20.09.2009 - Taraf Gazetesi

Buket ve Barış genç bir Türk çifti. Onlar da benim gibi Hoboken’da otuyorlar. 18 ay önce bir kızları oldu, ismini Lorin koydular. “Aaa... Bu Kürt ismi ayol” diye şaşıranlara şu tepkiyi veriyorlar “Hep Kürtler mi Türk isimlerini alacak, biraz da biz onların o güzel isimlerinden istifade edelim.” Lorin çok çabuk büyüyor, nasıl tıpış tıpış yürüyor görseniz... Geçen gün Buket’le birlikte Lorin’i gezdiriyoruz. Yürürken Buket’e Newport’ta nasıl kaybolduğumuzu anlatıyorum. Size de anlatayım bari. Aslında geçen hafta kaldığım yerden başlarsam daha iyi olur.

Efendim köprüden geçtik, Newport’a girdik. Hava karanlık. Christian dedi ki “Otele gitmeden önce dur sana şehri gezdireyim, hazır ay ışığı da var, hem ertesi gün aynı yerleri bir de gün ışığında gezeriz, ardaki farkı görürsün, güzel olur”. “Ya ya ya...” deyip başımı salladım. Önce kentteki Newport Jazz Festivali’nin yapıldığı alanın yakınından geçtik. Bu festival çok eski ve çok ünlü. Geçtiğimiz ağustos ayında 55’incisi düzenlenmişti. Orayı geçip, sağa kıvrılarak hafif yukarı sürdük arabayı. Jacqueline Kennedy’nin üvey babasının sahip olduğu Hammersmith çiftlik evinin önünden geçtik. Jacqueline ve eski Amerikan Başkanı John F. Kennedy, 1953 eylülünde burada evlenmişlerdi, düğünlerine de binin üzerinde davetli katılmış. Christian bütün bunları bana anlatıyor ben de dinliyorum. Allah razı olsun, ne iyi bir adam.

Saray yavrusu evler


Sonra o meşhur malikânelerin sıralandığı Bellevue caddesine çıktık: Isaac Bell House, Belcourt Castle, Marble House ve Rosecliff bu evlerden sadece bazıları... Ev diyorum ama buradaki evlerin hepsi saray yavrusu bile değil, saray... 18. yüzyılın ikinci yarısında başlayan demiryolu inşaatları sayesinde zengin olan, ya da 19. yüzyılın ilk yarısında başlayan sanayileşme ile birlikte fabrika sahibi olan Kuzey Amerikalı zenginler (özellikle de New York’un zenginleri) buralarda bu gösterişli yazlık evleri yaptırmışlar, yazları buralarda hava daha serin oluyor çünkü. Bu evlerde tarihî karakterler yaşamış, kocası tarafından parası için zehirlendiği düşünülen ve yıllarca komada kalarak çok meşhur bir davaya ve bu davadan esinlenen Reversal of Fortune adlı filme konu olan Sunny von Bülow bunlardan biri.

Ancak şimdilerde bu evlerin pek azında o eski aileler oturuyor. Çoğu ya müze ya da düğün ve benzeri törenler için kiraya verilen mekânlar haline çevrilmiş. Çünkü yeni kuşak zenginler bu denli gösterişli yerlerde oturmaktan rahatsız oluyor. Amerika’nın yeni zenginleri parasını göstermeyi sevmiyor, ne kadar lüks tüketseler de kendilerini çoğunluğun yaşam tarzından çok fazla ayırmak istemiyorlar. Fakirlikten bir anda zenginleşen hip hop starlarının beyin uçuklatan evleri, arabaları ve diğer gösteriş düşkünlüklerini ayrı tutuyorum tabii...

Bellevue caddesinin bitiminde sola kıyı yoluna dönüp otele geldik. Bize demesinler mi “Siz haftaya yer ayırtmamış mıydınız?” diye. Haydaa, başka boş oda da yok. Newport içindeki hiç bir otelde yer yokmuş. 15 dakika uzaklıkta bir motelde yer varmış, gittik orada da oda yok. Onlar da bizi yarım saat uzakta başka bir yere gönderiler, orada da oda yok. Her şey şaka gibi. Onlar da bizi daha uzakta bir yere gönderdiler. Kaybolduk. Arabada size yol tarifi yapan GPS cihazımız da yok. Bir tek eski moda haritamız var o da işe yaramıyor. Delireceğim. En son bir yola girdik, git git bir türlü medeniyete çıkmıyor. Ormanın içinde ıssız bir yol. Sonunda yol bitti mi... Araba farları garip bir yol tabelasının üzerine vuruyordu. Haç şeklinde tahtadan bir direk, üzerinde küçük küçük, sağı ve solu gösteren bir sürü tahta ok ve okların üzerlerinde yer isimleri var. Köşede ise bir ev, ışık mışık yok. Her şey tıpkı Stephen King’in romanlarındaki korkutucu sahneler gibiydi. Christian’a baktım bakışlarını hiç beğenmedim, “Hıdırcım, ya bu adam seni burada keserse” diye düşünmeden edemedim. Belki o da benim için aynı şeyi düşünüyordu... Christian soldaki dar yola girdi. Ben aniden sertleştim ve kontrolü ele aldım: “Christian geldiğimiz yöne geri döneceğiz, ışıklı kavşağa vardığımızda oteli arar bize yön vermelerini isteriz.” Neyse, çok meraklanmayın her şey mutlu sonla bitti. O gece oteli bulduk, ertesi gün Newport’u iyice dolaştık, çok güzel, çok temiz bir yer. Harika küçük dükkânları var, taze ve çok lezzetli ıstakozları var. Yani her şey güzeldi...

13.09.2009 - Taraf Gazetesi

Geçtiğimiz cumartesi öğleden sonraydı. Yola biraz geç çıkmıştık. Çünkü ikimiz de kararsız Kâsım olduğumuz için bu geziye son anda karar verdik. Haftasonu şehirde kalıp Arthur Ashe stadyumundaki Amerikan açık tenis turnuvası maçlarını mı izlemeliydik, yoksa şehir dışına çıkıp biraz çiçek böcek ve okyanus mu görmeliydik? Düşün düşün son ana kadar bekledik ve nihayet Newport’a gitmeye karar verdik. Newport Amerika’nın kuzey doğusundaki Rhode Island eyaletinde yer alan ve New York’a yaklaşık beş saat uzaklıkta olan bir kıyı kasabası. Christian’ın (Christian Connelly) çocukluğu oralarda geçtiği için Newport’u iyi biliyor, ben hiç gitmemiştim. Bakalım göreceğiz nasıl bir yermiş.

Önümüzde iki buçuk günümüz vardı: Cumartesinin yarısı, pazar ve Pazartesi. Pazartesi bütün Amerika’da tatildi. Çünkü o gün Labor Day. Yani işçi bayramı. Sizde 1 Mayıs bizde ise eylülün ilk pazartesisi.

Arabayı yol boyunca Christian kullandı
, ben iyi bir şoför değilim çünkü, ehliyet sahibiyim ama şoför müyüm onu da bilmiyorum. Bu arada Sybil’inki kadar külüstür olmasa da Christian’ın cipi de külüstür, frene basınca korkutucu sesler çıkarıyor. Aman canım ne olacak Allah’a bin şükür ayağımızı yerden kesiyor ya...

Yolda maşallah her 10 kilometrede bir otoban gişeleriyle karşılaşıyoruz. Sadece parasından değil, gişe önlerinde beklediğimiz için vakit de kaybediyoruz. Bazı gişeler, camında e-z pass adı verilen bir çeşit bandrol bulunduranlar için. Bunu bir çeşit kredi kartı gibi düşünün, bilgisayar arabanızı otomatik olarak okuyor, parayı hesabınızdan düşüp geçişinize izin veriyor. Bu gişelerde bekleme olmuyor, arabalar hızlı hızlı geçip gidiyorlar. Peşin para kabul eden gişelerin önünde ise haliyle kuyruk var. Biz de o kuyruktayız...

Bu arada Christian söylenmeye başlıyor. “Bu ülkede otoyolları en berbat eyaletler, otoyollara en çok gişe koyup para kazanan eyaletler. Bu aldıkları parayla bari biraz şu yolları tamir etseler” diyor. Dediği çok doğru. New York ve New Jersey eyaletlerinin yolları dökülüyor. Buna rağmen harami gibi otobanlarda habire para kesiyorlar. Zaten New Jersey yolsuzluk konusunda adı çıkmış bir eyalet. New York deseniz dini imanı para olan bir eyalet.

