın ne olduğunu anlatmaya çalışıyorum o kadar. Bu konuda bir şeyin tarafında ya da karşında değilim. Ben adaleti ve vicdanı ilke alarak gerçekliğe yaklaşırım. O sözünü ettiğin yayınlarda çalışırken, klişe bir Amerikan düşmanıydım Amerika’yı Amerikanın saldırgan dış politikasına endeksleyerek çözmeye çalışıyordum. Dolayısıyla Amerikan düşmanlarını çok iyi anlayabiliyorum. Onların Amerika ile ilgili bakışlari tümüyle cahillik üzerine kurulu. Amerika ile ilgili hiç bir şey bilmiyorlar. Aydınlar da bilmiyor, halk da bilmiyor. Zaten aydınlar bütün göndermelerini Avrupa kaynaklarına, tarihine ve kültürüne yapıyor ama Amerika ile ilgili hiç bir gönderme yok. Geçen bir okurum söyledi, “Turkiye üniversitelerinde Avrupa Birliği kürsüleri var ama Amerika ile ilgili böyle bir şey yok. Oysa Amerika dünya ve Türkiye siyasetinde çok etkili, dolayısıyla belki de Hıdır Geviş gibi Amerika’yı çok iyi kavrayan birinin, bir üniversitede, Amerikan kültürü ve siyaseti alanında ders vermesi gerekiyor”.

Anlayacağın bu cahillik nedeniyle Amerikan düşmalığı her siyasi kesimin üzerinde hemfikir olduğu tek şey. Ben elimden geldiğince Amerikan kültürünü, tarihini, popüler kültürünü, medyasını, siyasetini, muhaliflerini, gündelik hayatı, kısacası bütün boyutlarıyla Amerika’yı yansıtmaya çalışıyorum. Evet bu ülkeyi de çok seviyorum, burayı kendi ülkem gibi görüyorum, hiç yabancılık çekmiyorum çünkü.

-Taraf yazarlarını ve kendinizi nereye oturtuyorsunuz?
-Taraf herşeyden önce ismini hakeden bir gazete. Aynı zamanda Türkiyenin önünü açacak fikirleri savunan aydınların bir misyon etrafında bir araya geldiği organize bir gönüllüler hareketi gibi geliyor bana. Misyonları ise Türkiye’de demokrasiyi inşa etmek. Bence bunu da çok iyi yapıyorlar. Olaylara yaklaşımları ve koydukları tavırla, dürüstlüğün, vicdanın, ahlakın ve demokrasinin ne olduğu konusunda medyaya büyük bir ders verdiler. Bence Taraf, demokrasi konusunda Türkiye’yi eğiten çok ciddi bir kuruluş. Bu nedenle ülkenin başına gelen en güzel şeylerden biri Taraf.

-Taraf yazarlarını birbirleriyle kıyaslarsanız ne söyleyebilirsiniz. Onlar içinde AKPyi en ağır eleştiren yazar olarak dikkat çekiyorsunuz.
-Taraf’ı bir mücevher kutusu gibi görüyorum. İçindeki herkes çok değerli ve ışık saçıyor. Yazarlarının neye nasıl baktıklarından çok, kalplerinin temiz olması ilgilendiriyor beni. Bu gazetede yazan ve çalışan herkesin kalbi temiz. Fitne fücur gazetecilerin bu kadar baskın olduğu bir medya ortamında, temiz kalplilik en büyük erdem benim için. Bunun dışında Taraf, Yıldıray Oğur ve Rasim Ozan Kütahyalı gibi yeni yazarlar ortaya çıkardı, ikisini de çok seviyorum. Yazım üslubuna bayıldığım Cihan Aktaş’ı da ilk defa Taraf’da okudum. Ahmet Altan deseniz, bende akan sular duruyor; her yazısını okuduktan sonra içimden onu yetiştiren annesi ve babasına teşekkür ediyorum. Gerçekten Çetin Altan’a helal olsun, vatana milete faydalı iki tane aslan gibi evlat yetiştirmiş. Yasemin Çongar deseniz, O’nun gibi usta ve sağlam bir gazeteci Amerikan basınında bile zor bulunur. Taraf’dakilerin hepsi çok iyi, hangi birini sayayım… Türkiye onların kıymetini bilsin.

-Gazetede ilk defa köşe yazıyorsunuz. Bir köşe yazarı için okur oluşturmak oldukça zor, hele sizin için daha da zor olmalı, haftalık yazıyorsunuz, New York’da yaşıyorsunuz; TV programlarına, panel ve söyleşilere katılamıyorsunuz, peki kendi köşeniz dışında okurlarınızla nasıl iletişim kuruyorsunuz?
Ben okurlarımı çok merak ediyorum. Kim beni seviyor, kim benden nefret ediyor, kim okumaya değer buluyor, bilmek istiyorum. Ama senin de dediğin gibi Türkiye’de olmadığım için onlarla doğrudan ilişki kuracağım kanallar yok. Ancak ne yapıyorum Sayimcim, bana gönderilen mektupları hiç üşenmeden muhakkak okuyup cevaplıyorum, onlardan, kendileriyle ilgili bana bilgi vemelerini istiyorum. Bu alışkanlığı Noam Chomsky’den edindim. O da günün belli bir vaktini, kendine gelen yüzlerce mektuba cevap vermekle geçirir. Bunun dışında facebook aracılığıyla okurlarımla birebir chatleştiğim oluyor. Benim bu kolay ulaşılabilirliğim onları bayağı şaşırtıyor ve heyecanlandırıyor.

-Nasıl bir okur profiliniz var peki?
-Okur profilim çok çeşitli, doğuda yaşayan Kürt gençleri var örneğin. Kendi içlerinden çıkan, kendileri gibi Kürt olan, kendileri gibi taşrada doğan birinin, şimdi New York gibi yüzyilin en öncu kentinde yaşıyor olması, onların çok ilgisini çekiyor. Bir okurum yazmıştı, çok güldüm. “Xıdır abe arkadaşlar arasında sizi Milenyum Kürdü ilan ettik”, doğru bir tespit aslında, ben galiba milemyum kürdüyüm, bu nedenle Kürt gençleri için yeni bir Kürt modeliyim; dağa çıkıp gerilla olmadım mesela, hayatımda hiç gösteri ve yürüyüşe katılmadım, slogan atmadım, hiç karakola düşmedim, buna rağmen Türklerin arasına karışıp kürt değilmişim gibi de davranmadım, siyasi nilincimi yaptigim islere yedirerek sunmaya calistim hep. Bunun disinda, Wall Street’de çalıştım, Birleşmiş Milletler’de çalıştım, Obama üzerine dusunuyorum, “Dönüşümlu olarak Atatürk, Said-i Nursi ve Britney Spears olmak isterim” diyorum, hem iktidar partisinin yanlışlarını eleştiriyorum, hem de Erdoğan’ın çok yakışıklı bir erkek olduğunu yazıyorum, etrafımda çok samimi olduğum gay ve lezbiyen arkadaslarım var… Dolayısıyla okurlarımın biraz kafası karışıyor ama seviyorlar beni, bu yüzden bana alıştılar artık. Hatta özellikle liseli gençler benim gibi olmak istediklerini bile yazıyorlar. Bu gençler, beni tanıdıkca, hayattan beklentilerini daha yüksek tutmayı öğreniyorlar.

-Peki ya ötekiler…
-Şehirli ve yüksek eğitimli bir kesim, üniversite öğrencileri, özellikle Bilgi Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi öğrecileri, kadınlar, gay ve lezbiyenler…

-Köşe yazarlığına yeni bir üslup getirdiniz. Hikaye ve makale arasında bir yerdesiniz. Bir yandan yazılarınızda New York'da yaşayan kahramanlar ve bu kahramanların gündelik yaşamı etrafında gelişen olaylar var, öte yandan bütün bunların altında yatan sosyolojik, siyasi, ya da kültürel bir meselenin çok sağlam bir analitik çözümlemesi…
-Teşekkür ederim Sayım, başlangıçta vurduğun yumrukların etkisi şimdi geçti. İşin hikaye kısmını insanları sıkmamak için kullanıyorum. Böylece çok ciddi bir problemi daha anlaşılır ve daha sevimli bir üslupla okurlarıma anlatma imkanı buluyorum. Çok sevdigim değerli bir gazeteci ağabeyim olan Fuat Uğur söylemişti, “Hıdır senin yazıların dizi film gibi, haftaya neler olacak diye merak ediyoruz”.

-Çok yumusak ve akıcı bir üslubunuz var, yazılarınıza başlamamla bitirmem bir oluyor.
-Teşekkürler Sayım. Evet, yazının akıcı ve kolay okunur olmasına özellikle dikkat ediyorum.

-Yazınlarınızın esas kahramanı Sybil adlı bir kadın, o da en az sizin kadar popüler oldu. Kim bu New York'lu bitirim kız Sybil, gerçek mi yoksa kurmaca bir karakter mi....
-Evet Sybil bayağı popüler oldu. İstanbulda’ki arkadaşlarımla konuşurken bile Sybil’e muhakkak selam söyle diyorlar, gazetemizin yazarlar editörü Tamer Kayaş ağabey bile sık sık Sybili’e selam yolluyor. Ülker firması kaymaklı bisküvü seven Sybile Türkiyeden bisküvi yollamak istiyor. Hatta Ovacık ve Güney Konak Köyünde Sürdürülebilir Yaşam Derneği, Sybil’i, Dersim e davet etti. Evet Sybil gerçek bir karakter ancak bazen başka kız arkadaşlarımın yaptıklarını da ona malettiğim oluyor.
26.04.2009 - Taraf Gazetesi

Fransız ressam Monet’nin (kendisi erkektir ama empresyonist sanat akımını doğuran bir annedir) 1863 de yaptığı Açıkhavada Kahvaltı adlı resminin içinde gezintiye çıkıyorum. Orada ikisi kadın, ikisi erkek, dört kişi, çimenlerin üzerine yayılmışlar. Üçü pikniğin ardından sohbete dalmış, biri ise az ötede eğilmiş bir şeyler yapıyor. Kadınlar her ne hikmetse çırılçıplak, erkekler ise giyinik. Polenlerin etkisiyle hapşırınca, farkıma varıyor ve ters ters bana bakıyorlar. Ne olur ne olmaz diye hemen oradan toz oluyorum. Bu kez kendimi başka bir tablonun içinde buluyorum. Bu tablo, Amerikan post empresyonistlerinden Maurice Brazil Prendergast’in 1900’de çizdiği In Central Park-New York adlı yapıt. Manhattan’daki ünlü Central Park’ı konu alan bu resimde, herkes giyinik. Eee ortada çoluk çocuk da var çünkü...

