showtvnet.com

Bundan yaklaşık 400 yıl önce ünlü gemi Myflower İngiltere’nin Southhampton Limanindan yola çıkarak Amerika’nın Kuzey Doğusunda yer alan Plymouth’a vardı. Gemidekilere Pilgrims deniyordu ve bu insanlar mezhepleri nedeniyle İngiliz kilisesinin ve İngiliz devletinin baskısından kaçıp gelmişlerdi.

Bu baskıyı hiç küçümsemeyin, öyle bir baskı ki bu zavallı insanlar, yaşadıkları yerden çekip gitmeye ve hiç bilmedikleri topraklara doğru yelken açmaya zorlanmışlardı. Gidecekleri yerde daha neyle karşılaşacaklarını dahi bilmiyorlardı; son derece riskli, ölümüne bir yolculuktu onlarınki. Nitekim yeni kıtaya (Amerika) vardıklarında içlerinden 50 kişi, verem, zattürre ve diğer hastalıklar nedeniyle hayatlarını kaybettiler.

Geriye kalan 50 kişinin çocukları çoğaldı, sonradan gelenlere eklendi ve bu insanlar, ileride günümüz Amerikasının temellerini atttılar.

AMERİKAN LAİKLİĞİNİN İNŞASI
Myflover gemisiyle ülkeye ayak basan ilk göçmenlerin yaşam tecrübeleri unutulmadı; kıtaya gelen ve burada kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışan herkes, bu tecrubeden etkilendi. Nitekim bu etkileşim nedeniyle, bugün Amerika, dünyada din ve mezhep özgürlüğünün en ileri olduğu bir kaç ülkeden biridir. Dinleri nedeniyle baskı gören insanların torunları, kendilerinden olmayLana aynı baskıyı uygulamak istememişlerdi. Dolayısıyla siyasal sistemlerini de buna göre inşa ettiler. İşte bu sistem, Amerika’nın aynı zamanda dünyanın en büyük dini çesitliliğini barındıran ülke olmasına da yol açtı. 21 yüzyılın Amerika’sında çoğunluk sırasına göre, Hristiyanlik (hemen ardından laik inançsızlar geliyor), Musevilik, Müslümanlık, Budizm, Agnostism Atheism, Hinduism, Unitarian Universalist, Paganism, Spritualistism, Kizilderili dini, Bahailik, New Age, Sikhism, Scientology, Humanism, Deist, Taoism, Eckankar gibi onlarca din, inanış ve mezhep yer alıyor.

Peki nasıl oldu da ülkede çoğunlukta olan Protestan Hıristiyanların, azınlıktaki mezhep ve dinlerin üyelerine baskı uygulamalarının önü alındı. Elbette yasa yaparak, Bu yasalar aracılığıyla bireylerin dini hakları güvence altına alındı.

DİNDEN UZAK DURAN LİDERLER
Peki bu noktaya nasıl geldirler? Amerikan devletini kuranlar, din ve devlet arasina her zaman sınırları çok belli bir mesafe koymayı başardılar. Hatta bu mesafeyi sadece yasaların şeklinde değil, bu yasaları hazırlayanların gündelik hayatında da görebilirsiniz. Örneğin Amerika’nın Atatürk’ü olan George Washington’un yazdığı onca mektupta ve konuşmada hiç bir zaman Hz. İsa’nın adını andığı görülmemiştir. Hatta söz ilahiyatla ilgili bir kavram kullanmak gerektiginde “O “, “şu”, “bu” gibi işaret zamirleri kullandı, Hıristiyan olduğu halde bir devlet adamı olarak bu dinin rituellerini yerine getirmekten mümkün mertebe sakınmıştır.

Amerikan liderlerin dinle olan bu mesafeleri yasal zeminde de kendini gösterdi. 1796 imzalanan Tripoli anlaşmasında Başkan John Adam şöyle demişti, “Amerikan devleti hiç bir şekilde Hıristiyanlık üzerine kurulmamıştır”.

Buna şaşırmamak da gerekir, çünkü 1776 da deklare edilen Amerikan Bağımsızlık bildirgesinde de din adına tek bir sözcük yoktur. O zamanki bu tutum, Amerika’nın, Avrupa’dan tümüyle farklı bir yol izlediği anlamına geliyordu. Düşünün bir; aynı yıllarda, İngiltere kralı olan 3. George, kilisenin başı olarak anılıyordu. Osmanlı padişahı I. Abdulhamit ise müslümanların halifesiydi.

Amerikan’ın ilk anayasasında her şey daha da netlik kazandı. İlk madde de aynen şöyle söylenir, “Kongre (Meclis) dinin yerleştirilmesiyle ilgili ya da dinin özgürce yasanmasıyla ilgili herhangi bir yasa yapamaz”. Olağanüstu keskin bir zekayla yazılmış olan bu kısa madde, açıkça, din ve devlet işlerini birbirinden ayırıyordu. Bunu yaparken bireylere din özgürlüğünü veriyor ve bu özgürlüğü garanti altına alıyordu. Bununla da kalmıyor Devleti din devleti haline getirmeye çalışacakların da ayağını da baştan kesiyordu..
Bu madde Amerikan laikliğinin de temeli oldu.

YA İNANÇSIZLARIN HAKLARI?
Ancak yılar geçtikçe bu muhtesem anayasa maddesinde bir boşluk olduğu ortaya çıktı. Devlet, dini bütünlerin özgürlüğüne bir şekilde dirsek veriyor ve garanti altına alıyordu, ya dinsizler, ya onların hakları. Öyle ya 2004 rakkamlarına göre Amerika’da yaklaşık 39 milyon inançsız laik insan var (Bu gruba ateistler, agnostikler dahil değil). İşte bu nedenle şimdi ülkede bir hareket başladı, Laik Koalisyon (Secular Coalition for America) adlı bu harekette yeralanlar, bu durumu tamir etmeye çalışıyorlar. Grup, başkent Washington’daki ofisi aracılığıyla kulis faaliyetleri yürütüyor ve anayasada inançsızların da tanınmasını ve haklarının garanti altına alınmasını istiyor, çünkü bu kesime karşı özellikle devlet kurumlarında baskılar olabiliyor. Mesela, en son Irak’da görev yapan Jeremy Hall, ateist oldugu için rütbeli ordu mensuplarınca psikolojik taciz gördüğü gerekcesiyle orduyu dava etmişti.

Peki din ve devlet arasındaki bu ilişki Amerika’da böyle de Turkiye’de nasıl? Türkiye’de tabi ki durum çok ama çok korkunç. Bu konuda devletin bizzat kendisi çok temel yanlışlar yapıyor. Ben bu yanlışlara günah diyecegim ama siz onları suç anlayın lütfen..

GÜNAH BİR: LAİKLİK İLKESİ VE ANAYASA’NIN İHLALİ
Şu an yürürlükte olan anayasının ikinci maddesinde Türkiye Cumhuriyetinin nitelikleri tarif edilirken, laiklik de bu nitelikler arasında sayılıyor. Peki devlet gerçekten laik bir devlet gibi mi davranıyor. Hayır. Türkiye’de devlet Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıla din işlerine karışıyor ve dini hayatı düzenliyor. Oysa laiklik devlet ve din işlerinin birbirinden ayrı tutulmasi demek. Bu da demek oluyor ki Diyanet’in varlığı Anayasa’ya aykırı. O halde devletin kendisi anayasaya aykırı davranıyor.

GÜNAH İKİ: MEZHEP AYRIMCILIĞI
Devlet, Diyanet aracılığıyla ülkedeki Sünni Müslümanlara önemli miktarlarda paralar akıtıyor (2007 bütçesi 1 milyar 638 milyon 383 bin YTL yanı Ulaştırma Bakanlığının 2 katı). Yani onlara bir şekilde finansal sponsorluk yapıyor: camiler kuruyor, arazi tashis ediyor, imamların maaşını ödüyor vesaire. Bunu yaparken Anayasa’nın eşitlik ilkesi ihlal edilmiş oluyor. Madem ülkede yaşayan herkes eşit, neden bu ülkede yaşayan ve TC vatandaşı olan milyonlarca Alevi ile nüfusu nispeten az olan Hıristiyanlar ve Museviler bu konuda görmezden geliniyor.

GÜNAH ÜÇ: RESMİ HIRSIZLIK
Devlet, vergi toplarken mezhep ve din ayrımı gözetmiyor. Devletin hazinesinde toplanan vergi paralarının bir kısmı Diyanet bütçesi olarak ayrılıyor ve bu bütçe sadece sunni müslümanların ibadet masrafları için harcanıyor. Bu durumda bu bütçeden yararlanamayan Alevi, Hıristiyan ve Musevilerin hakkı yenmiş, paraları gasp edilmiş olmuyor mu. Bu noktada lafı ne uzatmaya ne de kıvırmaya hiç gerek yok, devlet çok açık biçimde hırsızlık yapıyor, Alevinin parasını Sünniye veriyor.