Obama’nın sayesinde yolların bakımı yapılıyor


Yalnız bir şeyi söylemekte yarar var. Yol üzerinde pek çok yerde yol bakım ve köprü inşaatları gözünüze çarpıyor. Sağolsun Obama sayesinde oldu bunlar. Adamcağız bütün eyaletlere para verdi ve “alın yıllardır tamir etmediğiniz, geliştirmediğiniz alt yapı yatırımları için harcayın” dedi. Demek ki o paralar harcanıyor.

Neyse Connecticut eyaletine girdiğimizde yollar düzeldi ve kaymak gibi oldu. Üstelik bu yollarda önünüzü zırt pırt kesen gişeler de yok. Bir yerde durup benzin aldık. Birer dilim de pizza yedik. Yanında da vitaminli sularımızı içtik. Bu arada Christian bildiği bir bed and breakfast (bir çeşit pansiyon) tarzı oteli aradı ve yer ayırttı, hay Allah yer varmış. Genellikle haftasonu çok zordur yer bulmak. Neyse yine arabaya bindik ve gaza bastık gidiyoruz. Hava kararmıştı. Gökyüzünde Ay o kadar güzeldi ki kocaman bir gümüş tepsi gibiydi. Üstelik bir ara tam yolun orta yerine denk geldi. Her şey dekor gibiydi. Camı biraz açtım, ormandaki ağaçlarla sevişerek gelen mis kokulu hava içeri süzüldü. Serinlik ne güzel...

Christian Lionel Richie’nin hit şarkılarından oluşan CD’yi koydu. Ah hepsi de benim lisede âşık olup olup dinlediğim şarkılar. İlk şarkı Diana Ross’la yaptığı bir duet: Endless Love (Sonsuz Aşk). Aman Allah’ım kendimi tutamadım ve düete ben de katıldım: “Aşkım, hayatımda bir tek sen varsın, doğru olan tek şey... Benim ilk aşkım sensin... Aldığım her nefestesin, attığım her adımdasın. ... Seninle bütün hayatımı paylaşmak istiyorum.” Şarkıya eşlik ederken bir ara Christian’a döndüm, bana hiç de iyi bakmıyordu. Sesimi anında kestim.

Ohooo geldik işte Newport’a. Epey uzun olan The Claiborne Pell köprüsünden geçiyoruz. Kasaba karşı kıyıda. İnanamazsınız, başkan Obama sırf benim için köprü direklerine renkli lambalarla “Ne mutlu Kürdüm diyene” yazdırmış... Şaka yapıyorum tabii inanmayın... Bu arada yerim kalmadı, Newport’un içini haftaya anlatırım artık. Kusura bakmayın bu yazı belki biraz boş ama bence hoş bir yazı oldu. Ne dersiniz?
06.09.2009 - Taraf Gazetesi

Ne güzel bir yer burası Allah’ım. Severim ben böyle eski püskü (tarihî) mekânları. West Village’te 4. Cadde üzerindeki bu barın adı Corner Bistro. Kapıdan girdiğinizde ileride sağ köşede, barın öteki ucunda bir girinti var, işte orası mutfak, içinde de Meksikalı bir işçi, alnından terler aka aka hamburger pişiriyor. Akşamın yedisi, millet işten çıkmış hepsi aç, barın orta yerinde uzun bir kuyruk oluşturmuş, hamburgerini almaya çalışıyorlar, sonra da oturup biralarıyla birlikte yiyecekler. Semih Fırıncıoğlu’nun dediğine göre New York’un en iyi hamburgerlerinden biri buradan çıkıyor. Semih bilir, ne de olsa eskiden tavladığı kızları buraya getiriyormuş. Sadece o da değil, Semih 30 yıldır New York’ta yaşıyor, dolayısıyla buraları karış karış biliyor.

Corner Bistro’nun 1900’lerin ilk yarısından beri hizmette olduğu söyleniyor. Hiçbir şey değişmemiş, her şey eskisi gibi kalmış. Semih’le bir şeyler yiyip içmek için Morandi adlı bir İtalyan lokantasına gidiyoruz. Sarah Jessica Parker, Cameron Diaz, Gwyneth Paltrow gibi ünlülerin buraya uğraması, mekânın popülerliğini iyice arttırmış. Semih buranın enginarını öve öve bitiremiyordu, hadi bakalım, göreceğiz...

Morandi mahzen havası verilmiş şık bir mekân. Bu arada hem ızgara hem de mangal üzerinde ayrı ayrı pişirilen enginar hakikatten çok güzelmiş. Ben üstüne makarna yedim: İçinde klasik domates sosunun yanı sıra karides, kabak ve taze maydanoz vardı. Ancak hiç birinin tadı domates sosunu bastırmıyordu. İyi bir yemeğin sırrı da bu işte, yardımcı malzemelerin yemeğe esas karakterini veren malzemenin rolünü çalmaması.


Taraf
, New York’taki Türkiyeliler ve ÖDP

Bu arada Semih Semih diyorum onu az bellemeyin. Eskiden Broadway müzikallerinde dramaturg olarak çalışmış, bestecilik yapmış, oyunlar yönetmiş bir isim. Dolayısıyla onunla sanattan, göçmenlikten ve tabii ki bizim gazeteden konuştuk. Semih’e gore Taraf, New Yok’ta yaşayan Türkiyelileri Tarafçılar ve Taraf karşıtları olarak ikiye bölmüş.

Neyse sohbetimiz Taraf’tan Amerikan siyasetine oradan da Türkiye siyaseti ve ÖDP’ye geldi. Hani şu ÖDP üyelerinin saygın bir entelektüel olan Roni Margulies’in üzerine boya dökme yoluyla gerçekleştirdikleri saldırıya... Buradaki Türkiyeliler arasında çok konuşulan bir olay bu. ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Önder İşleyen’in saldırıyla ilgili açıklaması ise benim gibi bu partiye sempati duyan herkesin ağzını bir karış açık bıraktı. İşleyen, olayı kınayıp binlerce kez özür dilemek yerine savunmuştu. Bilmiyorum, bundan böyle demokrasiden ve fikir özgürlüğünden söz ettiğinde ÖDP’ye kim nasıl inanabilir artık. Çünkü sadece fikirlerini yazıya döktüğü için bir yazara fizikî ve psikolojik şiddet uygulandı.

İtiraf etmeliyim, bizim solcuların önemli bir kesiminin, Türkiye’nin yaşadığı psikolojik bunalımı görmekte ve anlamakta zorluk çektikleri apaçık. Bu nedenledir ki geçmişin muhafazakârları ve geçmişin solcuları arasında günümüzde önemli bir rol değişimi yaşanıyor: devrimci olan muhafazakârlaşırken muhafazakâr olan devrimcileşiyor. İşte bu nedenle İslami kesimin günümüz Türkiye’sinin ilerici kanadını temsil ettiğini kimse inkâr edemez artık. Bununla birlikte, İslam dünyasını modernizm ve kapitalizmle barıştıran Fethullah Gülen’in öğrencileri artık yetiştiler ve Batılı ülke üniversitelerinde yüksek lisanslarını doktoralarını yaptılar. Onların yarattığı değer, İslami kesimin entelektüel olarak da önemli bir ilerleme kaydetmesini sağladı.

Aslına bakarsanız zıt siyasal gruplar arasındaki ideolojik yer değiştirme sadece bize özgü değil, benzeri süreç Amerika’da da yaşandı. Örneğin 1854’te kurulan Cumhuriyetçi Parti, başlangıçta Demokrat Parti’den daha ilericiydi: Köleliğe karşıydı, devletin, yurdun dört bir yanını demir ağlarla donatmasını istiyorlardı, devletin sosyal yatırımlara ağırlık vermesini savunuyorlardı. Hatta Cumhuriyetçi Başkan Abraham Lincoln vergi oranının arttırılması için elinden geleni yapıyordu. Bütün bu istekler, bugünkü Cumhuriyetçilerin savunduğu değerlerin tam tersiydi. O gün Cumhuriyetçilerin sahip çıktığı devletçi politikalara, günümüz Amerika’sında Demokratlar sahip çıkıyor... Buna rağmen bu yer değiştirme hâlâ devam ediyor. Örneğin Demokratlar zaman zaman Cumhuriyetçilerin değerlerini tekrar ele alıp bir adım öne geçmiyor değiller. Bilen bilir, Clinton, ekonomik liberalizmin önünü iyice açan NAFTA ticaret anlaşmasını imzaladığında, kendi partisi içindeki insanlar tarafından Demokrat Parti değerlerini satmakla suçlanmıştı.