Tablodaki fıskiyeli havuzun etrafında biraz turluyorum, başım dönüyor, sonra aniden tuhaf şeyler oluyor. Bu post empresyonist görüntüler, sürrealist tarzda bilimkurgusal bir manzaraya dönüşüyor. Nasıl ki Alfred Hitchcock’un Kuşlar (The Birds) filminde, kasabayı kara kara kargalar basıyorsa, benzeri bir şey de burada yaşanıyor; parkı kuşlar basıyor. Ancak bu kuşlar kara değil pembe renkli, üstelik hepsi de suluboyayla çizilmişler ve çok minikler; serçeden daha minik. Aaa... içlerinden biri burnumun tam önünden uçup geçince fark ediyorum: Bunlar kuş muş değil, resmen kanatlı penis. Penislerin amaçları ne bilmiyorum ama genellikle oradaki kadınların geniş kenarlı şapkalarının üzerine konuyor ve şirin bir broş gibi duruyorlar. Ancak içlerinden biri, diğerlerinden farklı olarak keskin dişlere sahip, işte bu canavar görünümlü minik penis, uçup gelip pantolon fermuarımın üzerine konuveriyor. Bir yerimi koparacak diye korkudan ödüm patlıyor.

Uff, anam...
Şak diye kasıklarıma vuran bir beyzbol topunun acısıyla gözlerimi açıyorum. Sol eline beyzbol eldiveni takmış minik bir çocuk gelip topunu geri alıyor ve tekrar babasına fırlatıyor. Kendime gelince anlıyorum ki ortada ne minik penis kuşlar var, ne kıçı yastıklı uzun elbiseler giyen kadınlar, ne de bastonlu beyefendiler... Çok şükür, günümüz New York’undayım. Central Park’ın Columbus Circle’a yakın tarafında, çimenlerin üzerinde uzanmış, Chris ve Sybil’i beklerken öylece uyuya kalmışım meğer. Allahtan o top beni uyandırdı.

Etrafta her yaştan insan var, kimi çimenlerin üzerine benim gibi uzanmış güneşleniyor, bazı anneler önlerinde bebek arabasıyla koşu yapıyorlar, başında şık bir fötr, ağzında koca purosu, ayağında kaykay ayakkabıları (roller skate) olan çılgın bir genç, az ilerideki bisiklet yolundan vın diye geçiyor, orta yaşlı bir adam, altı ayrı köpeğin yularından tutmuş onları gezdiriyor. Central Park’ta hava güneşli olduğu için çok kalabalık, eee günlerden pazar... 1858’de hizmete açılan bu uçsuz bucaksız park, o zamandan beri New Yorklular için ciddi bir nefes alma yeri...

Bu arada işte Chris Bey ile Sybil Hanım teşrif ettiler. Geçen haftadan bana biraz bozuklardı ama onlar da benim gibi kin tutamıyorlar... Biz hepimiz Dionne Warwick’in Bir daha asla böyle sevmeyeceğim (I will never love this way again) şarkısındaki şu dizeleri ilke edinmişiz, “Budalalar dünle uğraşayım derken yarını kaçırır.” (A fool will lose tomorrow reaching back for yesterday). Bu arada ellerinde penis şeklinde balonlar taşıyan bir grup geçti önümüzden... Chris, Sybil’e sordu, “Senin itfaiyeci sevgilinin şeyi de şişince bu kadar oluyor mu?” Sybil kikirdeyerek cevap verdi; “Ne kadar şiştiği önemli değil, beni havaya uçurmaya yetiyor ya...” Chris bir kaşını yukarı diğerini aşağı indirerek, “Hah, yoksa sen de mi büyüklüğü önemli değil işlevi önemli masalına inananlardansın?”

HIZLA GELİŞİM GÖSTEREN SEKTÖR


İşlev ve büyüklük tartışması Sybil ve Chris arasında uzadıkça uzadı... Zaten kimsenin üzerinde uzlaşamadığı bir konu bu. Ancak penis büyütme sektöründeki gelişmelere baktığımızda, ‘işlev mi, büyüklük mü?’ tartışmasına netlik kazandıracak bir sonuca ulaşabiliriz. Özellikle Amerika’da bu sektör ciddi bir hızla gelişim gösteriyor. Bunun anlamı erkeler penislerinin ölçüsünden memnun değil ve onu büyütmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Demek ki büyüklük de çok önemliymiş. Penis büyütme sektörünün üç kolu var, birincisi ameliyat yoluyla büyütme, ikincisi doğal yollar (penise basit aletler takmak ve egzersiz yaptırmak yoluyla büyütmek), üçüncüsü ise ilaçlar yoluyla büyütme. Ancak bütün bu yöntemlerin gerçekten ne kadar işe yaradığı konusunda ortada sağlıklı sonuçlar yok.

Benim bu konuda asıl ilgimi çeken nokta ise meselenin arz cephesinde yer alanların (erkekler), büyük penis özlemine neyin yol açtığı? Bunun çeşitli sebepleri var. Bana göre en önemi sebebi, günümüz porno filmlerinin, meselenin talep cephesinde yer alanların (kadınlar ve gayler) beklentilerinde yol açtığı değişiklik. Özellikle Amerikan yapımı porno filmler, bu konuda çok etkili. Amerikan pornolarını Avrupa yapımlarından ayıran farklardan biri, sevişmenin neredeyse hiç olmayışıdır. Bu filmler tümüyle çeşitli pozisyonlarda yapılan cinsel ilişki üzerine kuruludur. Cinsel ilişkiyi en iyi vurgulamanın yolu da görsel olarak daha belirgin olan ve ilişkiyi vurgulamaya yetecek derecede kalın ve uzun bir penistir. İşte porno film izleyicileri, bu filmlerin etkisiyle her erkekte büyük bir penis çıkacağı ya da çıkması gerektiği yanılsamasına kapılıyor, bu yanılsamaya erkekler de kapılıyor; onlar da kendilerinde daha büyük bir penis görmek istiyorlar. Aksi halde cinsel partnerlerinin onları küçümseyeceğini ya da reddedeceğini düşünüyorlar, bu da onlarda güven eksikliği yaratıyor. Nitekim bu büyük penis beklentisi nedeniyledir ki Manhattan’da seks oyuncağı satan yüzlerce dükkândaki vibratörler kocaman kocamandır, hatta buna ek olarak kol şeklinde ve kol büyüklüğünde plastik vibratörler bile geliştirilmiştir. Üff bu konu daha çok uzar ve genişler, ben iyisi mi burada koparayım, haftaya buluşmak üzere...
19.04.2009 - Taraf Gazetesi

Allah’a şükürler olsun, son bir kaç gündür havalar çok güzel. Bu nedenle Sybil, Chris ve ben, dayanamadık, arabaya atlayıp New Jersey eyaletinin kıyı şeridini turladık. Keyifli ama biraz sallantılı bir yolculuktu. Sallantılıydı çünkü Sybil’in arabası böbrek taşı düşürten cinsten, külüstür mü külüstür bir arabaydı. Keyifliydi çünkü Mystic island adlı çok ilginç bir kıyı kasabasını keşfettik. Burada evler, denize açılan su kanallarının etrafında kurulmuş, hepsi de çok alçak tavanlı, ufacık tefecik ve çok şirin; üstelik her birinin önünde irili ufaklı tekneler var. Biz de arabayı bu sessiz kasabada bir kenara park ettik ve evde hazırladığımız sandviçlerimizi yemeye koyulduk. Her zaman olduğu gibi Sybil yine vır vır vır konuştu, biz zavallılar da hanımefendiyi dinledik.

EVLİLİK ÖNCESİ ANLAŞMA


Şimdi... Sybil, kendinden 15 yaş küçük itfaiyeci bir sevgili bulmuş. Sözde ona ilk görüşte âşık olmuş, hatta evlenmeyi bile ciddi ciddi düşünüyormuş. ... Ablasına bile açmış konuyu, ablası da ona demiş ki “Aman Sybilim aklında olsun, nikâh öncesinde avukatına git ve o itfaiyeciyle birlikte bir evlilik öncesi anlaşma (Prenuptial agreement) yap. Çünkü tedbirli olmalısın; senin paran ve mal varlığın var onun ise hiç bir şeyi yok.”

Prenuptial anlaşması da nedir yahu
, diye sorabilirsiniz, cevap şu: Bu tür anlaşmalar, son zamanlarda Hollywood yıldızlarının evlilikleri nedeniyle çokça gündeme geliyor. Milyarder oyuncular, sahip oldukları malı mülkü, evlenecekleri nişanlılarından korumak için onlarla daha baştan oturup konuşuyor, anlaşıyor ve birlikte bir kontrata imza atıyorlar. Bu kontrat evlilik öncesinde imzalanıyor, herhangi bir boşanma durumunda, daha zengin olan tarafın diğerine ne kadar para ya da mal vereceği detaylarıyla bu anlaşmada yer alıyor. Dolayısıyla boşanmanın ardından, geliri daha az olan taraf, diğer tarafı istediği gibi yolamıyor. Bu anlaşmalar, boşanma sonrası çocuk paylaşımının nasıl olacağı, eşlerden birinin ölmesi halinde miras dağılımının nasıl yapılacağı ve hatta birbirlerinin kişisel sırlarının deşifre edilmemesi üzerine maddeler de içerebilir.