DİNSİZ REJİM
Şimdi, ne yapmalı? Önce ne yapıldığına bakalım. AKP iktidarı Alevi dedelerine maaş bağlanmasını tartışıyor. Oy kaygısıyla da olsa AKP’nin alevileri resmi olarak tanıma girişimi kesinlike olumlu ve guzel. Ancak bu konuda hala hazımsız oldukları da gözden kaçmıyor. Çünkü Alevilere Diyanet aracılığıyla değil, Kültür bakanlığı bütçesinden maaş verilmesi konuşuluyor. Yani Alevilik sunilik gibi bir mezhep olarak değil, kültürel bir olgu olarak algılanıyor hala.

Peki bütün bunlara rağmen Alevi dedelerine maaş verilmesi doğru mu, bu durum ülkedeki sorunu çözer mi, hayır doğru değil... Eger Diyanetin bütçesi Sünnilerle birlikte Aleviler, Hıristiyanlar, Yahudi ve inançsızlar arasında nüfusları oranında paylaştırılırsa diyeceğim bir şey olmaz ve belki sesimi keserim. Çünkü en azından her dini gruba eşit davranılmış olacak…

DİYANETİ KALDIRMAK
Ancak en doğrusu nedir diye soracak olursanız şunu öneririm: En yakın köşe başında Diyanet İşleri’ni devletin dolmuşundan aşağı itmek ve ruhunun havaya uçuşunu izlemek. Bir daha da devleti din işlerine karıştırmamak. Çünkü devlet bir organizasyondur ve bu organizasyonun dini olamaz. Eğer devletin dini olursa bizde olduğu gibi toplumdaki çesitliliği kucaklayamaz, aradaki mesafeyi kaybeder ve bazı vatandaşlarına haksızlık yapmaya başlar. Dinsiz bir rejimde ise isteyen istedigi kadar Cami yapsın, hatta Amerika’da da yapsınlar, Rusya’da da, yeter ki benim vergimden çalıp yapmasınlar.

SÜNNİ MÜSLÜMANLAR İÇİN AHLAK SINAVI:
Şimdi devleti geçip halka yönelmek ve bu konuda kimin payına ne yapmak düşüyor, söylemek istiyorum.

Önce bu ülkede haktan hukuktan yana olan sunni müslümanlara sesleniyorum: Nasıl olsa işler böyle yürüyor diyerek devletin kaşığindan hak yemeye devam mı edeceksiniz. Bu konuda sorumluluğu birazcık da kendi üzerinize atmak ve bu duruma bir son vermek istemez misiniz. İleride çocuklarınıza ve torunlarınıza gururla, “İşime gelmediği halde, sırf İslami prensiplerim nedeniyle bu haksızlığa ilk karşı çıkan sunnilerden biri de bendim” demek istemez misiniz.

Sayım Çınar artık klasikleşen Sayım'ın Kitap Bavulu programının yeni sezon ikinci bölümünde Taraf Gazetesi New york yazarı Hıdır Geviş’i ağırlıyor. Hıdır Geviş’le hem kitap dünyasını hem de medyamızı konuştuk.

roportaj linki
25.01.2009- Taraf Gazetesi

Geçen haftaki yazımda Türkiye’deki tatilim süresince yaptığım gözlemlere yer vermiştim. Bu yazı nedeniyle alışık olmadığım kadar çok okur mektubu aldım. Bazıları çok sevmiş, bazıları sinir olmuş. Sinir olan okurlarımı çok iyi anlayabiliyorum; bir başka insandan kendinizle ilgili negatif değerlendirmeler işitmek, kolay hazmedilir bir şey değildir. Ancak hepimiz önce şunu bilmeliyiz: bugüne kadar hayatındaki sorunlar nedeniyle, devleti, hükümeti, orduyu, polisi, şirketleri, patronları, Amerika’yı suçlayanlar bu listeye bir de kendilerini eklemeli. Benim o gözlemlerimden çıkardığım sonuç şuydu. Halkı oluşturan pek çok birey aslında eleştirdikleri ve suçladıkları kurumlara benziyorlar: kuralları ihlal ediyor, hak yiyor, kötü davranıyor, yalan söylüyor, rüşvet veriyor, üzüyor, fiziki şiddete başvuruyor…

Eğer hayatımızı tedavi etmek istiyorsak, yaptıklarımızı ne olursa olsun kabullenmek zorundayız. İnkârın olduğu yerde hiç bir şeyi değiştiremez, hiç bir ilerleme sağlayamaz ve hiç bir şeyi de sağaltamayız.

Bu girişi fazla uzatmadan gözlemlerimin ikinci kısmına geçmek istiyorum:

Müslüman dünyasında çifte standart


İsrail’in Gazze halkına yönelik zulmü
bütün dünyada İsrail aleyhtarı bir hava yarattı. Milyonlarca insan İsrail’i protesto etmek için sokaklara döküldü. En büyük kitlesel tepki ise İslam coğrafyasından geldi. Türkiye de tepki veren ülkelerden biri oldu. İstanbul’da sokağa adımınızı attığınız andan itibaren bu tepkinin farkına varıyorsunuz. Her yerde İsrail’i kınayan pankartlar ya Filistinlilere yardım organizasyonlarının pankartları var. Bu çok anlamlı ve güzel.

Ancak gönül ister ki Ortadoğu halkı, aynı tepkiyi kendi ülkelerinde ve komşu ülkelerdeki insan hakları ihlalleri konusunda da verebilsin... Çünkü ister istemez akla şu soru takılıyor: Ortaya konulan bu kitlesel tepkiler, insan hakları prensiplerinden hareket edilerek gerçekleştirilmiş protesto gösterileri mi yoksa Musevi düşmanlığından beslenmiş sabun köpüğü bir kabarma mı? Demek istediğim şu; sadece bir Musevi bir Müslümana zulüm ettiğinde değil, bir Müslüman bir Müslümana zulüm ettiğinde de aynı tonda gürleyebiliyor muyuz? Öyle zannediyorum ki Müslümanın Müslümana ettiği zulüm konusunda Ortadoğu halkı çok sessiz kalıyor. Oysa Ortadoğu’nun karanlık ve acı suyunun altına biraz daldığınız vakit görüyorsunuz ki orada İsrail’in zulmünden daha şiddetli bir zulüm var: bu, Müslümanın Müslümana ettiği zulüm... Örnek mi istiyorsunuz. İşte örnekler:

IRAK’IN HALEPÇE KATLİAMI: Saddam Hüseyin
1988 yılında Kürtler üzerine kimyasal bomba attığında, ne Kuzey Afrika ülkelerinde, ne Ortadoğu ülkelerinde, ne de Türkiye’de Irak’ı protesto etmek için kitlesel halk gösterileri yapıldı. Üstelik Saddam kendinden beklendiği üzere çok canice davranmış, attığı kimyasal bombalarla çoluk çocuk dahil beş bine yakın insanı öldürmüş, on bine yakın insanın da yaralanmasına ve sakat kalmasına sebep olmuştu.

Bütün bunlara rağmen Müslüman dünyasında Saddam’a karşı her zaman büyük bir sempati beslendi, kimse onun kendi öz halkına yaptığı zulümleri görmek ve hatırlamak istemedi. Bu Ortadoğu kabadayısının Müslümanlık değerlerini kullanarak Amerika ve İsrail’e karşı çıkması, Onun bütün kötülüklerinin üzerini örtmeye yetmişti.

SURİYE’DEKİ VATANSIZ KÜRTLER:
Suriye, bir Cumhuriyet rejimi olarak anılıyor. Ancak nasıl bir Cumhuriyetse baba Hafız Esad 1970 yılından 2000 yılına kadar, yani ölene kadar tam 30 yıl boyunca ülkeyi yönetti. Odur budur da oğlu Başer Esad direksiyonun başında.

Bu diktatörlük, insan hakları ihlalleri konusunda nam salmış. Bu namdan biraz söz edeyim: Bugün Suriye’de yaşayan tam 300 bin Kürdün vatandaşlık statüsü yok, yani bu insanların bir nüfus cüzdanı yok, vatansız sayılıyorlar, dolayısıyla maaşlı bir işte çalışamıyorlar, hiç bir sosyal hakka sahip değiller. Oysa o Kürtler binlerce yıldır orada yaşıyorlar. Ne ilginçtir ki aynı Suriye siyasal sığınmacı olarak kendi ülkesine gelen Filistinlilere her türlü hakkı tanıyor. Elbette tanımalı ve yardıma ihtiyaç duyana kucak açmalı ancak bu çok çirkin bir çifte standart değil mi sizce.

GÖZALTINDA YAŞAYAN SUUDI ARABİSTAN HALKI:
Suudi Arabistan, İnsan Hakları ihlalleri konusunda bir başka nam salmış ülke. Öyle ki, halk, bunaltıcı devlet politikalarından dolayı adeta gözaltında yaşıyor gibi.