Her şeyin değiştiği ve yenilendiği New York’ta, Corner Bistro gibi bazı mekânların eskisi gibi kalması güzel. Ancak her şeyin değiştiği bir dünyada değişmeyen bir birey ve bir ülke olarak kalmak pek de güzel değil. Çünkü dünyayı yönetenler, günümüze ayak bağı olan geçmiş inançları kırmayı bilenler arasından çıkıyor...

*Bu arada http://kebanvegas.wordpress.com adlı bir blog hazırladım. Keban’da Las Vegas kurma ütopyasını gerçeğe dönüştürmek isteyenler, bu siteye girip yorum ve düşüncelerini yazabilirler.
30.08.2009 - Taraf Gazetesi

Vegas’taki otellerin pek çoğu isimlerine yaraşır özellikler taşıyor. Flamingo otelinin arka bahçesinde, pembe belekli flamingolar dolaşıyor, Treasure Island’ın (Hazine adası) ön cephesinde göz kamaştırıcı dev korsan gemileri var. Circus (Sirk) otelinin içinde küçük bir sirk müşterilere gösteriler sunuyor. Paris otelinin göbeğinden Eiffel kulesinin tıpa tıp aynısı (ama yarı büyüklüğünde) yükseliyor. Stratosphere otelinin ise 553 metre yüksekliğindeki ünlü Stratosphere kulesi var. İşte ben tam bu kulenin tepesindeyim. Burada lunaparktakilere benzer oyunbaz bir binek aleti yer alıyor. Beş parmağı olan bir el gibi... Her bir parmağın ucunda yer alan oturgaçlarda, iki kişi oturuyor. Bu alet, kolunu kuleden boşluğa uzatıyor ve altı parmaklı el Las Vegas üzerinde dönmeye başlıyor. Annecim, çok korkunç, ben bu alete asla binmem.

Aslında bakmayın siz benim böyle korkak çocuk pozlarıma, ben Türk Hava Kurumu’nda paraşüt atlamış (iki atlayıştan sonra kamptan kaçıvermiş olsam dahi...) cesur bir “Türk” kuşuyum. Bu alete binmek istemememin asıl nedeni cimriliğim. Çünkü kuleye çıkış zaten 14 dolar, bu alet için de ayrıca para alıyorlar. Her neyse, o alet dönerken ve içindeki kızlar bağır bağır bağırırken, benim telefonla anneciğimi arayasım tuttu. Anneme, “Ane nasılsın eyi misin” dedim, “Kurban olam sana Xıdır. Senin gadan belan eneye gele. Xızır yolunu açık ede” diye başladı dua etmeye. Annem duasını bitirsin diye bir beş-altı dakika kadar bekledim. Dua bitince de “Oğlum, sesini duydum bana can geldi. Amerikan’dan arisin, telefon bahalıdır, paran boşa getmesin” deyip, her zaman olduğu gibi şak diye telefonu suratıma kapattı. Alıştım artık, o nedenle üşenmedim ve tekrar aradım...

Annem yılın sıcak aylarında Elazığ’ın “Guylu” köyünde yaşıyor. Biz onun İstanbul’da kalmasını istiyoruz ama annem İstanbul’u değil, kendi memleketini tercih ediyor, orada daha mutlu oluyor çünkü. Uzun yıllardır New York’ta yaşayan Elazığlı Semih Fırıncıoğlu’nun da dediği gibi, “doğduğun yerin toprağı insanı çekiyor”. Doğru söylüyor Semih.

Las Vegas’ı Elazığ’a ışınlamak


Annem bu konuşmamızda oralardaki fakirlikten fukaralıktan bahsetti. Kendimi kötü hissettim. Çünkü fukaralığın çok büyük bir bela olduğunu ve mutsuzluğun en temel nedenlerini içinde barındırdığını çok iyi biliyorum. Ve yine biliyorum ki AK Parti hükümetinde görevli bazı değerli dostlar, Doğu’daki bu yoksulluğu ortadan kaldırmak için samimi bir mücadele veriyorlar. O dostlarıma bir kaç öneriyle yardımcı olmak istiyorum: Doğu’ya baraj yaparak bölgenin kalkındırılacağı inanışını aklınızdan çıkarın lütfen. Barajların bölgeye ekonomik hiç bir katkısı yok. Dünyada bazı ülkeler sudan toprak elde etmeye çalışıyor, biz toprağı suya gömüyoruz. Ayrıca bugüne kadar yatırım için verilen teşvikler de çok bir işe yaramadı. O halde elimize bir silgi alıp bu iki stratejiyi devletin kara tahtasından silmek ve yerine postmodern ekonomik stratejiler çizmek gerekiyor. Belki bu konuda Las Vegas bu dostlara ilham kaynağı olabilir. Eee koşullar da hızla olgunlaşıyor: Hem Kürt savaşı bitiyor, hem Nabucco enerji hattı Kürt bölgesinden geçiyor, anlayacağınız bu bölge güvenli bir bölge oluyor... Buna hazırlanmalıyız. Dolayısıyla Keban barajı kıyılarında Vegas’tan daha gelişkin ikinci bir Vegas rahatlıkla kurulabilir. Bu da nereden çıktı Hıdır?” demeyin ve az bekleyin. Bir şey daha, Amerika’da kumarhane açmak yasak, sadece çok özel bölgeler hariç. Örneğin Kızılderililerin yaşadıklar bölgeler... Bugün Amerika’da 400 kumarhaneyi 220 farlı Kızılderili kabilesi yönetiyor. Foxwoods, Mohegan Sun gibi kumarhaneler para basıyor ve sadece bulundukları o dar alanları değil bu alanları kapsayan bölgeleri de ihya ediyor. Örneğin Wisconsin eyaleti kurulan bu kumarhanelerden sonra dışarıya göç kesildi.

Ekonomik serbest bölgelerden siyasi serbest bölgelere


Amerikalıların Kızılderilileri kalkındırmak için buldukları bu yöntemin
bir başka versiyonunu biz neden Kürt illerinde uygulamayalım. Bir nokta daha: Las Vegas tamtakır kuru bakır bir çölün ortasında, üstelik çok sapa bir yerde kurulmuş. Ancak bugün buradaki kumarhanelere dünyanın dört bir yanından insanlar akıyor. Las Vegas buna başka ögeler de eklemiş tabii, eğlence, show, mimari, yemek... Bu nedenle Türkiye’yi 2006’da 24 milyon turist ziyaret ederken Vegas’ı yaklaşık 40 milyona kişi ziyaret etti. Vegas’ın aynı yıl sadece kumar gelirleri 12,5 milyar dolarken Türkiye’nin bütün turizm geliri 16,8 milyon dolar. Yani bir Las Vegas tüm Türkiye’ye bedel. Başka bir nokta da şu, Keban barajı kıyısında sıfırdan kurulacak ikinci bir Vegas’tan elde edilecek vergi gelirlerinin tek kuruşu Ankara’ya gitmeden Doğu’nun alt yapısı için harcanmalı. Yöredeki bu yeni kent, Ortadoğu ve Kafkas ülkelerinde yaşayan ve bölgede gidip eğlenecek cazip bir kent bulamayan Rus, İran, İsrail ve Arap zenginlerini rahatlıkla kendine çekecektir. Bunun için bir şartın daha sağlanması gerekli: özgürlük. Ankara’nın mevcut kanunları özgürlüğü kısıtlıyor. Bu noktada da size Adana-Yumurtalık ve Mersin gibi yörelerde yer alan ticari serbest bölgeler ilham verebilir. Buralarda ülkede geçerli ticari ve mali alanlara ilişkin hukuki ve idari düzenlemeler ya hiç uygulanmıyor ya da kısmen uygulanıyor. Amaç ise ihracata yönelik yatırım ve üretimi teşvik etmek, doğrudan yabancı yatırımları hızlandırmak. O halde KebanVegas da siyasi serbest bölge ilan edilebilir ve orada özel kanunlar uygulanabilir. Çünkü elmizden geldiğince insanların yaşamayı ve ziyaret etmeyi arzu edeceği bir kent atmosferi yaratmalıyız. Böylece özgürlük konusunda sıkıntılı olan çevre ülkelerin halkı, KebanVegas’ın özgürlük sunan serasında vakit geçirmeye gelecek ve para harcayacak. Ne olacak? Türkiye özgürlukten ilk kez para kazanmış olacak.
23.08.2009 - Taraf Gazetesi

Gündüz vakti bu şehir çok sıcak. Bir defasında öğlen yemeği için dışarı çıktım, az kalsın tavadaki tereyağı gibi eriyecek ve oracıkta can verecektim. Herkes benim gibi buraya çalışma amaçlı gelmemiş tabii... Dolayısıyla kumarhaneler kenti Vegas’a gelen ziyaretçiler, genellikle gündüzleri klimalı otel odalarında horul horul uyur, akşama doğru da ayağa kalkarlar. Demiştim ya size bu şehir gece yaşayan bir şehir diye.

