15.11.2009- Taraf Gazetesi



Geçen pazar sabahı gözlerimi açtığımda yine çok halsizdim, hastalığın etkisini daha atamamıştım. Bu yüzden yorganın altından hiç çıkmak istemedim. Eğilip laptopumu yatağın dibinden çektim ve internette gezinmeye başladım. Bir web sitesinde, Taraf’ın geçmiş günlerdeki 1. sayfalarının resimlerine rastladım.Taraf, 5 kasımda, Claude Lévi-Strauss’un ölümünü birinci sayfadan görmüştü. Gazetemin bu tavrı beni çok sevindirdi. Çünkü bu kültür antropologu (belki de düşünür demeliyim) sadece Batılı sosyal bilimcileri değil beni de çok etkilemişti. Ömrünü başka toplumları incelemeye adamış olanStrauss, Avrupa toplumlarının, kendilerine bayrak edindikleri “ilerleme” kavramından hiç hoşlanmamıştı. Ona göre bu kavram, onların bütün dünyayı kendilerine göre kategorize etme çabasından başka bir şey değildi. Bu kategori nedeniyledir ki Avrupalılar kendilerini “gelişmiş” ve “medeni” olarak görürken , örneğin Afrika’daki bir kabileyi gelişmemiş ilkeller olarak görür ve küçümserlerdi. Strauss’a göre bu tür bir kendi merkezinden bakma yaklaşımı, başkalarını anlamayı zorlaştırıyordu. Oysa başkalarını anlamanın en iyi yolu onları kendi koşulları içinde değerlendirmekti. Bu nedenle Strauss her zaman Fransa dışındaydı. “İlkel” toplumlara doğru yolculuğa çıkıyor, incelediği o toplumlarla birlikte yaşıyordu. 

Neyse, şimdilik bu konu burada kalsın, meraklanmayın, geri döneceğim çünkü geç kaldım. Hemen hazırlanmam ve Semih’lere gitmek için Brooklyn Heights’a doğru yola çıkmam lazım. Manhattan’ın yüzünü okyanusa döndüğünü düşünün, sağ yanında bizim Hoboken, sol yanında ise Brooklyn Heights yer alıyor, yolum az değil yani. Çabuk ol Hıdır... 

Zili çaldığımda kapıyı Semih Fırıncıoğlu’nun eşi Jill açtı. Liseye giden kızları Leylada evdeydi, ödev yapıyordu ama hemen geldi ve geleneksel bir Elazığ kızı gibi hoşgeldin deyip halimi hatırımı sordu. Ne de olsa baba Elazığlıydı (Anne ise Kaliforniyalı). Çok sıcakkanlı ve çok zeki bir kız Leyla. Aramızda İngilizce konuşuyorduk. Semih “Türkçe konuşun yav” deyince emir evsahibinden geldiği için mecburen dinledim. Leyla Türkçeyi gayet güzel konuşuyormuş. Burada nadir görülen bir durumdur... Genellikle anne Amerikalı olunca çocuklar Türkçe öğrenemezler. Uzatmayayım, bir yarım saat sonra dışarı çıktık, Semih bana biraz mahalleyi gezdirecekti. 

Semih yaşadığı bölgeyi çok seven biri. Boroklyn Hights da sevilmeyecek bir yer değil hani. New York’un en gözde semtlerinden biri. Bu nedenle kiralar da pahalı ev fiyatları da... Üç-dört katlı brownstone denilen müstakil evler iki milyon dolardan başlıyor. Burada pek çok paralı yazar ve sanatçı da yaşıyor. Bağımsız filmlerin ünlü oyuncusu Paul Giamatti bunlardan biri. Neyse, gezimize Brooklyn-Queens Express yolu üzerinde inşa edilmiş dev bir balkonu andıran The Promenade adlı yoldan başladık. Doğu nehrine paralel uzanan bu yürüyüş yolundan, Manhattan veözgürlük heykeli harika görünüyor

Gele gele tarihî Brooklyn köprüsüne geldik. 1883’te hizmete açılan bu muhteşem köprünün yapımı sırasında pek çok işçi ölmüştü. Köprüye iç çekerek bakarken, Semih de Hasan Bülent Kahraman’ın Sabah gazetesindeki “Sert Amerika’da şefkat aramak” başlıklı yazısından kızgınlıkla söz ediyordu. 

Eve dönüşte o yazıyı ben de okudum ve neden akademisyen ve yazar kimliğine rağmen, Sayın Kahraman Amerika’yı ve New York’u anlamakta bu kadar zorlanmış diye düşündüm. Her şey açık, Avrupa’ya karşı sempati ve hayranlık duyan Türkiyeli aydınlar Amerika’ya karşı bir türlü dengesini bulamamış problemli bir bakış açısına sahipler. 

Bir dönem Batılı ülkelerin oryantalistleri Doğu’yu anlamaya çalışırken, orayı kendi önyargıları, kompleksleri ve önüne geçemedikleri egolarının süzgecinden geçirerek, çarpık biçimde anlıyorlardı. H.B. Kahraman, Enis Batur ve daha pek çok Türkiyeli entelektüel de Amerika’ya bakarken karşı taraftan ama benzeri bir tutum sergiliyorlar. Bu nedenle onların Amerika gözlemleri, yüzeysel ve önyargılı bir turist bakışının entelektüel bir dille ifadesi olmaktan öteye geçemiyor. Aslında Kahraman’ın New York ve Amerika ile ilgili değerlendirmeleri, ciddiye alınamayacak ölçüde bir atıp tutma olarak bile görülebilir. Hangi birini sayayım ki “Amerika serttir” gibi manasız ve büyük laflarını mı. Sokaktaki insanların rahat giyimine “kaba saba” derkenki küçümseyici elitist üslubunu mu...İşte bütün bunlar gelip gelip Claude Lévi-Straus’un çözümlemeye çalıştığı başkalarına bakma sorununa dayanıyor. Başkalarını anlayabilmek soyut bir göç macerasıyla mümkün: kendi bedeninizden, kendi ülkenizden, kendi ruhunuzdan ve kendi inançlarınızdan bir süreliğine göçüp, başkasının bedenine yerleşmek, o başkasını hissetmek ve o başkası olabilmekle mümkün. Yani empati kurmakla mümkün. Ancak Türkiyeli entelektüellerin çok azı bunu başarıyor. Bu nedenle nasıl hükümetlerin bütçe açığı varsa, entelektüellerin de bir empati açığı var.

edit post

Comments

0 Response to 'Entelektüellerin empati açığı'