Kadınlara, dinî azınlıklara (İsmailî ve Şiiler) ve yabancılara karşı inanılmaz bir ayrımcılık var. Konuşma, gösteri ve örgütlenme hakları neredeyse yok. Hâlâ idam cezası uygulanıyor, üstelik kılıçla kelle kesiyorlar, 2007 yılında 156 kişi kellesinden oldu. Büyü yapmanın cezası idam, dinden dönmenin de... Bir kadının çalışması, seyahat etmesi, evlenmesi ve sağlık sigortası edinmesi için babasından kocasından ya da oğlundan izin alması gerekiyor.

Yabancı isçilere köle muamelesi yapılmak isteniyor ve ciddi zorluklar çıkarılıyor. Örneğin Dr. Abd al-Halim Yusif 2006’da çalıştığı Suudi hastanesinden istifa edip bir başka Suudi hastanesine geçiyor. Ancak eski işyeri buna karşı çıkınca,Dr. Yusif yeni işine başlayamıyor dolayısıyla işsiz kalıyor, bu süreçte yasal oturum izni de iptal ediliyor ve ülkeyi terk etmek zorunda kalıyor.

Gazetecilik ve yağcılık


Türkiye’de bulunduğum günlerde en sevdiğim şey daha önce sadece internetten okuyabildiğim gazetelerin kâğıt baskısını elime almaktı. Hele Taraf’ı bayiden satın alıp okuduğumda verdiği keyfi tarif edemem. Elbette sadece Taraf okumadım, Milliyet gibi pek çok diğer gazeteyi de dikkatle okudum. Ancak daha ilk günden Milliyet’te okuduğum bir Güneri Cıvaoğlu röportajı tüylerimi diken diken etti. Eğer ileride bir gün, bir gazetecilik okulu, müfredatına Case Study dersi koymayı akıl ederse, bu röportajın yapılış öyküsü de ilginç bir case study olabilir. Böylece öğrenciler gazetecilikte yağcılık realitesini çok daha iyi anlar.

Önce yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için yağcılık ve övgü arasındaki ayrımı ortaya koymak isterim. Övgü gerçekler üzerinden hareketle söylenen hoş sözlerdir, yağcılık ise hayalî gerçekler üzerine söylenen hoş sözlerdir. Birinde doğruya vurgu yapılır, ötekinde ise asılsız bir iddia veya sıfata.

Yağcılığa en müsait mesleklerden biri ise gazeteciliktir. Nedeni açık: Medya Türkiye’deki diğer sektörlerle kıyaslandığında çok dar bir sektör. Bu nedenle hem çalışanlar hem de işletmeler bazında çok yorucu bir rekabet hâkim. İşte bu rekabet kuyusu içinde, bazı “büyük” gazeteciler, tutunmak, üstte kalmak ve ismini daha da büyütmek adına ülkeyi yöneten ve yönlendiren elitlerle sürekli bir al gülüm ver gülüm konsensüsü içindeler.

Güneri Cıvaoğlu’nun Abdullah Gül ve eşi Hayrünnisa Hanım ile gerçekleştirdiği röportaj da bu konsensüsün bir göstergesi. Cıvaoğlu Hayrünnisa Hanım’a soruyor: “George Clooney ile Abdullah Gül arasındaki benzerlik konusunda ne düşünüyorsunuz?” Hoppala; Gül ve Clooney arasında benzerlik varmış demek ki... Gördüğünüz gibi bu soru, doğru olmayan bir iddiadan hareketle soruluyor, halbuki Gül ve Clooney arasında her ikisinin de saçlarının ağarmış olması dışında hiç bir fiziki benzerlik yok. Sayın Cumhurbaşkanımız beni yanlış anlamasın ve kırılmasın, kendilerine saygım var ama bütün bunlar beni kral çıplak demekten de alıkoyamaz. George Clooney yakışıklı ve çekici bir erkek, Abdullah Gül ise değil.

Güneri Cıvaoğlu’nun karşısındaki iki ismi cilalamaya yönelik tavrı röportaj boyunca sürüp gidiyor. Peki, bu röportajda Sayın Gül, yakışıklı olmakla payelendirilirken, röportajı yapan Güneri Cıvaoğlu’nun payına ne düşüyor? Onun bu röportajdaki rantı da şu: devletin en tepe noktasında bir isimle yan yana gelmiş olmanın verdiği prestij, önemlilik duygusu ve bir sonraki röportajlar için ünlülerden davetiye alma garantisi. Öyle ya hangi ünlü bu röportajı okuduktan sonra, Cıvaoğlu ile yeni bir al gülüm ver gülüm röportajı yapmak istemez.

Kadın röportajcılar dürüst, erkekler sinsi ve hesapçı


Güneri Cıvaoğlu bu konuda tek değil, ağır abi olarak bilinen pek çok erkek gazeteci, zaman zaman köşelerinden çıkıp, özellikle siyasilerle röportajlar yapıyorlar ve üç aşağı beş yukarı Cıvaoğlu ile benzeri tonda işler çıkarıyorlar. Buradan da şu sonuç çıkıyor: erkek gazeteciler (Sevgili Ecevit Kılıç’ı ayrı tutuyorum) röportaj yapamıyor, iyisi mi bu işi tümden kadınlara bıraksınlar. Çünkü kadınlar, röportajcılığın hakkını veriyor. Bunu anlamak için Neşe Düzel, Mine Şenocaklı, Sanem Altan, Nuriye Akman, Nagehan Alçı, Ayşe Arman, Ayça Örer gibi gazetecilerin tek bir işine bakmak yeterli.

Peki, kadın gazeteciler röportaj konusunda neden daha iyi? Bunun iki nedeni var; kadın gazeteciler röportaj yaptıkları kişiye karşı daha dürüstler, dolayısıyla daha açık sözlü sorular soruyorlar. Bu açıklık röportaj yapılanı da açıyor ve ortaya daha ilginç ve lezzetli konuşmalar çıkıyor. Ancak erkekler hesapçı, içe kapanık ve sinsiler, bu nedenle karşı tarafı açmak yerine onlarla uyum içinde olmayı tercih ediyor. Bu tavır, röportaj yapılanı daha resmî ve sıkıcı konuşmaya itiyor. Arkadaşım Sayım’a İstanbul’la ilgili pozitif ve keyifli bir yazı yazma sözü vermiştim. Hatta Sayım bunun için bir gün beni zorla evden çıkardı, önce Beyoğlu Tünel’deki Lokal adlı güzel bir mekâna gittik, sonra daha başka mekânlara, ancak ben, şekilde de gördüğünüz gibi yine keyifli bir İstanbul yazısı yazamadım, ne yapayım…
18.01.2009- Taraf Gazetesi

Bir suredir Türkiye’deyim. Bu ziyaretim biraz gecikmeli gerçekleşti. Dolayısıyla Türkiye’ye ilişkin unuttuğum pek çok detayı tekrar hatırladım. Sonra bu detayları sizlerle paylaşmaya karar verdim. Sekiz yıldır Amerika’da yaşayan birinin Türkiye ile ilgili gözlemleri, sizin için ilginç olabilir diye düşündüm. Bu arada bir noktayı özellikle vurgulamak istiyorum. Bu ülkede insanlar, bir başkasına saygı duyma konusunda ciddi biçimde zorluk çekiyor. Oysa saygı, ilişkilerin daha güzel ve daha kolay yürümesini sağlayan en temel faktör. Bu konuda herkesin, “ben başkasına ne kadar saygılıyım” diye düşünüp, kendini sorguya çekmesinde fayda var. Her neyse, şimdi gözlemlerime geçeyim:

HIRSIZLIK .
Daha İstanbul’a ayak basar basmaz soyuldum. Oysa sekiz yıllık Amerikan maceramda bir kez bile bir şeyim çalınmadı. Kimse evime girmedi mesela. Üstelik ben çoğu zaman evin kapısını kilitlemeyi unuturum. Sokakları İstanbul kadar kalabalık olan Manhattan’da yürürken cüzdanımı yürüten de çıkmadı, zaten hiç bir zaman cüzdanımı kollama gereği duymadım. Şimdi ise tam bir paranoyak oldum: Türkiye’de genellikle evde vakit geçiriyor, pek sokağa çıkmıyorum, ancak ne zaman çıksam elimi cebime sokuyor, cüzdanımı sıkı sıkı tutuyorum.