Bu arada kumarhane, kumarhane diyorum, burada kentin bu önemli gelir kaynağıyla yarışan başka gelir kaynakları da var: İçinde fuhuşun da yer aldığı eğlence endüstrisi. Bu endüstrinin ayaklarını esas olarak showlar, konserler ve oyunlar oluşturuyor. Elton John’dan Cher’e (kendisi Ermenidir ve soyadı da Sarkisian’dır) pek çok popüler şarkıcı buralarda konserler veriyor. Celine Dion birara buranın yerli bülbülü gibiydi, uzun zaman çalıştı. Şimdi Bette Midler var, onun da sesi iyice çatladı, kim nasıl dinlemeye tahammül ediyor bilemiyorum. Öte yandan kente özgü özel showlar ve tiyatro oyunları da var. Kanada kökenli olup Las Vegas’a çöreklenen Cirque du Soleil’nin showları görülmeye değer. Ayrıca fırından yeni çıkmış somun ekmeği kadar sıcak olan Avusturyalı erkelerden oluşan show grubu Thunder from Down Under’ı da unutmamak lazım... Biletleri 50 dolardan başlıyor. Bu yarma erkeklerin revü tarzı showları, bachelorette partilerinin (kızlar için bekârlığa veda partisi) gözdesi. Çünkü bu kent Amerika’da çok yaygın olan bachelor partyler (bekârlığa veda partileri) için önemli bir merkez. Bu anlamda bu işin uzmanı şirketler paket programlar hazırlıyorlar. Amerika’nın herhangi bir yerindeki arkadaş grupları, içlerinden birinin bekârlığa veda partisi için birkaç günlüğüne şehre geliyorlar... Grubun limuzinle gezdirilmesi, striptizciler bulma, gidilecek gece kulüpleri ve lokantalar, hepsi önceden ayarlanıyor. Kentin bir diğer gelir kaynağı da fuarlar ve konferanslar. Pek çok şirket konferanslarını ve hissedar toplantılarını geniş ve konforlu salonlara sahip Vegas otellerinde yapmayı tercih ediyor.

LAS VEGAS’IN BAŞKA CAZİBE NEDENLERİ DE VAR


Bütün bunlardan öte Las Vegas’ı Las Vegas yapan ve diğer kentlerden farlılaştırarak insanların ilgisini buraya yönelten başka cazibe nedenleri de var. Nedenlerden biri, Las Vegas’ın dış güzellikten çok iç güzelliğe önem veren çok sofistike ve aynı zamanda kurnaz bir şehir olması. Bu şehre gündüz vakti şöyle bir pencereden baktığınızda Atatürk’ün Safiye Ayla’ya yaptığı gibi (yalan mı doğru mu bilmiyorum) perdeyi aniden kapatmak isteyebilirsiniz. Çünkü görülmeye değer hatta görülmeye tahammül edilir bir manzarayla karşılaşmayacaksınız (biraz abartıyorum). Hatta o an şehrin saldığı şöhrete anlam vermekte güçlük bile çekebilirsiniz. Ancak sabırlı olun, hava karardığında ve kent üzerine ışıklardan elbisesini giydiğinde fikriniz değişecek ve “hah” diyeceksiniz. Hele otellerin içine girip, oradaki iç güzelliği keşfettiğinizde “şimdi anlaşıldı” diyerek şüphe defterinizi kapatacaksınız.

Şehrin kurnaz karakterine gelelim. Otel yöneticileri inkâr etse de buradaki çevre düzenlemesi tümüyle yayaları otelin kumarhanelerine çekme maksadıyla projelendirilmiş.
Akşam Vegas Bulvarı’ndaki kaldırımda yürürken hiç farkında olmadan bir patika sizi geri dönmeyi asla aklınızdan geçiremeyeceğiniz şıklıkta Esplanade adlı bir pasaja sokabilir. Las Vegas’daki bütün otel binalarına özgü irilik ve ihtişam hemen gözünüze çarpacaktır. Baroque ve rococo tarzlarının aceleci bir Amerikan modernizmiyle sadeleştirilmiş bir kombinasyonudur buradaki mimari anlayış. İçleri pembe renkli plili kumaşlarla kaplı kubbelerden dev avizeler sarkar. Mermerle kaplı yerlerde, kırmızı rengin ağır bastığı hoş bir halı uzanır. O an birinin size bu halıya dolayarak uzaklara kaçırması ve başınıza çeşitli işler gelmesini arzulayabilirsiniz. Gerisi var, bu pasajda yürürken sanki bir müzik klibinde yürür gibi ağır adımlar atar, başınızı bir sağa bir sola çevirerek saçlarınızı dalgalandırır ve kendinizi banka hesabında milyon dolarlar yatan Mariah Carey de sanabilirsiniz. Sizi bu havaya sokacak her şey mevcut çünkü. Nihayet pasajın en sonundaki tuzağa, yani Wynn otelinin kumarhanesine varırsınız. Yol boyu yüklendiğiniz o hava enerjisiyle, risk almaya, cömertçe harcamaya, daha doğrusu kumar oynamaya hazırsınızdır artık.

Kumarhaneye girdiğinizde buradan çıkmak da öyle kolay değil. Kumarhaneler genellikle otellerin giriş katlarında yer alıyor. Bu alandaki makinelerin çoğunluğunu oluşturan slot makineleri ortama biraz lunapark kıvamı katıyor. Aralarda dağınık şekilde poker, rulet ve briç masaları var... Odasından inip dışarı çıkmak isteyenler ve dışarıdan gelip odasına çıkmak isteyenler bu kumar alanında yolunu bulmakta biraz güçlük çekiyor, dolayısıyla içerde epey dolaşmaları gerekiyor. Ayrıca kumar alanı genellikle loş ve penceresiz, üstelik hiç bir yerde saat yok. Böylece içeriden çıkmadığınız sürece günün hangi anında olduğunu bilmeniz mümkün değil. Çok para harcadığınızda size gelen bedava içkiler ve bedava yemek kuponları, kaybetseniz de sizi oynamaya teşvik ediyor. Oralarda gece gündüz aralıksız kumar oynayan insanlarla tanışabilirsiniz.

Bir dakika sevgili okurlar, bu yazıya burada bir son vermeliyim. Kusura bakmayın, geçen hafta söz verdiğim şeylerin çoğunu yine yazamadım. Ne de olsa burası dar bir köşe... Bir de size kötü bir haberim var; galiba bu Vegas olayı bir üçlemeye dönüşecek. Kalan kısmı haftaya yazarım artık. Umarım bunalmazsınız.

17.08.2009 - Taraf Gazetesi

Oturduğum mahallede şu sokaktan öbür sokağa gidiyorum, bunu da Taraf’a yazıyorum, “Hıdır sen çok geziyorsun” diyorsunuz. Bunun neresi gezmek, ben sadece dolaşıyorum. Geçen haftasonu nihayet mahallenin biraz dışına çıktım. Ancak bu çıkış gezme amaçlı değil, çalışma amaçlıydı: Bu bir iş seyahatiydi ve gittiğim yer de Las Vegas’tı...