ORTA SINIF EVLİLER ARASINDA DA YAYGIN

Evlilik öncesi
anlaşması sadece çok zengin sınıf içinde popüler değil, New York’ta yaşayan ve taraflardan her ikisinin de profesyonel iş yaşamı içinde yer aldığı orta sınıftan evliler arasında da giderek yaygınlaşıyor. Hatta evlilik boyunca mal varlığında değişiklikler olduğu için, anlaşmayı bu değişimler ölçüsünde belli aralıklarla yenileyenler de var. Anlaşmanın bir başka yararı ise şu: pek çok boşanma olayının ardından, özellikle mal mülk paylaşımı konusunda rezillik çıkıyor ya da taraflardan biri hak ettiğinden fazlasını alabiliyor. Ancak bu anlaşma, bütün bunların önüne geçiyor.

Eskiden evlenme hazırlığı yapan çiftler bu tür bir anlaşma yaparak birbirlerinden beklentilerini açık bir şekilde ortaya koyma konusunda daha utangaç ve çekingenlerdi, ancak şimdi daha rahatlar. Çiftlerden her biri kendi avukatına gidiyor ve “söyleyin bana avukat bey, ileride eşimle ilişkimde ortaya çıkabilecek en kötü senaryoda kendimi koruyabilmem için şimdiden ne gibi yasal hazırlıklar yapmalıyım” diye soruyor, avukatlar da onlara evlilik öncesi anlaşmanın yararlarını salık veriyor

Gel gelelim ablasının bu anlaşmayı önermesi Sybil hanımın zoruna gitmiş. Sybil bu tür bir anlaşmayı materyalist buluyor. Ona göre bu durum kapitalist dünyada insanların yaşadığı yabancılaşmanın en büyük göstergesi. Dolayısıyla bunu kendine uygun bulmadığını düşünüyor ve şöyle söylüyor, “ablama dedim ki bu anlaşmayı imzalarsam içimde beslediğim tertemiz aşkı kirletmiş olurum”.

PEKİ, AŞK NE DEMEK O ZAMAN?


Ağzımı eğerek Sybil’e döndüm ve “Sahiden aşk diye bir şey olduğuna inanıyor musun, ayrıca temiz aşk da ne demek” diye sordum, şaşırdı, ve sert bir ses tonuyla, “elbette inanıyorum, ne demek istiyorsun?” diye yanıtladı beni, ben de fırsat bu fırsat aldım sazı elime ve başladım: “Aşk nedense insanlar tarafından son derece masum ama bir o kadar da açıklanması zor, komplike bir duygu yoğunluğu olarak algılanmak isteniyor. Oysa aşk, insanların finansal güvence, mevcut sosyal çevreden kurtuluş ve seksüel ihtiyaçlarını karşılayacakları basit bir anahtardan başka bir şey değil. Herkes bu anahtarı başka bir insanda cisimleştiriyor ve o insana saplantılı bir ilgi ve bağlılık gösterme eğilimi taşıyor. Ama kimse çıkıp adına aşk denilen bu duygu yoğunluğu içinde yüzen dünyevi çıkarlarla yüzleşmeye ya da onları deşifre etmeye yanaşmıyor. Bu nedenle aşk her zaman maneviyat dünyasına ait bir bilinmezler yumağı olarak kalıyor, diğer duygulara kıyasla daha asil, hatta nerdeyse Tanrı katından inmiş ilahi ve saygıdeğer, bir duygu çeşidi olarak anlaşılıyor. Sonra da özellikle edebiyatçıların elinde, üzeri karartılan manüpülatif bir kavram olup çıkıyor. Yani sevgili Sybil, dolayısıyla evlenmeye hazırlanan ve her ikisi de iş güç sahibi olan çiftlerin daha baştan oturup, maddi paylaşım konusunda birbirlerinden beklentilerini dürüstçe dile getirmelerinde hiç bir mahsur yok, hatta yarar var.”

Bu söylediklerim karşısında derin bir sessizlik oluştu. Sybil siyah gözlüğünü takıp arabayı hareket ettirdi. Chris ise sandviçini yarıda bırakarak kafasını yana çevirdi ve yol manzarasına dalıp gitti...
12.04.2009 - Taraf Gazetesi

Sybil, Chris ve ben West Village’teki küçücük bir kafede oturmuş, kurabiye yiyor kahve içiyoruz. Bizim kızın sanki karnı ağrıyor; sürekli sağ ayakucunu oynatıp duruyor, bu da yetmiyor, kafasını çevirip çevirip duvardaki büyük saate bakıyor. Hah, sonunda beklediği arkadaşı geldi. Ben daha yaşlı sanıyordum... Adamın adı Tom, Sybil’le aynı apartmanda oturuyorlar. İyi birine benziyor. “Biz de tam talihsizlik üzerine konuşuyorduk” diyor ve ekliyorum, “Ah ah biliyor musunuz, ne zaman bir istasyona varsam tren az önce kalkmış oluyor. Kara bahtlıyım.”

Tom New York’un eskilerinden, benim bu kentte yeni olduğumu öğrenince, “Evet Hiidiir treni kaçırdığın konusunda haklısın diyor. “Nasıl yani,” diye soruyorum ben, ve Chris’e dönüp, “Ahhh çocuklar ahhh, New York’un New York olduğu zamanları kaçırdınız. O zaman burada olacaktınız ki New York neymiş görebileydiniz. Bu kent gerçek ruhunu kaybetti, şiddetten ve mafyadan arındıkça, temiz aile çocukları gibi tatsız tuzsuz bir şehir oldu çıktı” diyor.

Tom’a göre 90’lı yıllardan itibaren kentte önemli değişimler yaşandı ve özellikle gece hayatının şehre kattığı zenginlik ve renklilik yok olmaya yüz tuttu. Bu hayatın temeli elbette ki gece kulüpleriydi. Bu mekânlar, moda, müzik ve gösteri sanatları sektörlerindeki insanların piyasa yapma yerleriydi. Tom, “Modeller buralarda keşfediliyordu” diyor de devam ediyor, “oyuncularla sözlü anlaşmalar buralarda yapılıyordu, milyarder ünlüler buralardan yatmak için adam çıkarıyordu. Ayrıca sıradan insanlar buralarda ummadıkları isimlerle tanışma şansı buluyorlardı.

Aslında Tom iddialarında son derece haklı. New York’u New York yapan esas unsur, gece yaşamındaki renklilikti. Ancak bu renklilik buharlaştı gitti. Bunun sebeplerini, New York gecelerinin en namlı eğlence mekânlarından biri olan ve 1970’lerde kurulan Roxy üzerinden giderek bulmaya çalışalım. Roxy’nin 2007 yılındaki kapanış gecesine Chris’le birlikte katılmıştık. Chelsea’nin batısında, 18. Sokak üzerinde yer alan kocaman eski bir fabrika binasını, buradaki yaygın kullanımıyla night club’a, (Türkiye’deki kullanımıyla diskoteğe...) dönüştürmüşlerdi. Roxy vakti zamanında, Junior Vasquez, Manny Lehman, Victor Calderona gibi ünlü deejay’leri çıkaran bir dans kulübü değildi sadece, aynı zamanda canlı müzik yapılan ve Cher, Madonna, Beyoncé, Bette Midler, Chaka Khan, Gloria Gaynor gibi isimleri meşhur eden bir şarkıcı fabrikasıydı. Nitekim kapanış gecesinde Madonna da oradaydı; kendisini meşhur eden bu kulübe, yıllar sonra manevi borcunu ödemek için gelmişti.

Şimdi artik tarih olan Roxy’nin yeri apartman kompleksi oluyor. Zaten Chelsea’yi merkez alan, kuzeye çıkıp orta Manhattan’a uzanan, güneye inip Tribeca’ya varan hat, bir zamanlar girilmesi cesaret isteyen, eski liman depoları ve boşaltılmış küçük fabrikalarla dolu değersiz ve tenha yerlerdi. Buralardaki geniş mekânları ucuz bulan yatırımcılar, hem straightlerin hem de gaylerin gittiği çeşit çeşit gece kulüpleri kurdular. Hattâ bu hatta, kıllı maço gaylerin gittiği leather club’lar oldukça meşhurdu; oralara, öyle parfüm kokan temiz çocuklar falan alınmıyordu. Ancak Ne zamanki bu bölgeye müteahhitler girdi, bölge değer kazandı. Oradaki her türlü dans kulübü, bar ve seks kulüpleri ya taşındı ya kapandı. Anlayacağınız, New York’ta kulüplerin ortadan kalkmasının bir sebebi müteahhitlerdi.

Bu tür gece kulüplerinin ortadan kalmasının diğer bir sebebi ise AIDS’ti. Dikkat edin, gece kulüpleri 1970’li yıllarda, yani AIDS öncesi çağda ortaya çıktı. Ancak 80’lerde keşfedilen ve 90’larda kitlesel ölümlere yol açan AIDS, gece yaşamına büyük bir darbe indirerek, insanların, ayağını bu mekânlardan kesmesine yol açtı. Bunun nedeni cinsellikti. Çünkü diskotekler, açık havada seksin yaygınlaştığı ve cinsel özgürlük akımının popüler olduğu bir dönemde gövermişti. Bu kültür gece kulüplerine şöyle yansıyordu: 50’li 60’lı yıllarda gelişen TV izleme alışkanlığından sıkılıp dışarıya kendini atan ve alternatif eğlenceler arayan insanlar, girdikleri diskoteklerde dans edip müzik dinlerken bir yandan da bir geceliğine yatılacak birilerini arıyorlardı. Hatta aldıkları uyuşturucuların etkisiyle bazen oracıkta bile bir şeyler yapılıyordu, Örneğin Roxy ile aynı yıllarda kurulan Loft, Paradise Garage ve Studyo 54 bu anlamda çok meşhurdu. Studyo 54’ün asma katında ve tuvaletlerde insanlar rahatlıkla korunmasız seks yapıyorlardı. AIDS’ten ölümlerin başlaması, bir gecelik aşkların yuvası olan bu tür yerlere giden insan sayısını da azalttı.