KUYRUK İHLALİ .
Her bakkala gittiğimde istismara uğruyorum. Parayı tam kasiyere vermek üzereyken önüme biri giriyor ve bu biri, sanki ben orada yokmuşum, görünmez bir adammışım gibi parasını benden önce uzatıyor, malını alıyor ve aldırış etmeden çekip gidiyor. İşin ilginç yanı, bakkal gözünün önünde cereyan eden bu haksızlığı önlemek konusunda hiç bir teşebbüste bulunmuyor, benden onun adına özür de dilemiyor. Zaten “özür dilerim” lafını buraya geldiğimden beri hiç işitmedim. Eğer insanlar bu lafı telaffuz etme konusunda bu kadar zorlanıyorsa, bu, o insanların, suçlarını kabullenme konusunda çok zorlandıkları anlamına gelir. Bu nedenle, Türkiye’de insanlar, kendileriyle ilgili her sorundan başkalarını mesul görüyor ve o başkalarını suçluyor, kimsenin kendini suçladığı yok.

EROTİK KUYRUKLAR .
İster havalimanında, ister bankada olsun, ne zaman bir yerde bir kuyruk olsa, herkes birbirine yapışarak kuyruğa geçiyor. Önündekiyle arasında mesafe bırakmak kimsenin aklına gelmiyor. Daha ilk kuyruğa girme tecrübemde benim aklıma geldi ama arkamdaki öyle çok yapıştı ki ilerleyip ben de önümdekine yapışmak zorunda kaldım. Yana çekileyim dedim, sıramı kaptırdım.

KÖTÜ MUAMELE .
Kadınlar alışveriş yaparken çalışanlara çok kaba saba davranıyorlar. Kesinlikle azarlar gibi ve emir verir gibi konuşuyorlar. Demek ki yeri geldiğinde kocalarının kötü muamelesinden dem vuran, onların yeterince romantik olmadığından, ince davranmadığından şikâyet eden kadınlar, fırsat bulduklarında başkalarına kötü muamele etmekten geri kalmıyor.

KÖLE MUAMELESİ .
Bazı ofislerde ilginç manzaralara tanık oldum: Müdürler çalışan görevlileri azarlıyor. Yani müdürler müdür gibi değil, çocuklarına bağıran asabi bir aile babası gibi davranıyorlar. Özellikle erkek yöneticiler, çalışanları, rahatlıkla örseleyecekleri küçük çocuklar gibi algılama alışkanlığını terk etmeli. Çünkü bu ilişki türü aslında bir köle ve kâhya ilişkisini andırıyor. Hatta Çalışma Bakanlığı, işyerlerinde kötü ve saygısız muameleyi engellemek konusunda yasal bir takım düzenlemeler yapmalı.

TRAFİK .
Sürücülerin yayalara karşı bu kadar saygısız olduğunu görmek çok üzücü. Sürücüler her nedense yayalara karşı kendilerini üstün görüyor ve bu üstün görme nedeniyle her konuda kendilerini yayalardan daha öncelikli sayıyorlar. Sürücülerin çoğu cinayete teşebbüs eder gibi araba kullanıyor, herkes her an birini ezebilir. Özellikle ara sokaklarda çok hızlı araba kullanılıyor, kavşaklarda durup bekleme ve etrafı kollama alışkanlığı yok, karşıdan karşıya geçenler umursanmadan, çok hızlı dönüşler yapılıyor. Örneğin kavşaklarda ciddi ezilme tehlikeleri atlattım, hâlâ sağ kaldığıma şaşıyorum. İstanbul’da daracık sokaklar bile çift yönlü trafiğe açık. Oysa özellikle ara sokaklarda tek yön uygulamasına gidilmesi yayaların can güvenliğinin sağlanması açısından çok önemli.

HÜRRİYET’İN YEMEĞİNİ NASIL KAÇIRDIM .
Amerika’ya taşınmadan önce burada gazetecilik yapıyordum. Bizim medya sektörü çok istikrasız olduğu için sürekli iş değiştirmek zorunda kalırsınız. Dolayısıyla ben neredeyse her grupta çalıştım. Bütün bu gruplar arasında Hürriyet’in benim için ayrı bir yeri var; nedeni de yemekleri; çünkü çok lezzetli. İşte bu sebeple sevgili dostlarım Cengiz Semercioğlu ve Selim Akçin’le özellikle Hürriyet binasında buluşmak istedim, birlikte yemek yiyecektik. Ancak ben trafiğin bu kadar kötü olabileceğini hesaplayamadığım için randevuya geç kaldım. Dolayısıyla yemeği kaçırdım. Kısmetime Selim’in ısmarladığı tost ve çay düştü, o da güzeldi. Hürriyet binasında eski dostum Gülden Aydın’la ayaküstü sohbet etme sansı bulmak da bu ziyaretin ikramiyesi oldu. Eskilerden Mevlüt Tezel ve genç gazeteci Hakan Gence’yle de biraz sohbet ettik.

DÜKKÂN ENFLASYONU .
Mahallelerde, sokak içlerinde de olsa, inşa edilen çoğu binanın giriş katı, dükkân yeri olarak düzenleniyor. Böylece mahallenin her yerinde dükkânlar açılıyor. Oysa küçük işyerleri de olsa, bu işyerleri konutlardan biraz uzak tutulmalı. Devletin ve belediyelerin bu konuyu ciddi biçimde ele alması gerekir. Ana caddeler ve belli caddeler dışındaki sokaklarda inşa edilen apartman girişlerine dükkân yapılmasına izin verilmemeli. Bu gidişatın sonuçları esnafı da olumsuz etkiliyor; her yerde dükkân olunca pastadan alınacak dilim de zayıflıyor tabii.

GÖRÜNTÜ KİRLİLİĞİ . New York’ta bir tek Times Square civarındaki binalarda üst üste binmiş gibi duran ışıklı-renkli ilan tabelaları görürsünüz. Nitekim bu tabelalar o bölgeye özel bir kişilik katar. Ancak şehrin geri kalan binaları üzerinde reklam panoları ve küçük işyerlerinin tanıtım tabelalarını biraz zor görürsünüz. İş hanlarındaki işyerleri, bina dışına tabela asamazlar. Bina içinde olan ve kapısı sokağa açılan dükkânların ise neye göre ve ne ölçüde isimlerini yazacakları belli kurallara bağlıdır. Kimse kafasına göre tabela asamaz. Hatta bu konuda başkent Washington DC’de kurallar daha sıkıdır. İstanbul’daki binalar ise reklam tabelasının kendisine dönmüş durumda. Özellikle iş merkezlerinin duvarları insanı bakarken yoran karma karışık yazı ve resimlerle dolu. Belediyelerin bu konuda ciddi önlemler almaları gerekiyor, aksi halde İstanbul hızla çirkinleşecek.

DOLMUŞ ŞOFÖRLERİ .
Yolculuk ettiğim dolmuş, bir durakta durdu, kaldırımdaki yaşlı kadın, tam sol ayağını dolmuşun basamağına atmış, sağ ayağını da atmak üzereydi ki şoför hemen gaza bastı. Eğer kolundan yakalamasaydım, yaşlı teyze tekerin altında yuvarlanıp ezilebilirdi. Dolmuş şoförüne dönüp aynen şunları söyledim; “insanlar, özellikle de yaşlılar dolmuşa binerken, aracınızı hareket ettirmemeli ve o insanları yerlerine oturana kadar beklemelisiniz, aksi halde insanlar düşebilir, yaralanabilir ve ölebilirler” dedim. O da bana “sen ne diyooosun yaa” diye karşılık verdi. Bu sırada dolmuş içindeki hiç bir yolcu bu adaletsizliğe karşı gelmeye yeltenmedi bile.

GARSONA LÜTFEN DEMEK .
Arkadaşlarımla birlikte bir lokantaya girdik, garson geldi, ben her zamanki alışkanlığımla garsona dönerek, “Nasılsınız iyi misiniz” diye sordum, sonra da lokantayla ilgili bir iki soru sordum. Kısa ama çok sıcak bir ilk tanışma sohbetiydi. Ancak yanımdaki arkadaşlarım bu durumdan pek fazla hoşlanmadılar. Yemekte, İsrail’in Filistinliler üzerinde yıllardır süren insan hakları ihlallerinden söz edildi. Ne tuhaftır ki yemek boyunca bu üniversite mezunu olan, duyarlı olan, çok iyi meslekleri olan arkadaşlarım, garsona karşı, bir kez bile “lütfen” sözcüğünü kullanmadılar, sürekli emir cümleleriyle garsondan bir şeyler istediler ve garsona onca hizmeti karşılığında hiç teşekkür etmediler.

CANA YAKINLIK .
Türkiyelilerin en övündükleri yanları cana yakın olmalarıdır. Ancak ben buna pek katılmıyorum. Özellikle üzerlerinde biraz daha pahalı giysiler taşıyan insanlar, nedense çok kasıntı ve soğuklar. Bir barda ya da lokantada biriyle dostça tanışmak çok zor, biriyle göz göze geliyorsunuz, gülümsüyorsunuz ama karşılık yok, sohbet etmek için ortaya bir laf atıyorsunuz gerisi gelmiyor. Örnek vereyim: dişçinin bekleme salonuna girdiğimde, orada oturan hanımefendiye kibarca, “merhaba” dedim, hanımefendi aldırış etmeyince duymadı sandım, yerime oturunca, bana baktığını fark ettim ve tekrar “merhaba” dedim, hanımefendi merhaba karşılığını vermek yerine, azarlar ve hesap sorar bir üslupla, “bir yerden tanışıyor muyuz” dedi. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Bundan şu sonuç çıkıyor: Türkiye’de kentte yaşayan insanlar, tanımadıkları insanlardan korkuyor, onlara güvenmiyor ve potansiyel bir tehlike olarak görüyorlar, bu nedenle de yaklaşmamayı tercih ediyorlar.