Gerçi bu seyahat biraz ters başladı. Bana kızın biri musallat oldu. Sürekli bir şeyler anlatmaya çalışıyor, kikirdiyor espri yapıyor, hatta omzuma bile dokunuyor, sanki kırk yıllık arkadaşız. Benimse ne bu geveze kızı dinlemeye, ne de onun esprilerine zoraki gülümsemeye halim var. İşte o an Hızır Aleyhisselâm yardımıma koştu. Güvenlikten geçiyorduk... Ayakkabılarımızı, kemerimizi, ıvırımızı zıvırımızı çıkardık, X-Ray tüneli içinden geçen leğenlerin içine koyduk. Kural gereği çantaların içindeki laptopların çıkarılmış ve açığa konulmuş olması gerekiyor. Ancak kız bunu yapmayı unutunca, yeniden geriye dönüp işlemi tekrarlaması gerekti. Durumu tarihî bir fırsat olarak değerlendirdim ve hemen oradan toz oldum. Ohh dünya varmış. Neyse uçağı beklerken bir şeyler yedim içtim, Newsweek’imi okudum. Sonunda kapılar açıldı ve uçağa girip yerimi aldım. Yolcular kapıdan içeri girmeye devam ediyorlardı. Aman Tanrım, olamaz, yine o kız. Koca havaalanında bine bine bu uçağa binmiş. İleriden bana doğru geliyor. Yanıma oturmasın diye hemen oracıkta aklıma gelen ilk duayı okumaya başladım. Ancak duaların en uzununu, yani Ayet-el Kürsi’yi seçmişim. Kız, koltuğumun hizasına geldiğinde ben duayı ancak yarılayabilmiştim. Dolayısıyla duanın etkisi de yarı yarıya oldu. Arkadaş canlısı kız, benim yanıma değil de yan sıranın pencere tarafına oturdu. Aramızda bir karı koca bir de koridor vardı, bana ulaşamazdı artık. Sağol Hızır sağol Ayet-el Kürsi...

Uçağım New Jersey eyaletindeki Newark havalimanından (Burası New York’taki JFK havalimanına göre yeni, temiz ve daha aydınlık ama daha küçük) kalktıııı... Akşam 5.29’du, Nevada eyaletindeki Las Vegas’a vardığımızda yerel saate göre akşamın 7.54’ü olmuştu. İki eyalet arasında üç saatlik saat farkı var. Yolculuk ise yaklaşık beş buçuk saat sürdü.

Las Vegas havaalanına ayak basar basmaz oracıkta hemen kumar makinelerini (slot machine)
görüyorsunuz. İnsanlar giderayak buralarda da kumar oynuyor, delirmiş gibi sesler çıkaran, renkli ışıklarını yandırıp söndüren bu sevecen makinelerden ayrılamıyorlar demek ki.

VE, LAS VEGAS’TAYIM...


Taksiye bindim otele gidiyoruz. Kore asıllı bir sürücüye denk geldim. Ondan kentin durumuyla ilgili dedikoduları almayı ihmal etmedim tabii. Kendisi ekonomik krizle birlikte kumarhane ve otel gelirlerinde düşme yaşandığını söylüyor. E, doğru, bunu ben de Businessweek’ten okumuştum. Bizim Koreli arkadaş evvelden bir otelin kumarhanesinde krupiye olarak saati 7 dolara çalışıyormuş, buna ek olarak günde 60 ile 150 dolar arasında da bahşişi varmış, çok iyi valla. Ancak kriz nedeniyle pek çok kişi gibi işinden atılmış, o da taksicilik yaparak ekmeğini kazanmaya başlamış.

Otele vardım aman Allahım, resepsiyonun önünde uzun bir kuyruk vardı. Ohooo krizde böyle kalabalıksa, işler tıkırındayken nasıldır acaba... Giriş işlemlerimi yapmak için 40 dakika bekledim. İşlemlerimi bitip odama girince valizimi ve çantamı bir fırlatmışım ki... Hemen koşa koşa aşağıya indim. Yarın erkenden kalkıp çalışacaktım, o nedenle bu akşamdan çıkıp şehri biraz turlamalıydım. Hava kararmıştı ve biliyordum ki bu şehir tıpkı fahişeler gibi kendini geceleri ortaya koyuyordu.

GÜNAH ŞEHRİ YÜZÜNÜ GÖSTERİYOR


Otelin önünde bir taksi durdurdum. “Sevgili kardeş arabayı Las Vegas Bulvarı’na çekebilir misin” dedim. “Yok, çekemem,” dedi, trafik varmış. Ne edip edip onu ikna ettim. Bütün ünlü oteller, şehrin can damarı olan Las Vegas Bulvarı etrafında sıralanmış. Hava karardığında herkes sağlı sollu yürüyor bu bulvarda. İlerliyoruz, ben ağzımı açmış etrafa bakıyorum. Bir yerde inmeye karar verdim, yürüyerek gezmek en mantıklısıydı. Taksici, inerken kadına ihtiyacım olup olmadığını sordu, ben de ona “kadına değil bir bardak suya ihtiyacım var” dedim, kızdı ve “boktan” deyip gaza bastı. Oradan bir kamyonet geçiyordu üzerinde “Hot Babes” (Sıcak yavrular) yazılı, ayrıca yan gelmiş yatan bir sarışının resmi var ve telefon numarası. Günah şehri işte şimdi asıl yüzünü göstermişti. Kaldırımda yürürken elime escort kızların resimleri ve bağlı oldukları ajans telefonlarını içeren kartlar tutuşturuldu. Meksikalı çalışanların dağıttığı bu kartlar pişti oynamaya yetecek kadar birikti bende.

Nevada eyaletinde fahişelik ve kerhane işletmeciliği serbest. Öyleyse bu eyalette yer alan Las Vegas’ta durum nedir, merak ediyor musunuz? Cevabı haftaya. Bir de Vegas otellerinin Elm Sokağı Kâbusu’yla ne ilgisi var? Bunun da cevabı haftaya... Peki ya Las Vegas Kürt açılımına yardımcı olur mu? Haftayaaaa...

09.08.2009 - Taraf Gazetesi

Sybil o akşam bende kalmıştı. Çok uykucu bir kız, sabah zorla uyandırdım. Hemen üzerime hepsi eski püskü olan tişörtlerimden birini geçirdim, şortumu da giydim. Bir şort bir tişört de Sybil’e verdim. Hızlı hızlı Hudson nehrine doğru yürüdük Tam Elia Kazan’ın Rıhtımlar Üzerinde filminin çekildiği yere geldiğimizde fren yaptık... Sonra da nehir ve Manhattan manzarası eşliğinde ip atlayıp fazlalıklarımızı eritmeye çalıştık. “Kocaman adamsın, utanmıyor musun ip atlamaya?” demeyin ne olur. Ne yapayım seviyorum, ayrıca biliyorum ki utanmayı göze almadan ne yeni bir şey yapmak ne de kendiniz olmak mümkün... Atlayalım Sybil: Bir iki üç hop.. üç dört beş hop.. erisin yağlar.. hop hop...

O gün öğleden sonra, ben, Sybil, Tom ve Tom’un uzatmalı erkek arkadaşı Central Park’ta piknik yapmaya gittik. Tom önceki akşam başlarına gelen garip bir olayı anlattı. Tom ve sevgilisi travestilerin garsonluk yaptığı Lucky Cheng adlı bir bar-lokantaya gidiyorlar. Burası ailelerin de gittiği bir mekân. Aperatif, ana yemek ve tatlı dahil toplam 32 dolar ödüyorsunuz. Uzakdoğulu travestiler renkli kıyafetler eşliğinde show yaparak herkesi eğlendiriyorlar. Neyse bizimkiler yan masada oturan iki Türkle tanışıyorlar. Tom, onlara “Arkadaşım Hıdır da Türkiyeli, kendisi Kürt” diyor. Bizim Türkler çok bozuluyor. “Ne demek Türkiyeli Kürt... Bizde herkes Türk” diyorlar. Tom ne olduğunu pek anlayamıyor, “Arkadaşım kendini Kürt olarak tanımlıyor” diye ekliyor. Adamlar bu kez iyice sinirleniyorlar, az once “bizde onlardan yok” dedikleri Kürtler için bu kez , “onlar teröristtir” diyorlar, Tom işin farkına varıyor ve “Bakın, Hıdır sayesinde pek çok Türkle tanışma şansım oldu, hepsi çok değerli ve çok hoş insanlardı, ancak anladığım kadarıyla siz ikiniz konuşmaya bile değer insanlar değilsiniz.”