Bir zamanlar farklı müzik türlerinden beslenen disko müziğinin de doğduğu yerlerdi gece kulüpleri. Pop kültür içindeki önemlerine rağmen kulüp çağının bitmesine neden olan bir başka etken ise Rudy Giuliani’ydi. 1989’da New York’a belediye başkanı olan Giuliani uyuşturucu kullanımının çok yaygın olduğu bu kulüplerle çok uğraştı; çıkardığı zorluklar sonunda başarıya ulaştı.

İnsanların evlerine kapanmasını sağlayan internet nedeniyle, bugün yeterince iş yapamayan kulüp ve barların sayısı giderek azalıyor. Bakalım bir zaman sonra internetten sıkılanlar kendilerine nasıl bir toplumsal eğlence yöntemi geliştirecekler.
05.04.2009 - Taraf Gazetesi

Chris’le geçen aksam telefonda konuşurken, sohbetimiz, New York’ta ne aradığımız konusuna geldi dayandı. Dört yıl önce, kuzeyde, Kanada sınırındaki Buffalo kentinden göçüp bu şehre gelen Chris, “Ah Hiidiir (İngilizcede ı harfi olmadığı için bana biraz da uzatarak, Hiidiir diyorlar) ne aradığımı ben de bilmiyorum ama ne zaman gecenin üçünde, bir bardan tek başıma çıkıp da eve doğru yürüsem, müzik grubu Green Day’in Kırık Düşler Bulvarı adlı şarkısını mırıldanırım,” dedi. Chris yollarda bu şarkıyı mırıldanmış olabilir ama telefonda bas bas bağırarak, şarkıyı tekrar söyledi: “Ah-ah, Ah-ah, Ah-ah... Issız kaldırımlarda yürüyorum, kırık düşler bulvarında, şehrin tümden uyuduğu saatler, etraftaki tek insan ben olmalıyım ve işte bir başıma ilerliyorum.... Bazen oracıkta birinin karşıma çıkmasını ve beni fark etmesini ümit ediyorum. Ve sonra yine yalnız yürümeyi sürdürüyorum... Ah-ahh....

Aslında New York’a göç eden insanların, kentle başlayan ve sonlanan ilişkileri sırasında yaşadıklarıyla, Chris’in bir bara girmesi ve çıkması sırasında yaşananlar arasında ilginç benzerlikler var.

Chris gibi arayış içinde olan pek çok New Yorklu, özellikle perşembe, cuma ve cumartesi geceleri, Manhatten’daki bar ve gece kulüplerinin önünde büyük kalabalıklar oluşturur. Büyük beklentilerle barın loşluğuna adım attıklarında, en güzel kızı ya da en yakışıklı erkeği orada bulacağını ümit ederler, bazıları ise en zengininin peşindedir; bu zengin kişi kendilerine yaşıt biri olabilir ya da kendilerinden yaşça büyük bir cici baba ya da cici anne olabilir...

Barların ve gece kulüplerinin renkli ışıkları, tekno müzik, şık ve temiz giysiler, güzel kokular, ortalığa yayılan dumanlar, şen kahkahalar, röntgen makinesi gibi vücutları tarayan bakışlar, kulak memesine konan sıcak dudaklar, cinsel organları sürekli kabarık tutmak için içilen viagralar, bütün bunlar insanları garip bir illüzyonun içine çeker, böylece herkes, belleğinde o an dizayn edilmiş sahte gerçekliğe daha fazla inanmaya başlar ve onun üzerine yeni beklentiler inşa ederler. İlerleyen dakikalarla birlikte, bu beklentileri elde edeceklerine dair umutları daha da artar, keyiften dört köşe olurlar, dans ederken gözleri dışarıya kapanır ve tümden kendi kurgusal gerçeklikleriyle baş başa kalırlar. İşte o an zikir halindeki din adamlarını andırılar, ta ki floresan ışıklar yanana ve onları bu geçici hipnozdan uyandırana kadar. Bu noktada yeniden gerçek dünyayla yüzleşirler, tıpkı Chris gibi sabaha doğru evlerine elleri boş döndüklerinde, yaşadıkları aslında hem bir hayal kırıklığı hem de kendi çapında bir travmadır.

Nitekim valizlerini tıka basa hayallerle doldurup nefesi New York John F Kennedy Havaalanı’nda alan ve bu şehre yerleşmeye çalışan pek çok insan, bara giden o gençlerin yaşadığı illüzyonu ve onu takip eden travmayı yaşar. New York’un kendisi de ışıltılı bir gece kulübünden farklı değildir. İçine aldığı insanları umutlandırır ve onlara dilediklerini verecek cömert ve bereketli bir şehir gibi gözükür başlangıçta, ancak zaman geçtikçe anlaşılır ki bu şehir az verip çok alan, çoğu zaman da gösterip vermeyen ve aşırı dozda kapitalizm hormonu almış bilimkurgusal bir yaratıktan başka bir şey değildir. Büyük yorgunluklardan sonra bu sırra eren pek çok New Yorklu, şehri terk etme kararı alır. Ancak o ana kadar şehir, onlardan alacağını zaten almıştır bile.

1600’lü yılların başında Hollandalıların
kurduğu bu dört yüz yıllık şehir, insanın gencini, tazesini ve bekârını sever. Bu nedenle New York, bekâr ve genç profesyonel nüfusun en yoğun olduğu metropollerden biridir. Aslında bu kent ve bu kentin sakinleri arasındaki ilişki, karşılıklı bir alışveriş ilişkisidir. New York, ayakta durabilmek için gençliğe, onların yoğun enerjisine, keskin zekâlarına, taze eğitimlerine ve bekârların sahip olduğu limitsiz zaman kullanımına ihtiyaç duyar. Gençlerin perspektifinden baktığınızda ise bu şehir yılların birikimiyle zenginleşmiş, her şeyin en iyisine sahip bir vaatler ve fırsatlar gezegenidir, şehrin ismini duyunca hırsları kamçılanır, oradaki fildişi kulelere çıkan kariyer basamaklarını tırmanarak, kendilerini ispatlamak, para kazanmak ve o sözü edilen tatlı hayata ulaşmak isterler.

İşte bütün bu en iyisini bulma gayreti, kentte yaşayan insanlar arasındaki ilişkileri de aşikâr biçimde materyalist bir çerçeve içine itiyor. Geçen Sybil anlatıyordu. Kızcağız, cenaze merasimi organizatörlüğü yapan sevgilisinden ayrıldıktan sonra (çünkü adam öpüşürken dudaklarından çok dilini kullanıyor ve Sybil’in ağzını salyayla dolduruyormuş) barlara daha sık takılır oldu, erkeklerin yüzde 80’inin ona sorduğu ilk iki soru şuymuş: “Ne iş yapıyorsun ve nerede oturuyorsun?” Bir insana yaşadığı semti ve işini söylemek ona gelir durumunu söylemekle aynı şey aslında. Bu tür bir soru, karşıdakinden beklentinin sadece fiziki güzellik değil, cüzdan şişkinliği ve girilebilecek yeni bir sosyal çevre olduğunu gösteriyor. İnsanlar New York’ta parayı ve güzelliği birarada arıyorlar. Bundan çıkarılacak bir başka anlam da şu: Herkes aslında kendinden daha iyisini arıyor. O nedenle Chris’in de dediği gibi “Hiidiir bu kentte herkes avcı, herkes avlanmak için geliyor. Dolayısıyla burada savunmasız ve masum kurbanlar yok, yani işiniz çok zor, zaten sonuç ortada, büyük çoğunluk avdan eli boş dönüyor.”

Bütün bunların ötesinde New York’un, kendi sakinlerine sunduğu esas kazanç, kaybolma özgürlüğüdür. Bu kentte siz, siz olarak yaşarsınız. İşte bu sebepledir ki göç edip geldikleri küçük şehirlerde, geleneğin köhnemiş spotlarını her an üzerinde hissedenler, New York’ta derin bir nefes alırlar. Çünkü New York, onları spotların yakıcı etkisinden korur ve saklar...
29.03.2009 - Taraf Gazetesi

Bana gelen okur mektuplarını ister ciddi olsun ister küfürlü olsun, muhakkak okuyup cevaplamaya çalışıyorum. Geçtiğimiz pazartesi öğlen vakti, bizim çatlak Sybil telefon etti, “Balım, bu akşam sana geleyim de şu hep bahsettiğin, o meşhur okur mektuplarına birlikte gözatalım” dedi, “hayhay” diye cevapladım.

Kızcağaz, o akşam işten çıkınca, doğrudan benim eve gelmek yerine, 6. Cadde üzerindeki, T. J. Maxx adlı mağazaya uğramış, sadece 20 dolar ödeyip, hem kendisine hem de bana kaliteli birer pijama altı satın almış (bende yatıya kalacak ya...). Niye mi ucuz. Çünkü ünlü markalar, bir ya da bir kaç yıl önce piyasaya çıkarıp da satamadıkları ve ellerinde kalan malları çok ucuza T. J. Maxx’e devrediyorlar. Dolayısıyla tüketiciler, T. J. Maxx’te, marka ürünleri ucuza temin edebiliyorlar.

O akşam Sybil’le birlikte, saat 10 gibi pijamalarımızı giydik, (Benimki Cumhuriyetçi Parti’nin simgesi olan fil desenliydi, onunki ise Demokrat Parti’nin simgesi olan eşek desenli.) ve üçlü koltuğa yayıldık, sıcak sütümüzü ve Ülker kaymaklı bisküvisini (Karadenizli bir ailenin, Paterson adlı bir kasabada işlettiği bakkaldan almıştım) sehpanın üzerine koydum. Sonra da laptopu açıverdik. Bu arada TV açıktı ve CNN adlı kanalda, borcunu ödeyemediği için evini kaybeden ailelerin dramıyla ilgili bir haber vardı.