GÜZEL BİR ŞEY: Taraf ZİYARETİ .
Seyahatimde Taraf’ın ofisini de ziyaret etme şansı buldum. Yerleri harika; Kadıköy iskelesine çok yakın ve deniz manzaralı olan y şeklinde bir ofisleri var. Tamer Kayaş sağolsun, bana hemen bir çay ısmarladı, içim ısındı. Çalışan arkadaşların hepsi çok sıcak ve hoş insanlar.

ZAVALLI CNN TÜRK . Çok ciddi bir CNN takipçisiyim.
Evdeki ana kanalımdır ve diğer kanallara ondan hareket ederek geçerim, sonra hep döner yine CNN’e geri gelirim. İşte bu ilgim nedeniyle burada olduğum süre içinde CNN Türk’ü nedir ne değildir diye dikkatlice izlemeye çalıştım. Ancak kanal, Amerikan CNN’ininden çok, TRT2 çizgisinde bir özel televizyon gibi. Hazır kanalın başına iki değerli ve saygın gazeteci yani Mehmet Ali Birand ve Ayşenur Arslan geçmişken bazı tavsiyelerde bulunmak istiyorum. CNN Türk bir haber kanalı olmasına rağmen çok heyecansız ve durgun. Bunun en temel sebebi kanalın yükünün rutin programlara bindirilmesi, örneğin Noyan Doğan’ın ve Kürşat Başar’ın aheste çek kürekleri şeklinde ilerleyen programları kanalı yavaşlatıyor. Tembel işi olan ve kanalı şişirmekten başka işe yaramayan bu stratejiden vazgeçilmeli. Bunun yerine haber merkezini güçlendirmek ve CNN ismini taşıyabilecek gazeteciliği çok güçlü kadrolu anchorlar almak gerekiyor. Muhabir olarak da alanında çok deneyimli senior muhabirlere ağırlık tanınmalı. CNN Türk’ün iç örgütlenmesini pek bilmiyorum ama haber konusunda deneyimli haber yapımcılarının sayısının en az muhabirler kadar arttırılması, hazırlanacak haberlerin hem görsel, hem içerik, hem sunum zenginliği, hem de hız kazanmasına yol açacaktır.

Bunlar dışında, dekor düzenlemeleri çok özensiz ve yaratıcılıktan uzak. Kanalın bir mizanpajı yok. Bu eksikliği gidermek için, farklı bölümler arasında köprü kuracak ve kanala görsel bir bütünlük kazandıracak grafik tasarımları geliştirilmeli. Ayrıca bu iki yeni yönetici, kendilerine “Neden CNN Türk Amerikan CNN’i gibi kendi öz starlarını yaratamadı” diye sormalı. Bu sorunun cevabını vermeye çalışırken kendilerine yol açacak pek çok fikir geliştirebilirler.

TELEVİZYON DİZİLERİ .
Türk televizyon piyasası Hindistan’ın Bollywood’una dönmüş durumda, aşırı dizi üretimi var. Hepsinden birer bölüm izlemeye çalıştım ama yetişemedim. İzlediklerimin hiç birini sevmedim. Bir dönem medyatava.com adlı internet sitesine yazan başarılı tv eleştirmeni Atilla Aydoğdu’yu şimdi daha iyi anlıyorum. Çoğu dizide, sulandırılmış bir sözde samimiyet ve hastaca bir duygusallık ağır basıyor. Ne zekice yazılmış diyaloglara, ne de ilginç bir hikâyeye rastladım. İşte bu nedenlerle eğer ben bir diktatör olsaydım; ilk icraatım bu dizilerin hepsini yasaklamak olurdu. Hepsi birbirine benziyor, biri diğerinin öteki bölümü gibi, biri bitiyor diğeri başlıyor, oyuncuların hepsi hiç bıkmadan ağlamaklı ses tonuyla konuşuyorlar, fonda ağlamaklı müzikler çalıyor.

RÜŞVET VE YOLSUZLUK .
Bir aile dostumla arabada gidiyoruz. Aile dostumuz ‘Deniz Feneri’nden ve öteki yolsuzluklardan şikâyet ediyor, politikacıları ahlaksızlıkla suçluyor. Derken trafik polisi bizi durdurdu. Bir belge eksikti. Bizimki dışarı çıktı, az sonra geri geldiğinde, rüşvet verip kurtulduğunu söyledi. Ben de ona trafik polisine rüşvet vermenin de diğerleri gibi bir tür yolsuzluk olduğunu söyledim. Beni orada arabasından indirmedi ama bir daha da yüz vermedi.

TUVALETLER .
Lokantaların, barların ve birahanelerin tuvaletleri sidik kokuyor. Bunun en temel nedeni alaturka tuvaletler. Yapısı gereği sağlıksız olan bu tuvaletlerin yasaklanması gerekiyor. İkincisi ise tuvaletlerde içerideki havayı dışarıya taşıyacak havalandırma sistemi yok. Belediyeler böyle yerlere nasıl ruhsat veriyorlar pek anlayamadım.

ASIK SURATLI İNSANLAR .
İnsanlar güler yüzlü değil, asık suratlı, çok çabuk sinirleniyor ve çok çabuk kavga ediyorlar. Bu nedenle ortaya ürkütücü görüntüler çıkabiliyor. Oysa kavga olaylarını azaltmanın çok kolay bir yolu var; ilk fiziki saldırıda bulunanlar için çok ağır cezai yaptırımlar getirmek.

* * *

Türkiye gözlemlerim burada bitmiyor. Devam edecek. Bu bölümü burada sonlandırırken, babalarını kaybeden yeğenlerim Hasret’le Meltem’e ve tüm aileye sabırlar diliyorum.
11.01.2009- Taraf Gazetesi

“Yıllar önceydi, Gazze bölgesini ilk defa ziyaret ediyordum. Arkadaşım Alya ile birlikte Gazze’nin sahil şeridinde arabayla ilerliyorduk. Birden ileride, sahilde bir adamın denize bir şeyler fırlattığını fark ettik. Yaklaştıkça anladık ki bu yaşlı adamın elindekiler portakaldan başka bir şey değildi. Yanındaki sandıktan çıkardığı portakalları denize fırlatırken, keyifli bir oyun oynuyor falan değildi, çünkü bunu yaparken üzüntülüydü. Yaptığından pişmanlık duyuyor olmalıydı ki elindekiler ağırlaşıyor, sanki kaldırılması güç demir güllelere dönüşüyor, kolunu güçlükle hareket ettiriyordu. Bu talihsiz adam, kendi bahçesinden topladığı bu portakalları İsrail’e sokamadığı için satamamış ve emeğinin karşılığını alamamış Filistinli bir çiftçiydi. Dolayısıyla bekleyip portakalların çürümesini görmek yerine, onları denize atıp unutmayı tercih etmişti. O gün tanık olduğum bu manzara hiç bir zaman aklımdan çıkmadı.”

Yukarıdaki satırlar, Harvard Üniversitesi öğretim görevlilerinden Sara Roy’a ait. Roy bu ziyareti 1985 yılında gerçekleştirmişti. O günden bu güne yıllar geçti ancak bu manzarada değişen hiç bir şey olmadı. Çünkü bugün hâlâ Gazzeli çiftçiler, benzeri hayal kırıklıkları yaşıyorlar onca emek verdikleri ürünlerini İsrail’in çıkardığı zorluklar nedeniyle satamıyorlar ve para kazanamıyorlar dolayısıyla yaşamları sürekli bir kâbus olarak devam edip gidiyor.

İSRAİLLİLER KENDİ GEÇMİŞLERİNİ FİLİSTİNLİLER’E YAŞATIYOR


Bugün medyada İsrail’in Filistin’e uyguladığı askerî ve siyasi baskılardan söz ediliyor. Oysa bu baskıların bir de ekonomik ayağı var. İşte bu üç ayaklı baskı nedeniyle Filistin, özellikle Gazze, modern dünyanın en büyük toplama kamplarından birine dönüşmüş durumda. Bu bölgede sefalet kol geziyor. Bir dönem Hitler tarafından toplama kamplarında tutulan, aç bırakılan, işkence yapılan ve ölüme hazırlanan masum insanların kurduğu İsrail devleti, şimdi kendi halkının geçmişini aynen Filistinlilere yaşatıyor. Filistinliler Gazze şeridinin öte yanına sıkıştırılmış ve ölüme terkedilmiş esirler gibiler. Neden böyle olduğunu birazdan daha iyi göreceksiniz.