Hadi bakalım, ırkçılık gelip New York’un göbeğinde bile beni buldu. İçinde hâlâ iyi bir kalp taşıyan, ancak bu atadan dededen kalma hastalıklı milliyetçilik anlayışından bir türlü kopamayanlara bir kaç lafım var. Sizin milliyetçiliğinize esas teşkil eden o ay ve kurt desenli olaylar silsilesi aslında amatörce uydurulmuş sıkıcı bir fıkradan başka bir şey değil. 41 yaşıma geldim ve artık ne bu fıkrayı dinlemek istiyorum ne de o fıkranın ana fikrinin bana zorla benimsetilmeye çalışılmasına tahammül edebiliyorum. Herkesin tek bir ideolojiden ve tek bir ırktan olması gerektiğine inanabilirsiniz, azınlıklar üzerinde psikolojik terör estirebilirsiniz... Fakat aynı şeyi Amerika gibi medeni ülkelerde yapmaya kalktığınızda, sizi ayıplar ve Tom gibi konuşmaya değer bile bulmazlar. Biraz daha ileri gittiğinizde sizi ırkçılıktan yargıya havale ederek yaptığınızın bedelini ödetirler.

Görüyorsunuz değil mi ister istemez sinirleniyor ve çok kabalaşıyorum. Obama da benim gibi... Belki duydunuz, geçenlerde beyaz bir polis memuru, Harvardlı siyah profesör Henry Louis Gates’e karşı ırkçı muamelede bulunmuştu. Obama kendini tutamamış ve polisin aptalca davrandığını söylemişti... Bir başkan için aşırı bir açıklamaydı bu ama adamcağız ne yapsın. Kendisi bu ülkenin ilk siyah başkanı oldu ancak hâlâ devletin memurları da dahil ırkçılık yapılıyor. Ama Allahtan burada böyle şeyler büyüyor ve yapanın yanına kâr kalmıyor.

Biz Kürtlerle zenciler arasında ırkçı muamelelere mağdur kalmak dışında önemli bir benzerlik daha var: Üzerimizden bir türlü atamadığımız negatif stereotypelar... Amerika’da Obama ile birlikte siyah ve beyaz imajlarında önemli bir yer değiştirme yaşandı. Siyah stereotypelar şöyleydi: eğitimsiz, cahil, yoksul, suç işleyen, sağlıksız hazır yiyecekler tüketen, çok çocuklu. Ancak şimdi işler değişti. Bir siyah olarak Obama’yı bir beyaz olarak Sarah Palin’le (Gelecek başkanlık seçimlerine hazırlanıyor) kıyasladığınızda son derece zeki ve yüksek eğitimli bir siyah ile eğitimi zayıf, üstelik “aptal” yaftasını yemiş bir beyazla karşılaşıyorsunuz. Obama ailesi karı koca spor yapıyor, ikisi de son derece fit. Etkileyici zekâsı, giyim tarzı, çocuklarına gösterdiği özen, organik yiyecekler konusundaki hassasiyetiyle Michelle Obama hem siyah hem de beyaz Amerikan kadınlarının idolü oldu. Öte yandan Amerikalı kadınlar TV programında Oprah’in ağzından çıkacak sözlere bakıyor. Siyah yönetici Ursula Burns, Exerox’un CEO’luğuna atandı. Sadece siyahlar değil, Amerika’da şimdi azınlıkların hepsi karar mercilerinde yerlerini alıyor. Anayasa Mahkemesi’nin tepesine kendini Latin olarak tanımlayan bir kadın hukukçu geldi, Enerji Bakanı Steven Chu Çin asıllı. Bu gidişattan medya da etkileniyor. CNN televizyonu Obama’yla birlikte siyah, Latin ve Uzak Doğu asıllı anchorlarının ve muhabirlerinin sayısını arttırdı.

Savaşın sona ermesiyle birlikte Türkiye’de Kürt ve Türk imajı arasında önemli bir yer değişimi söz konusu olabilir. Bu da bir şarta bağlı: Bugüne kadar dışlanma, işten atılma, tutuklanma, arkadaş kaybetme korkusuyla kendilerini gizleyen ve Kürtlüklerini fazla öne çıkaramayan Kürtler (bilim adamından politikacısına, sanatçısından CEO’suna kadar), saklandıkları gece yarısı karanlığından aydınlığa çıkıp, açıkça Kürt olduklarını söylemeliler. Tıpkı geylerin bütün riskleri göze alarak çevresindekilere “ben geyim” demeleri gibi, her Kürdün de artık gururla “Ben kürdüm” demesi gerekiyor. Hadi bakalım kolay gelsin.

02.08.2009 - Taraf Gazetesi

Geçen gün ancak sonuna yetişebildiğim bir partiye katıldım. Bu parti bizim Edward’ın 50. yaşını kutlamak için yapılmıştı. Biliyorsunuz bazıları 50’ye vurduğunda bunalıma giriyor, peki Edward niye bayram yapıyor? Dayanamadım ve bunu ona sordum: Kendini en çok bu yaşta iyi hissettiğini söyledi. Kasıntılı hallerinden, komplekslerinden, yersiz kaygılarından, anlamsız korkularından ve ona zarar veren takıntılarından, ancak bu yaşta kurtulabilmiş.

İşte böyle, şimdi partiye dönelim, size bir şey anlatacağım, sonra yine bu yaş konusuna devam ederiz. Edward, parti için Meatpacking’deki üç katlı 5 Ninth Restaurant Bar denilen bir mekânı kapatmıştı. Bohem görünümü, sıvası özellikle soyulduğu için kırmızı tuğlaları ortaya çıkmış duvarları, ağarmış kadifeden eski koltukları olan bir yer... İçerik kısmına gelince, pek iyi bir parti olduğu söylenemezdi çünkü müzik yoktu. Müzik olmayınca bu tur partiler bana pek bir kuru geliyor. İnsan müziği bahane edip azıcık sallanmak istiyor çünkü. Allahtan içki bedavaydı. Ben Margarita içtim, chardonnay beyaz şarap içtim, üstüne de bir Corona bira içtim... Yarım bardak birayla sarhoş olan ben, oracıkta derhal sarhoş oluverdim tabii ki. Başım fena dönüyordu.

Oturduğum koltuktan ayağa kalktım ve yolunu şaşırmış körpe bir buzağı gibi kalabalık arasında ilerlemeye başladım. Tanıdık yüzlere selam vere vere giderken kadının biri önümü kesti. O benden daha sarhoştu galiba, bana dedi ki “Biliyor musun tatlı çocuk, ben de Edward gibi 50 yaşındayım ama şu göğüslerime bir bak, ne şahane, sıkmak ister misin?” Utanmaz arlanmaz münasebetsiz kadına da bakın siz. Hmm gerçi benim de ondan geri kalır yanım yoktu pek, dedim ki “Asla sıkamam, sıkarsam suyu üzerime sıçrar, tişörtüm çok yeni, kirletemem.” İki sarhoş ayrılamadık birbirimizden, öyle çok kıkırdamışız ki gül gül sonunda ben de yoruldum o da. Sarhoşluk iki uçludur, neşeliyken bir anda değişir ve melankolik bir ruh haline bürünebilirsiniz. Bana da öyle oldu ve birden ciddi konulardan bahsetmeye başladım. Ona dedim ki “Biliyor musun içim içime sığmıyor, ülkemde Kürt melesi bu kez çözülüyor galiba. Bu savaşta biz Kürtler iki cephede de öldük. Ancak ölümler son bulacak, savaş bitti bitiyor.” Kadıncağız haliyle ne demek istediğimi anlamadı, nereden bilsin. Ben sustum o başladı. Tam 15 yıldır bir büyük finans şirketinde çalışmış ve krizin etkisiyle üç ay önce işini kaybetmiş. İş görüşmelerine gidip duruyor ama sonuç çıkmıyor, sonunda anlıyor ki yaşı nedeniyle işe alınmıyor. Sırf bu yüzden gençleşmek istiyor ve estetik yaptırmaya karar veriyor. Bir tek o değil, krizde işini kaybetmiş, 50’sinde pek çok kadın estetik ameliyatı oluyormuş. Nedeni ise işe alınmalarda “yaşı geçkinlere” karşı yapılan ayrımcılık. Üstelik bunu önlemeye çalışan yasal düzenlemeler olduğu halde...

Aslında toplumun yaş konusundaki bu takıntısı belli yaşa gelenleri görünmez bir kafesin içine tıkıyor. 30’undan sonra hayatınızda yeni bir plan yapmak, yeni bir mesleğe adım atmak, yeni bir ülkeye göç etmek, yeniden okula gidip önünüzde yeni bir kapı aralamak, kısacası bunun gibi pek çok hayali gerçekleştirmek imkânsızlaşıyor. Sırf bu psikolojik baskı nedeniyle pek çok insanın hayatı 30’undan sonra sanki askıdaymış gibi geçiyor. Neyseniz o olarak devam etmelisiniz bekleniyor. Bu nedenle herkes kendi hayallerini çocukları üzerinden gerçekleştirmeye çalışıyor.