Neyse, gelen mektuplardan biri Hurşit D. adlı bir okuruma aitti ve aynen şöyle diyordu, “Xidir abé tekrar merhaba. Saygılar sunarım. Abé bu Amerikan rüyası nedir? Hep kafamı kurcalıyor. Bu rüyanın göbeğinde yaşayan biri olarak sana sorayım dedim. Yoksam hatun (ya da metres), bol para, araba, ev, dünya seyahati mi? Sence bu formül doğru mu?Şırnak’ta yaşayan Hurşit’in böyle bir konuyu merak etmesi, Sybil’i çok etkilemişti, işte bu nedenle bu konu hakkında yazmam gerektiğini söyledi.

Oysa ben bu haftaki yazımda, buradaki Newroz kutlamalarından ve bir Karadeniz düğününden bahsetmek istemiştim. Öyle ya geçtiğimiz cuma günü, New Jersey eyaletinde yapılan Newroz’a (cumartesi günü de komşu eyalet olan New York’ta da bir tane yapıldı) katılmıştım. Davul zurna ve Kürt müzisyen Cevat Merwani’nin müzikleriyle neşem yerine gelmişti. Ancak orada, o kadar ısrarlara rağmen, kalkıp da bir halay çekmedim ya kendime çok kızıyorum. Sadece yerimde oturup, Kürt kadınlarının hazırladığı ev yemeklerinden tıkındım, bir yandan da bilmiş bilmiş etrafa bakındım.

Bizim Kürtler, Newroz’da beni halaya kaldırmayı başaramadı ama bir gün sonra yapılan bir düğün töreninde, iki Karadenizli bacı, yani Emel ve Özlem beni piste kaldırıp, kemençe eşliğinde, hop hop halay çektirmeyi başardılar. Düğün Long Island’ın öteki ucunda yer alan, küçük ve şirin bir kıyı kasabası olan Port Jefferson’da gerçekleştirildi. Gelin kızımız, yani Sibel, ailenin Amerika’daki 3. kuşağını temsil ediyor. Buraya önce dedesi gelmiş, işçilik yapmış, sonra babası gelmiş ve bir takı dükkânı açmış, Sibel ise burada üniversite okudu ve Lord and Taylor adlı bir mağaza zincirinin, satın alma bölümünde çalışmaya başladı. Aile Giresun Yağlıdereli. Zaten bir rivayete göre Yağlıdere’nin nerdeyse tümü, New York’ta yaşıyor, yine söylendiğine göre, geriye kalanlara Amerikan konsolosluğu artık vize mize vermiyormuş, çünkü turist diye Amerika’ya gelen, bir daha geriye dönmüyormuş, ne yapsınlar, demek ki burayı çok seviyorlar...

Biliyor musunuz bilmiyorum ama Amerika’da düğünü kız tarafı üstlenir. Damat Jarred Amerikalı olunca, düğünü Sibel’in ailesi üstlendi, ipler onların elinde olunca, tam bir Karadeniz düğünü çıktı ortaya. Piyanist şantörden Karadeniz türküleri dinledik, “anasından burma bilezik, babasından elmas yüzük” seremonisi izledik. Hatta ben bu sırada, “Gelin ve damadın ortak arkadaşı Hıdır’dan, musluklu bir limonata testisi” diye anons edecekler diye çok gerildim... Bereket, bu tür hediyeleri değil, sadece para ve mücevherleri anons ettiler.

Bitirirken, Hurşit’in sorusuna döneyim: Amerikan rüyası sadece para, araba ve cinsel özgürlük anlamına gelmiyor. Amerikan rüyası, pek çok unsurun bir bileşkesi ve bütün bu bileşenlerin tutunduğu omurga ise, herkese fırsat eşitliği ilkesi. Amerika’ya gelen göçmenler, işte bu fırsat eşitliğinin sağladığı avantajlardan yaralanarak, kendi ülkelerindeyken pek çok nedenden (dinsel kimliklerinden, siyasi kimliklerinden, mezheplerinden, cinsel kimliklerinden, ailelerinin sosyal ve ekonomik statülerinden) dolayı kıramadıkları çemberi, bu ülkede kırma imkânı buluyorlar. Böylece sadece hayatı yaşamakla kalmıyor, kendilerine diledikleri gibi bir hayat kurma imkânı buluyorlar. Tıpkı Sibel’in düğününe katılan Yağlıdereliler gibi ya da Newroz’a katılan Kürtler gibi...
22.03.2009 - Taraf Gazetesi

Sybil’le o gün (pazar günü) 39. Basamak (The 39. Steps) adlı Broadway showunu izleyeceğiz. Aslında ben bu oyunu daha ilk gösterime girdiği hafta izlemiştim. Ama Sybil “ne olur benimle gel” deyince, önce masuzdan biraz nazlandım, sonra, “peki, olur, senin hatırın için ikinci defa da izlerim, ne olacak ” dedim, nasıl olsa o ısmarlıyor. İşin gerçeği, oyun o kadar eğlenceli ki, üçüncü kere bile izleyebilirim... Ünlü yönetmen Hitchcock ’un aynı adlı klasik filminden, nefis bir komedi çıkarmışlar. Neyse sonra aklıma gelirse yine geniş geniş bahsederim. Şimdi o günün sabahına dönelim. Erkenden uyandım, güneşli bir gündü, yanlış anlamayın beni güneş değil, sokaklarda bahar kuşları gibi ötüşen gençlerin sesi uyandırmıştı. Başlangıçta “neler oluyor?” diye düşündüm, çünkü bizim mahalle bu saatlerde sessizdir, ancak hemen aklıma geldi, o gün semtimizde yani Hoboken’da, yaklaşan Saint Patrick (Sen Petrik diye okunuyor) günü nedeniyle İrlandalıların karnaval yürüyüşü vardı. Saint Patrick İrlanda’da kutsal bir gün, ancak burada, yani Amerika’da, bu kutsal gün çok farklı kutlanıyor. Niye böyle olduğunu az sonra anlayacaksınız.

Kendime bir kahve almak için dışarı çıktım. Ya Rabbim ya Resul Allah, sen büyüksün. Sokakta bu saatlerde normalde in cin top oynar, ancak bu defa bir kalabalık bir kalabalık... Kaldırımları dolduran gençlerin çoğu alkolün tesiriyle daha şimdiden sallanmaya başlamışlar bile. Şaşırdınız değil mi, ben de öyle, saat sabahın 10 buçuğu ve herkes bu saatte sarhoş. İşte İrlanda’daki Saint Patrick günüyle bizim Amerika’dakinin farkı. Bu günde, Amerikalı İrlandalılar içiyor da içiyor, İrlandalı olmayanlar da onlara katılıp içiyor. Bu saatte başlıyorlar, gece yarılarına kadar...

Sokaktaki bu gençlerin çoğu, üzerinde üç yapraklı yonca resmi olan yeşil tişörtler giymiş. Yeşil renk ve üç yapraklı yonca İrlandalıların milli simgesi. Bazı tişörtlerin üzerinde ayıp ve absürt yazılar da var: “fuck me I’m drank (kusura bakmayın bunu çevirmeye terbiyem müsaade etmiyor.), Öp beni ben İrlandalıyım, dokun bana şansın açılsın, İrlandalı pezevenk” gibi...

Güzel bir kız, başına yeşil renkli plastik boynuz takmış, yakışıklı bir delikanlı beline ördek şeklinde, yine yeşil renkli bir can simidi geçirmiş, herkesin üzerinde bu türden ilginç aksesuarlar var... ... Annem bu gençleri görseydi, şoka girer ve onları ayıplardı. Ben anam gibi düşünemem, bu gençler eğlenceli ve sevimliler, istedikleri gibi hareket etsinler, sefaları olsun, kendini kasan bir gençliktense, kendini ara sıra böyle koyuvermeyi bilen ve bol bol sevişen bir gençlikten yanayım. Zaten şu karşımdaki gençler sevişemiyor olsalardı, bu kadar içmelerine rağmen, hala bu kadar sakin ve efendi kalamazlardı, yaptıkları en kötü şey, yerlere tükürmek çünkü.

Yürüyüşüme devam ettim, uykum açılmıştı. Yolda, bizim Steve’e rastladım. Kendisi keskin solcu bir Musevidir, köşe başında yer alan ve içinde hem mücevher hem de çizgi roman satılan Trader of Babylon adlı dükkânın sahibi. O ve karısı Morin dükkânı kapatmaya hazırlanıyorlar. Çünkü içeri sarhoş giren gençlerle anlamsız sohbetlere girerek vakit öldürmek istemiyorlar. Steve dükkânın etrafına amonyak dökmeye başladı, gençler kokudan rahatsız olup, oralara oturmasın ve oracığa kusmasınlar diye. İkisinin de pek keyfi yoktu. Çünkü belediyenin düzenlediği bu karnaval nedeniyle, içki ve yiyecek satan dükkânlar dünyanın parasını kazanırken, Onlar dükkânı kapatmak ve üstelik bu gürültüye katlanmak zorunda olduklarını söylüyorlar.

Aman bana ne, benim keyfim yerinde, Bye!!!
deyip, yoluma devam ettim, zaman geçtikçe sokaklarda yalpalayarak yürüyen gençlerin sayısı artıyordu. Bizim oranın ana caddesi olan Washington caddesine çıktım, hayret, barların önünde uzuuun kuyruklar var. Pizzacıların ve lokantaların da öyle, bu ekonomik krizde kan ağlayan esnaf bayram ediyor olmalı... Kendime bir kahve alıp iki sokak aşağıdaki nehir kıyısına indim, hani şu ben Türkiye’deyken bir Amerikan uçağının zorunlu iniş yaptığı Hudson nehri bu...