Gazze’de ekonomik durum gerçekten içler acısı. Üstelik bu durum tesadüfî değil, aksine sistematik.
Asıl korkunç olan da bu zaten. İsrail uyguladığı politikalarla o toprakları her anlamda Filistinliler için yaşanmaz hale getirmek ve oralardan çekip gitmelerini sağlamak istiyor Tıpkı daha önceki katliamlar nedeniyle dünyanın başka ülkelerine toplu göçe zorladıkları milyonlarca diğer Filistinli gibi. İsrail şimdi kalanları da göndermek istiyor.

AĞIR AĞIR ÖL FİLİSTİN


İşin hem trajik hem de komik bir yönü var; İsrail ve Batılı devletler, bu halktan, yaşadıkları onca eziyete karşı sessiz kalmalarını ve duruma katlanmalarını istiyorlar: çocuklar taş atmasın, Hamas İsrail kentlerine füze fırlatmasın. Bu arada İsrail her şeyi yapsın. Peki, o halde Filistinliler ne yapsın? Filistinlilerden yapılması istenen tek şey var; hiç karşı koymadan oturup beklemek ve ağır ağır ölmek...

GAZZE İKİNCI DUBAİ OLABİLİR Mİ?


İsrail’in bu halkı nasıl adım adım köşeye sıkıştırdığını biraz daha yakından görelim.
2005 yılındaki ayrılmadan bir yıl sonra Bush, Gazze’yi Filistinliler için büyük bir fırsat olarak değerlendirmişti. Ona göre Filistinliler bölgede modern bir ekonomi inşa edebilirlerdi. İsrail şakşakçısı olan ve ne hikmetse zaman zaman pembe hayallere dalacak kadar saflaşan New York Times yazarı Thomas Friedman ise Filistinlilerin Gazze’de ikinci bir Dubai kurabileceklerini yazıyordu. Çünkü bu iki kafadara göre Gazze’nin içinde bulunduğu büyük ekonomik çöküntü sadece bir tesadüftü, dolayısıyla Filistinliler isterlerse bu kaderi değiştirebilirlerdi.

Oysa ne bu yoksulluk bir tesadüftü ne de Filistinliler modern bir ekonomi kurmak için gerekli güce ve bağımsızlığa sahipti.
Bir kere Gazze ekonomisi tümüyle İsrail’e bağımlıydı ve 1970’lerden bu yana kuralları İsrail belirliyordu. 2000 yılındaki intifadadan bu yana İsrail’in mantık dışı kısıtlayıcı politikaları iyice arttı ve durum daha da kötüye gitti. Her şeyden önce İsrail’den gelen aylık 55 milyon dolar civarındaki gümrük ve vergi gelirleri kesildi, çünkü İsrail bu paraları Gazze’yi cezalandırmak için elinde tutma kararı aldı ve vermedi. Ayrıca uluslararası ambargo nedeniyle Gazze’ye verilmesi gereken yıllık 1 milyar doların üzerindeki ekonomik yardım donduruldu dolayısıyla bu para da Gazzelilerin eline geçmedi. Çünkü onlara göre Meclis’te çoğunluğu elinde bulunduran Hamas bir terör örgütüydü. Oysa bu örgüt demokratik bir seçimle başa geçmişti ve halk aşırı derecede “peki efendimci” olan Arafat yanlılarının hiçbir sonuca götürmeyen politikalarından bıktığı için Hamas’a oy vermişti.

Bütün bu gelişmeler Gazze’de işsizliğin sürekli olarak yükselmesine sebep oldu. Dünya Bankası verilerine göre 2007 yılına ait işsizlik oranı yüzde 30’u buluyordu. Bunun daha yüksek olduğunu iddia edenler var. Bu arada yoksulluk oranı yüzde 50’nin bile üzerine çıkmıştı Durumun vahametini düşünün artık.

Zaman zaman bu trajik durumun ortadan kalkacağına yönelik de umutlar yaratılmadı değil. 2007 Kasım’ındaki Annapolis konferansından sonra İsrail başbakanı Olmert ve Filistin lideri Abbas bu meseleleri 2008 sonuna doğru çözmek konusunda mutabakata varmışlardı. Filistin Reform ve Kalkınma Planı gereği 7,7 milyar dolarlık bir paket öngörülüyordu. Ancak hepinizin şahit olduğu gibi barış ve ekonomik rahatlama değil İsrail’in vahşi saldırısı geldi.

İsrail’in son saldırısına kadar 1,5 milyon Gazzeli ne İsrail’e giriş yapabiliyordu ne de Rafah’dan Mısır’a geçebiliyordu.
Yiyecek, yakacak, elektrik, su gibi kritik ihtiyaçlarını karşılamak konusunda inanılmaz zorluklar çekiyorlardı. Bu nedenle binlerce Gazzeli 2008 Ocak’ında Mısır sınırındaki duvarı yıkıp karşı tarafa yani Mısır’a geçmek zorunda kaldı, sırf yiyecek ve yakıt satın alabilmek için. Hatta Mısır, insanlar içeri girip temel ihtiyaçlarını satın alabilsinler diye Ramazanın başlangıcında sınır kapısını bir kaç günlüğüne açık tutmuştu.

Şimdi bütün bunlara ek olarak evlerine bombalar düşüyor, ölüyor, yaralanıyor ve yok oluyorlar, üstelik bu portakal mevsiminde...
04.01.2009- Taraf Gazetesi

İsrail, Filistinlilere yönelik bildik vahşi saldırılarından birini daha gerçekleştirdi. Bu saldırılar hâlâ sürüyor. Detaylara hiç inmeyeceğim. Eminim her şeyi benden daha iyi biliyorsunuzdur. Bu nedenle meselenin başka bir yönünü kurcalayacağım. Önce bir soruyla başlayayım; Sizce Ortadoğu’da küçücük bir ülke olan İsrail, nasıl oluyor da bu saldırıları bu kadar rahat gerçekleştirebiliyor? Üstelik Dünyanın gözü önünde ve Dünyanın tepkisine rağmen yapıyor bunu. Elindeki güçlü silahlara mı güveniyor dersiniz, olabilir ama silah gücü böyle saldırgan bir politika yürütmek için yetmez, çünkü İsrail, kaynakları kısıtlı olan bir ülke. Öyleyse İsrail’e, bu derece kendine güven veren daha güçlü bir kaynak, daha güçlü bir dayanak olması gerekiyor.

Hiç abarttığımı düşünmeyin. İsrail bütün gücünü bütün o kendine güvenini Amerika’dan alıyor. Amerika’yı oksijen tüpü olarak görürsek, İsrail bu oksijen tüpüyle Ortadoğu’ya dalmış bir dalgıç gibi. Dolayısıyla bu tüple arasındaki bağlantı hortumu kesildiğinde İsrail’in Ortadoğu’daki konumu çok farklı olur. Ancak bu bağlantı hortumu o kadar güçlü ki koparılması bir 50 yıl içinde bile mümkün değil.

Neymiş bu bağlantıyı bu kadar güçlü yapan, onu anlamaya çalışalım. İsterseniz önce şöyle 2000 yılına doğru bir turlayalım. Bu tarihte Amerikan Başkanı olarak görev yapan Bill Clinton, İsrail ve Filistin yetkililerini Camp David adlı zirvede bir araya getirmişti. Bu barış zirvesine katılan Filistin heyeti üyeleriyle yapılan bir röportaj, çok önemli bir detayı ortaya çıkarmıştı. Filistin heyeti üyeleri demişlerdi ki “Biz iki ayrı İsrail heyetiyle görüşme yapıyoruz, heyetlerden biri İsrail bayrağıyla karşımıza çıkıyor diğeri ise Amerikan bayrağıyla.”

“İSRAİL’E YARDIM İÇİN AIPAC’A YARDIM EDİN”


Yukarıdaki sözlerin ne anlama geldiğini tam olarak çözmek için Camp David zirvesindeki Clinton heyetinde kimlerin yer aldığına bakmak gerekiyor. Bunların arasında Martin Indyk adlı bir isim vardı. Kendisi AIPAC’in eski yöneticisiydi. AIPAC bugün hâlâ var olan ve Amerika’da İsrail’in lobiciliğini yapan çok etkili bir kuruluş. İsrail’in sağcı Likud partisine destek oluyor. Hatta “Kasap” lakaplı eski İsrail Başkanı Ariel Sharon bir keresinde Amerikalı dinleyicilere hitaben şöyle demişti, “Ne zaman insanlar bana İsrail’e nasıl yardım edeceklerini sorsalar onlara diyorum ki bize yardım etmek için AIPAC’a yardım edin.”