Ancak bana kalırsa insanlar, kendilerini bağlayan bu yaş saplantısından fena halde bunalmış görünüyorlar. Nitekim İngiltereli Susan Boyle’u bir anda dünya starı haline getiren de bu bıkkınlık oldu. Susan, bir televizyonun yetenek yarışması için sahneye çıktığında, hem seyirciler hem de jüri üyeleri ağız burun eğmişlerdi. Çünkü Susan, köylü, bakımsız, üstüne üstlük 48 yaşında biriydi. Ancak hiç bir star kategorisine uymayan Susan, ne zaman ki ağzını açıp, I Dreamed a Dream adlı şarkıyı söyledi, her şey bir anda tersyüz oldu. Aradan 24 saat geçmeden, bu kadın sadece ülkesinde değil, bütün dünyada ünlüydü artık. Susan’ın şöhretindeki bu yayılmacı gücün nedeni muhteşem sesi ve yorum gücü değildi sadece. Susan, torun torba sahibi olma yaşındaki birinin de hayalleri olacağını ve onları gerçekleştirebileceğini göstermişti herkese. Yaş çemberini kırmak isteyenler için umut olmuştu.

30’u bile yaşlı sayan ve açıkça işe almak istemeyen (devlet bile) şirketlerle dolu Türkiye’de işler daha da kötü. Hele 70’inizde bir yaşlıysanız sizi bir çeşit Kral Lear trajedisi bekliyor demektir. Kimse yaşlı anne babasının sekse, öpüşmeye kırıştırmaya, gezip tozmaya ihtiyacı olabileceğini düşünmek bile istemez bizde. Bir çeşit Nazi psikozuyla hareket eden evlatlar, yaşlıları sıkıcı bir hayata layık görür ve onlardan sanki sadece ölmelerini beklerler.

Gözümüzün önünde cereyan eden Shakespeare ’nin Kral Lear trajedisine bir bakın. Ülke sanayiine çok önemli katkılarda bulunmuş, ancak kurduğu imparatorluğu kaybetmiş bir işadamının trajedisi bu. 17 yaşında biriyle yasal bir evlilik yaptı bu işadamı. Bu evliliğe tahammül edemeyerek, O’nu bir tecavüzcüyle eş tutan Mutlu Tönbekici gibi medya mensupları, trajedinin koro tarafını oluşturuyorlar. Mahkemeye başvurarak babalarının akıl sağlığının yerinde olmadığını ispatlamaya çalışan gözünü miras bürümüş kızları ise trajedideki Goneril ve Regan’ı temsil ediyorlar. Babaları mutlu olmuş olmamış umurlarında değil. Amaç yeni eşi devreden çıkarmak. Böylece tıpkı Goneril ve Regan gibi babalarının bütün gücünü elinden alıp, adamı sahiden delirtmek ve evin bir odasındaki kanepede bütün gün oturmaya mahkûm etmek istiyorlar, orada ölümü beklesin dursun, işi ne. Bereket babasına sahip çıkan Cordelia karakteri de var trajedide, O’nu da işadamının oğulları temsil ediyor. Oğullara aferin.
26.07.2009 - Taraf Gazetesi

Geçen seneye kadar Long Island’da üzüm bağları olduğunu hiç bilmiyordum. Taa ki Karadenuzlular bir gün beni arabaya atıp o bağlara götürene kadar. Merak etmeyin onlar benim arkadaşlarımdı, anlayacağınız başıma kötü olaylar falan gelmedi. Sadece bağ bağ gezip, o bağlardaki küçük tesislerde yapılan şaraplardan tattık o kadar. Aslında bu işin yatağı California, orada ne bağlar var bir bilseniz ama çok uzak, uçakla tam beş saat çekiyor. Long Island ise burnumuzun dibi.

Bu şarap tadımı işi bu ülkede ciddi bir sektör haline gelmiş. Lüks limuzinlerle ya da minibüslerle bağ evlerine şarap turları düzenleyen şirketler bile var.

Neyse işin o yönünü boş verelim. Bu sene de canım benzeri bir tur yapmak istedi. Sybil’e gitmeyi önerdim, sağ olsun aslında iyi kız, benimle gelmeyi hemen kabul etti. Ancak oraya trenle gitmek çok zaman alıyor, onun yerine Sybil’in çürük tenekeden beygirine atladık ve kara asfaltta bir sağa bir sola kıç kıvıra kıvıra ilerlemeye başladık. Long Island adlı bu yarımadada birbirine paralel uzanan iki büyük yol var. Bu yollardan 48 numaralı olanını seçtik. Yol üzerinde sağlı sollu bir sürü üzüm bağı var. Bağların her birinin girişinde ise kafeterya şeklinde düzenlenmiş şık ve şirin bağ evleri yer alıyor. Civardaki bu tür yerlerin sayısı 40’ı buluyor. Bizim gibi şehirde yaşayan kokoşlar özellikle yaz ve güz aylarında buralarda nefes alıyor, bir bağdan diğerine zıp zıp zıp dolaşıp her bağın şarabını ayrı ayrı tadıyorlar. İçtiği şarabı beğenen şişe şişe satın alıp evine götürüyor, beğenmeyen yoluna devam. Hele bir de bahçelere masa sandalye atılmış ki otur da iç, gel keyfim gel, ohh.

Ancak üzümler henüz çıkmamış, mevsimi değil, olsun, yeşil teveklerini görmek yeter...

Biz Sybille birlikte, yan yana olan dört bağ gezdik. Martha Clara Vineyards, Macari Vineyards, WineryShin Estate Vineyards ve Harbes family Vineyard. Bu sonuncusundan bahsedeyim azıcık. Bardağın dibine iki yudumluk şarap koyuyorlar, şarabına göre bir ve iki dolar arasında para ödüyorsunuz. Fiks menü de var: yedi ayrı şarabı tadıyorsunuz, toplam 9 dolar 95 sent ödüyorsunuz. Gördünüz fiyatların uygunluğunu değil mi. İstanbul’da bu parayla şuradan şuraya gidemezsiniz valla.

Bari menüdeki şarapların isimlerini de sayayım da ne içtiğimizi bilin, ne işinize yarar bilemem artık: 2006 Yellow House Chardonnay, 2006 Wooden Wheel Chardonnay, 2005 Old Barn Merlot, 2005 Reserve Chardonnay, 2006 Reserve Merlot, 2008 Red Horse Rose, 2005 Old Barn Merlot. Bağın en iyi şarabı ise bu sonuncusu. Bu arada fiyatlar 14- 20 dolar arası: 2006 Yellow House Cardonnay 14 dolar, 2005 Reserve Chardonnay 18 dolar. Bunların tadımlık değil de normal dolu bardağı ise 6 dolara satılıyor.

Şimdi şaşıracağınız bir şey anlatayım. Allah tarafından mıdır nedir, bu aralar nereye gitsem öpüşen yaşlı çiftler görüyorum. Bağ evinde de yan masada biri 60’larında diğeri 50’lerinde bir çift oturuyordu. Nasıl sarılıp koklaşıyorlar anlatamam. Arabalarına atlamış gelmişler, romantik bir gün geçirmek istemişler belli ki. Meraklıyımdır sordum, meğer evli mevli değil, sevgililermiş. Şikâyetçi olduğumu düşünmeyin sakın. Aksine böyle cesur yaşlılarla karşılaşınca çok seviniyorum. E çünkü 41 yaşıma geldim ve yaşlanmaktan korkuyorum ama bu tür yaşlıları görünce korkum hemen geçiyor. Eğer bilsem ki yaşlanınca cinsellikten elimi eteğimi çekmeyeceğim, flört etmeye devam edeceğim, güneşsiz odalarda tek başıma zaman öldürmek yerine, dışarıya çıkıp gezeceğim, üreteceğim, ciddiye alınacağım, yaşı eski diye fikirleri de eski bir adam olarak algılanmayacağım, o zaman neden yaşlanmaktan korkayım ki.