Döndüğümde caddede karnaval yürüyüşü başlamıştı bile. Karnaval dediğim trampet takımları, eski itfaiye arabaları, ilginç kostümlü gruplar, folklorik İrlanda kıyafetleri giymiş insanlar ve ellerindeki tulumlarını üflete üflete ilerleyenlerden söz ediyorum. Hatta tulumcuların kafalarında, Kazak erkeklerinin taktığı tüylü kalpakların daha da büyük benzerleri var, bir de kareli etek giymişler. Yol kenarındaki sarhoş kızlardan biri aniden atılıp bu adamlardan birinin eteğini kaldırdı ve külot giyinip giyinmediğini teftiş etti, belki de başka bir şeyi teftiş etmek istedi, bilemiyorum artık.

Aslına bakarsanız ben gitmedim ama bundan iki gün sonra Manhattan’daki 5.caddede yapılan İrlanda karnaval yürüyüşü daha da gösterişli geçmiş. Zaten Amerikan tarihinde en eski İrlanda karnavalı 1700’lü yılların ortalarında Boston ve Manhattan’da yapılmış.

Bakın, az kalsın söylemeyi unutuyordum. Bu İrlandalılar içmeyi böyle çok seviyor ya, bu durum onların başına çok işler açmış. Hatta Amerika’daki kaderlerini bile etkilemiş diyebilirim. Kendi ülkelerindeki kıtlıktan kaçıp gelen zavallı İrlandalılar, başlangıçta Amerikan topraklarında büyük bir ayrımcılığa uğramışlar. Çünkü adları sarhoşa çıktığı için, iyi çalışmadıkları yönünde bir ön yargı vardı onlara karşı. Bunun altında biraz da 1798 yılındaki İrlanda ayaklanmasından sonra, İngilizlerin, hem Protestan hem de Katolik İrlandalılara karşı olan önyargı ve güvensizlikleri yatıyor, bu güvensizlik Amerika’ya kadar etkisini hissettirdi. İş arayan İrlandalılar dükkânların camlarında şu tabelalarla karşılaşıyorlardı “Help Wanted: No Irish Need Apply.” Eleman arıyoruz ama İrlandalılar başvurmasın anlamına gelen bir sözdü bu.

Nitekim bu sıkıcı durum, İrlandalı Amerikalıların özel sektörden ümidi kesmesine ve resmi devlet dairelerinde iş bakmalarına neden oldu. Bugün devlete bağlı kurumlarda İrlandalı nüfusu hayli ağır. Bunun da etkisiyledir ki 17 Mart’taki Saint Patrick Günü’nde, devletin başındaki Obama özel bir konuşma yaptı, hatta yeşil kravat bile taktı. Ancak Obama ailesi, Beyaz Ev’in bahçesindeki havuzun fıskiyesinden akan suyu bile yeşile boyadılar. Fıskiyeden, sadece o gün yeşil su fışkırdı. Bu biraz da Obamaların Chicago kökenli olmalarından kaynaklanıyor. Çünkü biliyor musunuz bilmiyorum ama kent merkezini ikiye bölen Chicago nehri, her Saint Patrick Günü’nde yeşil akar.

01.03.2009 - Taraf Gazetesi

Pazar günü, evimde bir Oscar partisi düzenledim, bu benim geleneğim oldu artık. Malum, ekonomik kriz ve benim cimriliğim üst üste binince, bu parti bir potluck partisine dönüştü, yani bir çeşit evde piknik partisi yapacaktık, dolayısıyla misafirler, kendi yiyeceğini beraberinde getirmek zorundaydı.

Yine de kendimi zahmete soktum ve koca bir leğen tavuk kanadı kızarttım.
Kızarmış tavuk kanatlarının üzerine kırmızı renkli acılı buffalo wing sosunu döktüm. Yanında blue cheese (bir çeşit küflü beyaz peynir) sosu ile servis edecektim. Öte yandan çiğden biraz kereviz sapı, biraz brokoli, doğradım, iki ayrı tabağa yerleştirdim üzerlerine körpe domatesler (kokteyl domatesi) serpiştirdim, ortasına da küçük kaplar icinde ranch sosu koyarak sehpanın üzerine koydum; misafirler eve adım atınca, batırıp batırıp yesinler, açlıklarını bastırsınlar diye... Bir leğen de Rus salatası yaptım. Organik nar suyu da vardı, biliyorsunuz arada bir beyaz şarap içsem de alkolü hiç sevmiyorum (sigaradan ise ciddi ciddi nefret ediyorum), buna rağmen iki düzine Corona (içimi kolay bir çesit Meksika birası) aldım. Büyük bir kabı, güzelce buzla doldurarak, biraları buzun üzerine serdim. Çatalları, tabakları, peçeteleri, yiyecek ve içecekleri mutfak tezgâhının üzerine sıra sıra dizdim, böylece isteyen, istediği an, istediği kadar alsın yiyebilsin diye. Evi de güzelce temizlemişim, partiye hazırım yani...

Bu yılki partiye katılacaklar konusunda bir değişiklik yaptım ve sadece altı kişilik bir Kürt ve Türk grubunu davet ettim, aramızda yabancı olmayacaktı, biz bize olacaktık. Ancak ABC televizyonunda Oscar töreni canlı yayınlanmaya başlayınca, bizimkiler ne televizyona bakıyor ne de filmler ve oyuncular üzerine konuşuyorlardı. Ne mi yaptılar; Oscar töreni boyunca Türkiye’yi konuştular, ben de ister istemez iştirak ettim tabii. O gece hep birlikte Türkiye’yi kurtarıp durduk.

Neyse, Oscar sonuçlarını sabahleyin, televizyon haberlerinden öğrendim, benim gibi biri için utanç verici bir durum aslında, bu partiye kaza partisi diyelim ve unutalım...

DÜNYA ZEKÂSINDAN YARARLANAN HOLLYWOOD


Bu yıl ki Oscar sonuçlarından çıkarılacak ilginç sonuçlar var. Bu sonuçlar, dünya film endüstrisi ve Hollywood’un nereye gittiğini anlamak için önemli... Ahmet Altan, “Oscar ve ekmek” yazısında çok önemli bir noktayı yakalamış bile; Oscarların, bu yıl, farklı ülkelerden oyunculara gittiğini işaret ediyor. Doğru bir saptama: Çünkü en iyi görüntü yönetmenliği, en iyi film, en iyi uyarlama senaryo ödüllerini İngiliz-Amerikan-Hindistan ortak yapımı olan Slumdog Millionaire adlı film aldı, en iyi yönetmen ödülünü yine İngiliz Danny Boyle, en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü rahmetli Avusturalyalı oyuncu Heath Ledger, en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü İspanyol Penelope Cruz, en iyi kostüm ödülünü İngiliz ortak yapımı The Duches, en iyi belgesel film ödülünü ise yine İngiliz ortak yapımı Man on Wire aldı.

Peki, bu gelişmenin altında yatan sebepler neler? Bunu anlamak gerekiyor. Hollywood, ürettiği filmleri bütün dünyada gösterime sunan dağıtım ve sinema ağlarına sahip. Hollywood’u suyun aktığı bir çeşme olarak görürsek, bu çeşmeden akan suyun (filmlerin), çevreye, yani bütün dünyaya ulaşıp insanların sinema susuzluğunu giderdiğini söyleyebiliriz. Ancak günümüzde bu tek yönlü üretim ve dağıtım ilişkisi, yerini çift yönlü bir ilişkiye bırakıyor. Yani artık başka ülkelerdeki çeşmelerden de Hollywood’a su akıyor ve buradan tekrar bütün dünyaya dağılıyor.

Peki, bu gelişme nasıl oldu? Şöyle oldu: Sanatsal kaygıların ağır bastığı düşük bütçeli bağımsız filmler, çok büyük bütçeli Hollywood filmlerinden daha fazla ticari başarı sağlamaya başladılar. Bunu fark eden ve bağımsız film sektörü pastasından paylanmak isteyen Hollywood şirketleri, kendi bünyeleri içinde, bağımsız filmler yapan ayrı ayrı küçük şirketler kurdular. Bu şirketler, daha çok Hollywood mafyası dışında kalmış, yetenekli sanatçılar ve onların projeleriyle ilgilendi. Bu ilgi, bu şirketlerle dünya şirketleri arasında ortak yapımların gerçekleşmesini de beraberinde getirdi. Dil birliğinden dolayı özellikle, İngiltere, Kanada, Yeni Zelanda ve Avusturya şirketleriyle daha çok ortak yapıma imza atıldı. Bu ortak yapımlar, yeni yönetmenleri, yeni senaristleri, yeni oyuncuları ve yeni yapımcıları da Hollywood’a taşıdı. Giderek kan kaybetmeye başlayan Hollywood, böylece, aslında büyük bir ticari hamle yapmış oldu ve hem entelektüel anlamda, hem de estetik anlamda kendini yenileme fırsatı buldu. Kısacası Hollywood, globalleşerek dünyadaki yeni gelişmelere ayak uydururken, dünyanın farklı bölgelerindeki kendine özgü karakteristikleri ve hikâyeleri de birinci elden sinema perdesine taşımış oldu.

Ortak yapımların gösterdiği başarı, bir süre sonra Oscar törenlerine de yansıdı. Sonuçta yabancı oyuncular, yabancı filmler, yabancı teknik ekipler, Hollywood’un yerlilerinden daha çok ödül alır oldular. Bu da Oscarların Hollywood temeli üzerine kurulu yerel kimliğini daha global bir boyuta taşıdı.