Diğer Amerikalı diplomat ise Dennis Ross’du, o da bir Musevi’ydi ve ileriki yıllarda Washington Institute for Near East Policy adlı İsrail yanlısı, Arap düşmanı olan think tank kuruluşuna katılmıştı. Bir diğer isim Aaron Miller’di. Miller, İsrail’de yaşamış ve İsrail’i sürekli ziyaret eden bir Amerikalıydı. İşte bu ekip nedeniyle, Camp David’de her şey önce İsrail’e soruluyor ve onların kabul edebileceği şeyler masaya getiriliyordu. Nitekim Amerikan ekibi Filistin devletinin kurulmasından yana tavır koysalar da bağımsızlığı önermediler bile çünkü bağımsızlık İsrail ekibinin kabul edebileceği bir şey değildi.

Yani Filistin heyeti “biz iki ayrı İsrail heyetiyle görüşüyoruz”
derken durumu hiç de abartmamış sayılmazlardı, çünkü Amerikan ekibi, Amerika’yı temsilden çok İsrail’i temsil ediyordu.

AMERİKAN SİYASETİNİ REHİN ALAN İSRAİL LOBİSİ


Peki, iş nasıl bu duruma geldi? Ne oldu da Amerika’daki İsrail yanlısı Museviler (Amerika’da ciddi biçimde İsrail karşıtı olan Museviler de var, bunu unutmayın lütfen), bir anlaşma olurken bu kadar kritik görevlerde rol aldılar? Söyleyeyim, Amerikan siyaseti, İsrail yanlısı lobi tarafından rehin alınmıştır, bu rehin alma işlemi, İsrail yanlısı Musevilerin egemenliğinde olan medya, Hollywood, düşünce kuruluşları, üniversiteler, büyük finans kuruluşları ve çeşitli örgütler tarafından gerçekleştiriliyor.

FİLİSTİNLİLER OBAMA’DAN UMUT BEKLEMESİN


İşte bu nedenle daha baştan söyleyeyim. Üstelik bir Obama hayranı olarak söylüyorum, Obama’dan İsrail’i durdurmasını bekleyenler boşuna umutlanmasın çünkü Obama’dan Filistin lehine hiç bir şey çıkmayacak. Bunu çok iyi biliyorum. Nereden bildiğimi anlamak istiyorsanız bu yazıyı sabırla okuyun lütfen, hepsini tane tane anlatacağım.

Obama daha başkanlık aday adayıyken Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’ne bir mektup yazmıştı. Mektupta Filistinlileri şikâyet etmiş ve şöyle demişti, “Sınır kapılarının kapatılmasının Filistinli aileler üzerindeki etkisini hepimiz biliyoruz. Bununla birlikte İsrail’in bunu yapmaya zorlandığını anlamalıyız. İsrail sivilleri korumak için bir takim haklara sahiptir. BM İsrail’e yönelik roket saldırılarını engellemeli.” Obama bu mektupta İsrail saldırılarını bir hakmış gibi görürken Hamas’ın engellenmesini istiyor.

Şimdi, Obama bu mektubu neden yazmıştı. Çünkü Obama çok zeki ve çıkarcı bir lider. Gücün kimin elinde olduğunu çok iyi bildiğinden İsrail lobisinin desteğini almak için uyanık bir atılım yapmıştı.

BİR GÜNDE TEPETAKLAK OLAN HOWARD DEAN


Amerika’da Musevilerin nüfusu genel nüfusun yüzde 3’ü kadar ama seçim kampanyalarının en büyük finansörleri Museviler.
Örneğin Washington Post gazetesinin bir keresinde özellikle Demokrat Parti adaylarının seçim kampanyası masraflarının yüzde 60’ının Amerikalı Musevi lobisi olduğunu iddia etmişti.

Bu lobinin gücünü iyi kavramanız için bir örnek vereyim: Howard Dean 2004 seçimleri için başkanlığa adaylığını koyduğunda medyada adından çokça söz ettiriyordu. Kısa zamanda bir yıldız olmuştu. Ne zaman ki, Arap İsrail çatışmasında Amerika’nın her iki tarafa eşit davranması gerektiğini söyledi o günden sonra her şey değişti ve Dean’in başkanlık hayalleri suya düştü. Üstelik söylediği öyle radikal bir şey de değildi. Ama İsrail yanlısı lobi bunu bile tolere edemedi. Senatör Joseph Lieberman O’nu İsrail’i satmakla suçladı ve Dean’in sorumsuz olduğunu iddia etti. Senatörler ortak bir mektuba imza atarak Dean’i eleştirdiler. Ardından Musevi basınının eleştirisi geldi ve Howard Dean’in adı “İsrail için kötü adam”a çıktı. Çok geçmedi, bir zamanlar Dean’i yere göğe sığdıramayan popüler medya kuruluşları tavır değiştirip Dean’i görmezden gelerek O’nu siyasi ölüme terk ettiler. Ardından İsrail’i açıkça desteklediğini ilan eden John Kerry Demokratların başkan adayı seçildi.

EVİNİN PENCERESİNDEN RUSYA’YI GÖREN KADIN


Bugün Amerika’daki bütün siyasi aktörler İsrail lobisinin olağanüstü gücünün farkında, dolayısıyla attıkları adımı da buna göre ayarlıyorlar. Hillary Clinton mesela... geçen seçimlerde Demokrat Parti’den başkan aday adayıyken binlerce insan karşısında yaptığı bir konuşmayı hatırlıyorum. Aynen şöyle demişti: “Biz İsrail’in yanında yer alacağız çünkü İsrail kendi değerlerinin olduğu kadar Amerikan değerlerinin yanında olan bir ülke.”

Aslında son derece manasız bir cümle bu. Bu manasızlığın Clinton da farkında, ancak İsrail lobisini memnun kaygısı onu böyle konuşmaya itiyor.

Peki, Demokrat olan Hillary kendisini İsrail lobisine beğendirmeye çalışıyor da öteki cephede yani Cumhuriyetçi Parti cephesinde durum nasıl?

Orada da durum aynı. Cumhuriyetçilerin başkan yardımcısı aday adayı Sarah Palin’in konuşmalarına bakmak yeterli. Dış politikadan zerre kadar anlamayan, adı “aptal” a çıkmış bu kadın politikacıya dış politikayla ilgili fikri sorulduğunda “biliyor musunuz, Alaska’daki evimin camından bakınca Rusya'yı görüyorum” cevabını vermişti. Palin dış politikada bu “aptalca” açıklamalarına rağmen iş İsrail lobisine gelince ne hikmetse birden akıllanıyor ve ne söyleyeceğini çok iyi biliyordu; Ona göre İsrail Amerikanın en yakın dostuydu ve Hamas’ın saldırılarına karşı İsrail i korumak gerekiyordu.

YIRTIK ÇORAPLI SAVAŞ ÇIĞIRTKANI


Hatta bu lobinin sırf İsrail çıkarları için Amerika’yı Irak savaşına sürüklediğini iddia edenler de var. Onlara göre Musevi olan ve açık bir İsrail taraftarı olan New York Times gazetesi yazarı Thomas Friedman’ın ve yine Paul Wolfowitz’in tavrı bunun en büyük kanıtı. Wolfowitz’i siz “yırtık çoraplı Dünya Bankası Başkanı” olarak hatırlıyorsunuz. Nitekim kendisi Bush hükümetini, Afganistan’dan önce Irak’a saldırması konusunda ikna etmeye çalışmıştı. O da açık bir İsrail yandaşı. Hem o, hem de Friedman, inanılmaz bir savaş çığırtkanlığı yapmış, ülkenin Irak’a girmesi için ellerinden geleni yapmışlardı.

Zaten Jimmy Carter’den bu yana Amerikan dışişlerinde İsrail yanlısı bürokratlar hâkim. Bu bürokratlar sayesinde en büyük ekonomik yardım İsrail’e gidiyor. Askerî yardımlar konusunda diğer ülkelere zorunlu koşulan şartlar İsrail’e koşulmuyor. Yine aynı şekilde, İran ve Kuzey Kore’nin nükleer silah çalışmaları konusunda haklı bir yaygara koparılırken, İsrail’in nükleer silah çalışmaları tümden görmezden geliniyor.

MUSEVİLER VE İSRAİL


Bütün bunlardan sonra şunu vurgulamakta yarar var. Musevilerle İsrail’i aynı kefeye koymamak gerekiyor. İçinizden kaçınız Türkiye devletinin bütün politikalarıyla kendini hemfikir görüyor? Dolayısıyla bütün Musevileri İsrail devletinin politikalarıyla hemfikir görmek ve onlara karşı önyargı beslemek çok yanlış. İsrail devleti sınırları içinde yaşayan ve savaşa karşı olan son derece özgürlükçü bir kesim bile var. Amerika’daki Musevilere dönersek, onlar bu ülkede her zaman bütün ilerici ve yenilikçi politikaların arkasında olmuştur. Hatta siyahların yasal haklarının kazanımında bile katkıları yadsınamaz. Ancak bir kesim var ki, İsrail söz konusu olduğunda tümüyle romantik bir bağlılıkla hareket ediyor ve bu bağlılığın getirdiği güçlü destek de İsrail ordusunu savaş konusunda cesaretlendiriyor.
29.12.2008- Taraf Gazetesi

Yakında Türkiye’de olacağım. Biraz gerginim galiba. Çünkü alışveriş yapmalı ve hediye almalıyım. Ailem o kadar kalabalık ki eli boş gitsem olmuyor, birine alsam diğerine almasam yine olmuyor.