Ama size bir şey söyleyeyim mi benim gibi pek çok insanın kabusu olan yaşlanma korkusunun en önemli sebebi toplumdaki gençlik faşizmi ve bu faşizmin yaşlıların dünyasında estirdiği acımasız terör. Yaşlılara karşı aslı astarı olmayan önyargılarla doldurulmuş şişkin döşekler ise terörün yatağı olmuş. Bu önyargılar arasında neler yok ki: Yaşlıların seksüel ihtiyaçları yoktur, seks yapmazlar yaparlarsa bu çoluk çocukları için utanç verici bir durumdur. Flört edemezler, cinsel cazibeleri yoktur, iş hayatlarında genç yöneticilerle uyumlu çalışamazlar, yeterince enerjik değillerdir, hafızaları sağlam değildir, yeni durumlara kendilerini kolay adapte edemezler, teknolojiden anlamazlar, öğrenmekte zorluk çekerler, eski fikirleri savunurlar vesaire vesaire. Oysa son yıllarda yapılan pek çok ciddi araştırma yaşlılarla ilgili bu inanışların birer fasa fiso olduğunu ve durumun aslında tam tersi olduğunu gösterdi. Bunları haftaya detaylı olarak ele alacağım. Ama işin bu seks yönü üzerinde azıcık durayım. Yaşlıların da cinsel istekleri ve cazibesi vardır, hatta onları sadece kendi yaşıtları değil gençler de seksi bulabilirler. Cinsellik konusunda en ciddi araştırmalara imza atan bir kuruluş olan Kinsey Enstitüsü’nden Stephanie A. Sanders’e azıcık kulak verin. Diyor ki “Yaşla birlikte değişen psikoloji sekste azalmaya yol açabilir,” kabul. Ancak 50 ve 80 yaşları arasındaki yaşlıların büyük çoğunluğu hâlâ seks ve cinsel ilişki konusunda çok istekli...

Radikal bir bilim adamı Wilhelm Reich’ın kadın hastalarına salık verdiği gibi seks en iyi terapi yöntemidir. Asabi şekilde sağa sola saldıranlara ben de aynı tavsiyede bulunuyorum ve diyorum ki hey! durun bakalım, kendinize bir iyilik yapın, seks yapın. Seks en iyi sakinleşme yöntemidir, sakin olun.
19.07.2009 - Taraf Gazetesi

Geçen hafta Sybil’le birlikte Ateş Adası’na (Fire Island) gittik. Hatta o hafta başka bir yere daha gittim ama onu söylemem. Galiba bu aralar çok geziyorum... Aman ne yapayım, şehirde aynı sokaklardaki buzağı gibi dönüp durmaktan bunalıyorum... Zaten geziyorum diyorum da sanki nereye gidiyorum, şehrin sadece biraz dışına çıkıyorum, o kadar. Aman sakın ha, bana bakıp da çok para harcadığımı, çok lüks yerlere gittiğimi, bir elimin yağda bir elimin balda olduğunu düşünmeyin. Şunu söyleyeyim, bu şehirde az para harcayarak da gezmenin tozmanın eğlenmenin yolları var. Bilirsiniz, benim bazı köşe yazarları gibi hava atma derdim yok, o nedenle size masraflarımı açıkça söyleyeyim: Sabah erkenden Manhattan’daki Penn Station’dan kalkan ve Long Island’a giden trene bindim, gidiş-dönüş 19,5 dolar. Yolculuk 90 dakika sürdü. Sayville istasyonunda inip minibüse bindim, gidiş-dönüş 10 dolar. 6 dakikalık bir yolculuktan sonra minibüsten indim, buradan Ateş Adası’na gitmek üzere Pines Ferry’ye [vapuruna] bindim, gidiş-dönüş 14 dolar. Yarım saat sonra adaya vardığımızda oradaki bakkaldan aldığım hindi salamlı sandviç, 7 dolar. Bir de büyük su aldım, 2 dolar. Bir kaç meyve aldım, 4 dolar. Evden, bir plastik kap dolusu kuruyemiş ile vişneden daha küçük mor bir meyve olan blueberry getirmiştim, ikisinin ederi 7 dolar. Akşam 9 gibi adadan ayrılırken iskelenin oradaki barda bir bardak karışık meyve suyu içtim, 7 dolar. Dondurma yedim, 4 dolar. Toplam harcadığım para 74,5 dolar. Bunun 43,5 doları yola gitti... Umarım hesabı doğru yapmışımdır!

Bu gezi bana çok iyi geldi, çok yoğun ve güzel geçti bir, sanki iki haftalık uzun bir tatil yapmış gibi oldum iki, bir kaç yaş gençleştim üç, günümü planlı ve verimli kullandığım için kendimi çok iyi hissettim dört...

Peki, Ateş Adası’nda denize girebildim mi? Yokkk... Bu East Cost’un [sahillerinin] suyu buz gibi oluyor, o nedenle ben çimmemeyi tercih ettim. Watch Hill plajında kremlenip sere serpe güneşte uzandım. Plajdaki bazı erkekler ve kadınlar ise çırılçıplak uzanmıştı, benimse üzerimde Amerikan erkeklerinin giydiği türden diz kapağına kadar uzanan geleneksel ve sıkıcı bir mayo vardı. Bizim burada Avrupa kıtasındakiler gibi erkeğin orasını burasını gösteren speedo cinsinden mayolar giyilmiyor, hatırlatayım. Ben de birara mayomu çıkarmayı aklımdan geçirdim ama nerde bende o yürek...

Bu ada ilginç bir yer, çoğu bölge bataklık, o nedenle tek ya da iki katlı olan yazlık evler, kazıkların üzerine inşa edilmiş. Hatta evlerin önünden geçen yollar (yol dediysem aslında bir çeşit tahtayla kaplanmış dar kaldırım) bile kazıkların üzerine kurulmuş. Bu durum adaya kendine özgü şiirsi bir hava veriyor.

Bir zamanlar Marmara Denizi’ndeki Burgazada’da yaşadığım için küçük ada yaşamına alışığım. Ancak bu adada yaz kış yaşayabilir miyim, yok, ıhhh... Peki neden? Anlatayım: Anlamadığım bir şey var: adadaki evlerin bahçeleri uzun tahta çitler ya da bambularla çevrili, dolayısıyla birbirinden fazlasıyla izole edilmişler. Adanın pek çok yeri maki bitki örtüsü gibi çalıyı andıran kısa ağaçlarla kaplı. Ancak evlerin olduğu yerler ağaç ya da kamışlıklarla kaplı, gökyüzünü görmek zor. Bu da adadaki yerleşim bölgesine karanlık bir hava veriyor. Biraz klostrofobik geldi bana, nefesim daraldı.

Ateş adasını bir zamanlar tekneleriyle balina yakalamaya çalışan balina avcıları mesken tutmuştu. Şimdi ise geyikler... Adada bayağı bir geyik nüfusu var, hatta bu geyikler insanlara rahatlıkla yaklaşıp koklamaya çalışıyorlarmış, çünkü insan korkusu yokmuş hayvancıkların. Hiç istiflerini bozmadan rahatlıkla plajda, mahalle aralarında, iskelede, yol üstlerinde gezinip duruyorlarmış. Hindistan’da inekler burada geyikler... Nedense bana bir tek geyik bile denk gelmedi. Belki de ada o gün aşırı kalabalıktı, geyikçikler milletin sesinden gürültüsünden kaçıp, kuytu bir yerlerde kafa dinliyorlardı... Bana gele gele bizim Chris denk geldi. O da iki arkadaşıyla oradaydı. Sadece Chris değil, daha bir sürü tanıdık gördüm... Neyse geyiklere döneyim. Geyikler bu adanın sembolü olmuş. Ancak nüfusları çok artınca önlem alma gereği duyulmuş ve yetkililer kapsamlı bir nüfus planlamasına gitmişler. Bu küçük adanın doğal kaynakları sınırlı olduğu için geyik de olsa fazla nüfusu kaldırmıyor. Plan gereği dişi geyiklere doğum kontrol iğneleri yapılıyormuş. İyi aman böylece geyikçikler hamile kalma korkusu olmadan cinsel ilişkiye girebiliyorlardır artık.

Ziyaretçilerin buradaki geyikleri beslemeye kalkması, kızdırması ya da dokunması ise yasak. Bu yasağı delen olursa doğal hayatı taciz etmekle suçlanıyor ve cezalandırılıyorlar.
Bir de bizim Burgazada’nın hali geldi aklıma. Ne zaman mimozalar açsa, İstanbul’dan gelen kibar görünümlü ziyaretçiler dönüşte o güzelim mimoza ağaçlarının keskin kokulu sarı çiçekli dallarını yolar yolar evlerine götürürlerdi. Ertesi gün koklamak için... Ben de şu geyiklerden bir tane yakalayıp eve götürmeye kalksam, ertesi gün de geyik görmek için...