BAĞIMSIZ SİNEMA HOLLYWOOD’U ELE Mİ GEÇİRİYOR


Bir başka değişim de Oscar adayları ve Oscar kazanan filmler listesinde bağımsız filmlerin her geçen yıl daha da ağırlık kazanması konusunda yaşanıyor. Daha 2000’lerin başına kadar pek çok sinema eleştirmeni, Oscarları, ticari film endüstrisinin onurlandırıldığı bir mekanizma olarak değerlendiriyordu. Ancak bu tez gün geçtikçe daha da anlamsızlaşıyor. Çünkü bağımsız filmler her defasında Oscarlara damgasını vuruyor. Hatta bunu, Bağımsız film Oscarları olarak görülen The Independent Spirit ödüllerine aday filmler listesiyle, Oscar’a aday olan filmler listesi arasında bir karşılaştırma yaparak da bulabilirsiniz. Spirit Awards’ın aday listesinde yer alan ve ödül alan pek çok bağımsız film, aynı zamanda Oscarların aday listesinde de yer aldı. Alın Milk’i... Bağımsız bir yapım olan Milk’in başrol oyuncusu Sean Penn, hem Oscar hem de Spirit Awards listesinde en iyi oyucu adayıydı. Örnekleri The Wrestler, Man on Wire, Vicky Christina Barcelona, Frozen River gibi filmler ve Mellissa Leo, Penelope Cruze, Mickey Rourke gibi oyuncularla çoğaltabiliriz...

Bu gelişme, sadece sinema eleştirmenlerinin değil, genel olarak Avrupalıların da Hollywood’a yönelik önyargılı tezlerini boşa çıkardı. Biliyorsunuz özellikle Fransa’nın, Hollywood’a karşı dinmeyen bir kompleksi ve kini var. Sinema Fransa’da doğmuştu. Fransız Lumière kardeşler, Bir Trenin Gara Girişi adlı ilk film gösterimini, 1895 yılında Paris’teki bir kafede gerçekleştirmişlerdi. Ancak bütün bunlara rağmen, Fransızlar bu üstünlüklerini Amerikalılara kaptırdılar. Çünkü özellikle ikinci dünya savaşı, Fransa’nın ekonomik olarak belini burkmuş, film endüstrisini bitirmişti. Oysa aynı dönemde, Amerikan film sektörü aldı başını yürüdü. O kadar büyüdü ki Avrupa bir daha aradaki mesafeyi kapatamadı, odur budur da Hollywood’la ilişkileri aşk ve nefret arasında gidip geliyor. Bir yandan Berlin, Cannes ve Venedik gibi üç büyük Avrupa film festivaline Amerikalı oyuncu ve yönetmenleri özellikle davet ederek, ilgi çekmeye çalışıyorlar, Hollywood filmlerinin ticari kaygılarla üretilmiş, beş para etmez aptal filmler olduğunu iddia ediyorlar. Ayrıca Hollywood kökenli filmlerin kültür emperyalizminin bir parçası olduğu düşüncesiyle Hollywood filmlerine ticari kotalar koydular.

Oysa bugün Hollywood, Oscar sonuçlarından da anlaşıldığı gibi, ticari sinemanın ve sanat sinemasının çok güzel bir kombinasyonunu yakalamış durumda. Artık kimse, Hollywood’un gücünü sadece elindeki tomar tomar dolarlardan aldığını iddia edemez. Hollywood’un asıl gücü, kendini yeni koşullara uydurmasından kaynaklanıyor bir, yeni zihniyetteki insanlara ve farklı kültürlere kapılarını açmasından kaynaklanıyor iki... Sonuç olarak Hollywood artık eski Hollywood değil...

01.03.2009 - Taraf Gazetesi

Irak’tan çekilmeyi hedefleyen Obama, Afganistan için tam tersi bir politika yürütüyor: Alınan yeni karara göre, Afganistan’a 17 bin asker daha gönderilecek. Orada toplam 36bin Amerikan askerinin bulunduğu düşünülürse (Bu arada, Irak’taki Amerikalı asker sayısı 146 bin) oldukça yüksek bir rakam bu. Böylece işgal güçlerinin kurduğu Karzai hükümetinin, Taliban rejimine karşı ülkedeki kontrolü arttırması planlanıyor.

Amerikan yönetimi, bu yeni atılımla, Taliban’ın belini kırmak ve böylece terörist yatağı olarak gördüğü Afganistan’ı bu unsurlardan temizlemek istiyor. Bu temizliğin en büyük hedefi ise El Kaide olacak. Hatta Obama’nın, elinde güçle de yetinmeyeceği ve önümüzdeki nisan ayında yapılacak NATO toplantısına katılacak üye ülkelerden askerî destek (Afganistan’da Amerikan askerlerine ek olarak, 30 binin üzerinde de diğer NATO ülkelerine bağlı askerler yer alıyor) isteyeceği konuşuluyor.

Peki, Amerika’nın bölgeye akıtacağı yeni askerî güç, Afganistan’daki durumu ne yönde etkileyecek? Her şey olduğundan daha mı beter olacak, yoksa ağır ve katlanılmaz bir diş ağrısına dönüşen kaos, nihayet son mu bulacak... Bu konuda tahminde bulunmak çok zor. Ordu içindeki kaynaklara göre Afganistan’daki durum düzelene kadar, her şey şimdikinden daha korkunç olacak. Bunun anlamı şu: Önümüzdeki süreçte Afganistan’da çok kan akacak. İşte bu nedenle Afganistan halkı adına çok ama çok üzgünüm. Çünkü bu halkın bu acıları hiç hak etmediğini düşünüyorum.

1979 yılında Afganistan’ı işgal eden
(1989’da işgale son verildi) eski Sovyetler Birliği’nden tutun da Sovyet işgaline karşı mücahitleri destekleyen Reagan Amerikası’na (Amerika’nın deklare edilen amacı, bu nedenle 2001’de ülkeyi işgal ettiler) kadar Afganistan’a el atan her devlet, görünürde, mevcut diş ağrısını sonlandırmak istemiş, her biri bu ülkeye gül bahçesi vaat etmişti. Ancak herkes, bu ülkede, sadece kendi çıkar, niyet, rüya ve özlemlerini gerçekleştirmeye çalıştı, bütün bunların da Afganistan’da yaşayan halkların çıkarıyla ne derece örtüşüp örtüşmediği ise tartışılır. Sonuç olarak yabancılar, aradan geçen 30 yıl içinde, ülkenin sosyal ve siyasal kimyasını tümüyle bozdular. Bugün Afganistan her anlamda tam bir enkaz durumunda, kim neresinden tutup düzeltebilir ki bu enkazı, iş çok zor...

Bu enkaz, el birliğiyle yaratıldı tabii; ülkeyi elindeki petrodolarlarla kuşatmaya çalışarak, İran’ın Orta Asya’daki etkisini kırmak isteyen Suudi Arabistan, Afganistan’da Wahhabi inancına dayalı bir İslam devleti kurma romantizmiyle yandı tutuştu. İran, Farsça konuşan (Tajikler) kesimlerin siyasal gücünden medet umdu, Pakistan ise büyük ekonomik yardımlar aldığı Batılı müttefiklerine taşeronluk yaptı, bu müttefikler ise buradaki olağanüstü yeraltı (Afganistan zengin doğalgaz petrol ve kömür rezervlerine sahip) zenginliklerinin ve stratejik avantajların peşine düştüler.

KADINLARA ALIŞVERİŞ YAPMAK DAHİ YASAK


Bütün bu hesapların Afganistan’ı getirdiği hale bakın. Tarık Ali’nin tespitine göre Afganistan dünyada, kadınlara, haklarının verildiği ilk bir kaç ülkeden biri, peki ya şimdi? Kadınların çalışması dahi yasak, çocuklarını okuldan bile alamıyor, hatta alışveriş bile yapamıyorlar. Peki ya hayatın öteki yüzleri? Güvenliğe bakalım bir. Can korkusundan milyonlarca Afganistanlı, ya ülke içinde yer be yer geziyor ya da Pakistan ve İran gibi komşu ülkelere sığınıyor. Ölüm her yerde kol geziyor ve onları gittikleri yerlerde de buluyor. Ülkede komünist rejimin çökmesinin ardından gelen üç yıl içinde 25 bin sivil öldürüldü. Biraz daha yakına gelelim, 2007 rakamlarıyla kıyaslandığında 2008 yılında sivil ölümlerinde yüzde 40 artış yaşandı. Devam edelim, Örneğin Helmand bölgesinde yaşayanlar, evlerinin etrafındaki sıcak çatışmalar nedeniyle üç yıl önce göç ederek güneydeki Lashkar, Gah ve Kandahar’a yerleştiler. Ancak burada da ölüm onları buldu, bunun üzerine, Kabil’e göç etmek zorunda kaldılar. Pakistan’daki mülteci kamplarında 2001 rakamlarına göre iki buçuk milyon Afganlı vardı. Bu kamplarda yaşayanlar, açlık ve salgın hastalıklarla yüz yüzeler, çadırlarda yaşıyorlar, kışın üşüyerek uyuyorlar. Yer değiştirdikçe hayattan elde ettiklerini kazanımları bir anda sıfırlayarak, her şeye yeniden başlamak zorunda kalıyorlar. Dayanması çok ama çok zor bir hayat temposu yani, bütün bu nedenlerle 2005 rakamlarına göre ülkedeki yaşam ortalaması 42.

TALİBAN’IN UYUŞTURUCU DAMARI


Amerika’nın 17 bin askeri, yukarıda sözü geçen Helmed bölgesine göndereceği söyleniyor. Bu bölge eroin yapımında kullanılan haşhaşın yetiştirildiği en önemli bölgelerden biri. Zaten Talibanların temel gelir kaynaklarından biri de uyuşturucu üretimi ve dağıtımı. Dolayısıyla Amerikanın en öncelikli planı, Talibanların kalbine yeşil dolar akıtan bu şah damarı kesmek. Zaten bu uyuşturucu işi ülkede çok önemli bir problem. Birleşmiş Milletler’in 2006 yılında yayımlanan uyuşturucu ve suç raporlarına göre ülkede üç milyona yakın insan bu işin içinde, bu da nüfusun yaklaşık yüzde 13’ünün uyuşturucu ticaretinin bir parçası olduğu anlamına geliyor, ilginç değil mi...

Yerim dar, o nedenle bu yazıyı burada bir şiirle kesiyorum. Yazının devamını haftaya getireceğim... Ahmet Faiz, ataları Afganistan’dan göçüp gelen usta bir Pakistanlı şair. Onun, Hapishanede Bir Akşamüstü adlı şirinden bir bölümü Halil Köksal çevirisiyle aktarıyorum, Bir düşünce dolanıp duruyor yüreğimde/ Öyle bir bengi sudur ki hayat bu anda/ Ona zehirlerini katan tiranlar/ Ne bugün ne yarın, asla kazamayacaklar./ Ne çıkar aşkın taht odasını aydınlatan/ Mumu söndürseler de? Güçlüyseler/ Ayı söndürsünler, görelim hele.

***

Başbakana yabancı danışman ve vahşi hücum


Başbakan Erdoğan’ın, tuhaf çıkışlarından danışmanlarının sorumlu olduğuna inandığımı önceki yazılarımda söylemiştim. Bu danışmanların hepsi Türkiyeli. Bir başbakan için yerli danışmanlarla çalışmanın avantajları olduğu gibi dezavantajları da var. Sonuçta, bu danışmanlar, kim olurlarsa olsunlar, hangi siyasal gelenekten gelirlerse gelsinler, mevcut Türkiyeli mantalitesinden, kemikleşmiş siyasi önyargılardan, Türkiye ye özgü kamplaşma alışkanlığından ve geçmişle olan hastalıklı bağlardan kendilerini soyutlayamıyorlar. İşte bu nedenle, bu danışmanlar, her zaman gerçekçi, pak, sağlıklı ve yenilikçi tavsiyelerde bulunmayabiliyorlar. O halde ne yapılabilir? Erdoğan, bence biraz daha profesyonel davranabilir ve akademisyenlerden oluşan bir kaç yabancı danışmanı (Amerikalı, Hinti, Avrupalı ya da Çinli) işe alabilir.

Neticede, Türkiye eskisi gibi kendi içine gömülmüş bir kirpi ülke değil, bu nedenle, uluslararası arenada oynamak ve diğer ülkelerle rekabet etmek istiyorsanız, uluslararası zekâdan da yararlanmalısınız. Ekonomist, siyaset bilimci, ya da başka bir şey, sonuçta Batılı bir kaç danışmanın kadroya katılması, Erdoğan’a daha dünyalı bir vizyon kazandırabilir.

*Geçen hafta, dünya vatandaşlığıyla ilgili yazımda yanlış web adresi vermişim, özür diliyor ve doğru adresi veriyorum: www.worldgovernment.org

15.02.2009 - Taraf Gazetesi

Kendi ebatlarımdan daha küçük bir yumurtanın içine hapsedilmişim, nefes almakta güçlük çekiyorum, boğulacak gibiyim, çırpınmaya, kabuğu kırıp dışarı çıkmaya çalışıyorum ama nafile, değişen hiç bir şey yok. Deken, yumurta kabuğu şeffaflaşmaya başlıyor ve ailemizin en miniği olan, yeğenim Duygu’nun gülümseyen yüzüyle karşılaşıyorum. İşaret parmağının dirseğiyle tak tak kabuğa vurmaya başlıyor, sanki hakikaten orada olduğuna inanmamı, şaşkınlığimı ve korkumu üzerimden atmamı istiyor gibi. Nitekim onun varlığı gerçekten de beni rahatlatıyor. Derken kabuğun üzerinden yanaklarımdan öpmeye başlıyor: bir öpücük, iki öpücük… Duygu’nun o sevgi dolu öpücükleri uzadıkça yumartanın kabuğu çatlıyor ve ben bu azap verici esaretten kurtuluyorum. Daha doğrusu şöyle söyleyeyim: bu ağır uykudan nihayet uyanmışım. Ancak biraz geç uyanmışım, o sabah işe geç kaldım çünkü.

Bugünlerde bu tür kara rüyalardan pek görür oldum. Buralarda yani New York'da hayat hiç de iç açıcı değil çünkü. Neticede sürekli etrafımdaki birileri işinden oluyor, işi olanlar ise ya işimizden olursak ne yaparız sonra diye düşünüyor. İnsanların ağzının tadı tuzu pek yok yani.

Hepimiz Obama yönetiminden kısa zamanda bir mucize yaratmasını bekliyoruz. Bu duruma kim daha kaç ay dayanır bilmiyorum. Obama çok çalışıyor, bu konuda hiç kuşkumuz yok, ancak ekonomik çözüm için atılan her adım, sudaki bir balığı yakalamaya çalışmak gibi, tam çözüm bulunuyor diye ümitlendiginizde çözüm yine elden kaçıyor. Artık en güvendiğim ekonomistlerin söylediklerine de de güvenmemeye başladım. Öyle bir haldeyim ki aslında hiç bir şeyin tahmin edilemeyeceğine bile inanmaya başladım. Bir zamanlar fikirlerine tapılan Amerikan Merkez Bankası eski başkanı Alan Greenspan’in düştüğü durum aklıma geliyor ister istemez. Son finans kriziyle ilgili olarak senatoda sorgulanırken “Bilemiyorum, o zamanlar durumun bu noktaya geleceğini hiç tahmin edememiştim” demişti. Demek istediğim şu ki şimdilerde herkes ekonominin geleceğiyle ilgili bir tahminde bulunuyor ama aslında herkes biraz bilimsel loto oynuyor, kimin tahmininin tutacağını ise zaman gösterecek.

İşte tıpkı yukarıdaki kara rüyada anlatmaya çalıştığım, zor günlerde morali yüksek tutmanın en etkin yollarından biri, yakınınızdakilerin size sunduğu sevgi. Çünkü sevgi görmek, galiba insana güven de kazandırıyor. Baksanıza Duygu’nun öpücükleri, hiç bitmeyeceğini sandığım o kabustan beni uyandırdı. O nedenle, bazen yanağınızdaki samimi bir çocuk öpücüğü, sırtınızda şevkatle dolaşan bir dost eli ve sizi saran bir akraba kucağı, içinizde sizi yiyip bitiren bütün toksinleri çekip alabilir.

Geçen gün arkadaşım Sybille, East Village’de oldukça namlı olan, Mamoun’dan tanesi 3 dolara falafel sandeviç (bir çeşit iri nohut köftesi, domates ve marulla birlikte pita denen yufka ekmeğinin içine konuyor üzerine de tahin sosu dökülüyor) aldık (Aslında bu şehirde 5 dolardan asağı sandeviç bulmak zordur ama, bulduk işte) ve o buz gibi havada sokaklarda hem yürüdük, hem konuştuk, hem de gerçekten lezzetli falafel sandeviclerimizi yedik.

Neyse ben Sybil’e yukarıda sizle paylaştığım ruh halimden ve düşüncelerimden bahsettim. O da bana, “balım benim, kucaklaşma partisine (cuddle party) katılmalısın. İçin fena kararmış senin, iyi gelir.”

Bu kız yine kafamı karıştırmıştı. “Nasıl yani?” dedim, “soğukta sıcak bir kahve içmek nasıl iyi geliyorsa kucaklaşma partileri de insana öyle iyi geliyor işte” diye yanıtladı beni. Evet galiba Sybil haklıydı sıcak bir kucağa ihtiyacım vardı. Şimdi diyeceksiniz ki ”Hıdırcım Sybil seni niye kucaklamıyor?” Cevaplayayım: Biz New York’un okumuş yazmış insanları aslında ne kadar cana yakın görünsek de bayağı soğuk ve mesafeliyiz, kimse kimsenin iç işlerine fazla dalıp kendini yormak istemez, üstelik birbirimize dokunmayı da fazla sevmeyiz, adetimiz öyle. Dolayısıyla bu şehirde eğer paranız varsa, bedeli neyse ödeyip, en iyi yemeği yiyebilirsiniz, şunu bunu satın alır kendinizi memnun edebilirsiniz ama sıcak bir kucağa da hasret kalırsınız, çünkü bu ne parayla satın alınacak bir şey ne de bedavadan kolayca bulunabilecek bir şey… Ama kucak partisiiii… hakikaten iyi bir çözüm olabilir…

Gidin kucak partisinin internet sitesine (cuddleparty.com), orada kendiniz de göreceksiniz netekim. Bu fikri ortaya atıp, 2004 yılında ilk kucak partisini organize edenler de aynı nedenden dolayı böyle bir şeye kalkışmışlar. İnsanların birbirleriyle vücut teması yoluyla, hiç bir seksüel amaç içermeden kucaklaşmalarını ve pozitif enerji alışverişinde bulunmalarını sağlıyorlar. Partileri, kısa bir eğitimden geçen herkes, kendi evinde düzenleyebilir. Gelenlerden 20-30 dolar civarında bir para alıyorsunuz, organizasyona destek olsun diye. Evinizin büyüklüğüne göre kaç insane ağırlayacağınıza karar veriyorsunuz. Kadınlı erkekli, gayli lezbiyenli misafirler gelirken pijamalarını da getiriyorlar. Parti öncesi pijamalar giyiliyor… Uyuşturucu yasak, alkol yasak, sigara da yok, yani tam bana göre . Orada istediğiniz insanları kucaklıyorsunuz. Hatta toplu kucaklaşmalar da oluyor, ortaya çıkan manzara, sıcakta birbirine sokulan şeker koyuncukları ya da birbirlerinin üzerine çıkarak uyuyan ponpon köpek eniklerinin durumunu anımsatıyor. Bence çok hoş manzaralar bunlar.

Sizler de Türkiye’de bu tür partiler düzenleyebilirsiniz diyecegim ama… Türkiye’de zaten insanlar birbirine fazlasıyla sarılıp dokunuyor… Yine de siz bilirsiniz tabiii…