Ancak İstanbul’a gidiş tarihi yaklaştıkça, fikrim değişiyor gibi, kimseye bir şey almamayı düşünmeye başladım, hem böylece, bir kaç yükten birden kurtulmuş olacağım; birincisi, kime ne uyar, kim neyi beğenir ya da beğenmez diye düşünmekten, ikincisi, ayaklarıma kara sular inene kadar çarşı pazar gezmekten, üçüncüsü ise bu ekonomik krizde çok kıymetli olan parayı, çula çaputa ıvıra zıvıra harcamaktan.

Ancak sonra tekrar fikir değiştirdim ve kesinlik kazanmamakla birlikte, sadece anne ve babama hediye almaya karar verdim. Yani kafam bir gidip bir geliyor.

Ne alırsan 99 sente


Neyse, Christmas arifesindeki alışveriş turumun başlangıç noktası 23. Sokak’ı 8. Cadde’ye bağlayan kavşak oldu. Köşedeki pastanede bir kahve içip peynirli danishimi yedim (danish, Elazığlıların taze tuzsuz koyun peynirinden ve şekerden yaptığı ve peynirli dedikleri pideyi anımsatıyor bana).

İçerinin sıcağını bırakıp dışarı çıkmak zor oldu, New York son bir haftadır bayağı bir soğuk çünkü. Aynı hizada, az ileride 99 Cent Store adlı bir mağazalar zinciri var, o yöne koştum ve mağazanın içine atıverdim kendimi, içerisi sıcaktı.

Burada her şey üst üste yığılı, biraz Anadolu kasabalarındaki eski toptancı dükkânlarını anımsatıyor. Müşterilerin çoğunluğu Chelsea’deki project house (düşük gelirli insanlar için devlet tarafından yapılmış konutlar) denilen binalarda yaşayan Latinler ve siyahlar, bir de benim gibi tutumlu insanlar (isterseniz cimri deyin)...

Raflarda, çoğunluğu Çin’de yapılmış fiyatı bir dolara her türlü malzeme mevcut; tuzdan karabibere, taraktan çoraba, bisküviden bibloya, oyuncaktan cımbıza kadar... Bazılarının fiyatı bir doların biraz üzerinde ama hiç biri de öyle üç doları geçmiyor.

99 Cent Store
’da dolanırken aklımdan, en azından küçük yeğenlerim için bir kaç şey almak geçti. Sonra yine vazgeçtim.

New York
un Mahmutpaşa’sı

Bu mağaza beni kesmedi, bunun üzerine doğuya doğru yürümeye karar verdim. Amacım, 6. Cadde üzerinden yukarıya çıkmak ve İstanbul’daki Mahmutpaşa’yı anımsatan 28. Sokak’a varmaktı. Bu sokak üzerinde yer alan mağazalarda, 10 dolara pantolonlar bulabilirsiniz; 8 dolara sahte ama gayet güzel görünümlü saatler, 13 dolara marka parfümler var... Bu parfümlerin kokusu ne kadar kalıcı ne kadar uçucu, sahte mi değil mi hiç bir fikrim yok.

Bu sokakta da kafama göre pek bir şey bulamadım. Bunun üzerine biraz daha yukarıya yani 34. Sokak’a doğru yürüyüp, fiyatların nispeten tuzlu olduğu ünlü mağazalar zinciri Macy’s’e gitmeye karar verdim. Çünkü Macy’s’den alışveriş kartı sahibiyim ve taksitli alışveriş yapabilirim. Hem bu dönemlerde, büyük mağazalarda malına göre yüzde 60’lara varan indirimler yapılıyor.

Dünyanın en büyük mağazası


Macy’s’in buradaki şubesinin dünyanın en büyük mağazası olduğu iddia ediliyor. Müşterileri çok çeşitli. Yüzde 42,3’ünü yüksek gelir grubundan insanlar oluşturuyor, Yüzde 37’sini orta, yüzde 20,7’sini de düşük gelir grubundan kişiler. İçerideki kalabalıktan da bunu az bucuk çıkarabiliyorsunuz zaten.

Mağazanın 34. Sokak ve Broadway’e bakan vitrinleri, özel şekilde hazırlanmış. Vitrinler 15’e yakın bölüme ayrılmış. Her bölüm bir tiyatro sahnesini andırır şekilde dekore edilmiş. İçinde hareketli kuklalar, ilginç ışıklandırmalar ve müzik var. Dolayısıyla bu vitrinler, yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çok çekiyor.

Hep aynı şarkılar


Mağazanın içi ışıl ışıl ve rengârenk, George Michael’ın fondaki sesi içerideki kalabalığın uğultusunu birazcık bastırıyor gibi. Last Christmas adlı şarkısı çalıyor yine, geçen yıl da çalıyordu, önceki yıl da daha önceki yıl da ve daha daha önceki yıl da...

Bu şarkı bitiyor bu kez Santa Claus is Coming To Town başlıyor, ardından Rudolph The Red Nosed Reindeer, sonra Jingle Bell Rock, I’ll be Home for Christmas ve yarı Latince yarı İngilizce söylenen Feliz Navidad.

Mağazalarda müzik çalmak burada zaten adet. Ancak Christmas döneminde hep aynı şarkılar çalınınca biraz bezdiriyor insanı. Garibim mağaza yöneticileri de ne yapsın, yapılan araştırmalara göre müşterilerin o mekânda daha fazla kalmasını ve daha fazla alışveriş yapmasını sağlıyormuş fon müziği.

Köpeklere de Christmas hediyesi


Düşünün şimdi, benim kafamı allak bullak eden bu alışveriş gerilimini Amerikalılar her yıl Christmas döneminde yaşıyorlar. Benim bir arkadaşım tam 45 hediye paketi hazırladı mesela. Herkes herkese bir şeyler almak zorunda gibi. Bu nedenle mağazalar, Christmas’a yakın dönemde adeta yağmalanıyor. Reklamlar da bu konuda adeta insanları kamçılıyor gibi. İnanır mısınız geçen gün televizyonda bir reklam filmi izledim, adam köpeğine de Christmas hediyesi alıyor.

Christmas aralığın 25’indeydi.
Bu ayın 24’ünü 25’ine bağlayan akşam aileler biraraya gelip yemek yapıp yiyorlar ve o akşamın sabahı da birbirlerine aldıkları hediyeleri açıyorlar. Hediyelerin pahalılığına değil, ilginç ve eğlenceli olmasına bakılıyor çoğu zaman.

Nerede o pancarın bolluğu


Christmas gelenekleri Amerikalılar için hakikaten büyük masraf. Yapılan bütün araştırmalar gösteriyor ki her yıl aralık ayı içinde, her bir evde, ortalama 616 dolarlık harcama yapılıyor ve bu harcamaların 416 doları sadece hediye almak için... Alışveriş çılgınlığı özellikle kasımın sonunda başlıyor ve aralık ayı sonunda had sayfaya çıkıyor. Örneğin, 2005 yılı aralık ayında sırf internet üzerinden 30,1 milyar dolarlık alışveriş yapıldı. Perakende satış yapan şirketler, bazen bir yılda yapamadıkları satışı bu ay içinde yapıyorlar.

GALLUP’a göre 2007 yılında kişi başına Christmas harcaması 866 dolardı. Ancak bu yıl bu rakamın çok düşeceği hesap ediliyor. Bunun işaretleri çeşitli. Normalde, şirketler bu dönemde paralar harcayıp elemanları için Christmas partileri düzenlerler, birçok şirket elemanlarına hediye çeki verir. Eee bu çekleri nakide çeviremiyorsunuz, mecburen bir şey satın alarak harcamanız lazım. Hediye çekleri ile yapılan alışveriş ise gecen yıl 40 milyon dolara yakındı.

Ancak bu yıl işler değişti tabii. Ekonomik kriz ülkedeki her şeyi olduğu gibi Christmas harcamalarını da çok kötü etkiledi. İşsizlik son 14 yılın en yüksek oranına erişince o cömert olan Amerikalılar birden tutumlu olmaya başladılar. Elemanları için yılbaşı partileri düzenleyen şirketlerin sayısı çok azaldı, hediye çeki verenler de öyle. Zaten batan mağazalar yüzünden milyonlarca dolarlık hediye çekinin boşa çıktığı söyleniyor. GALLUP’un yaptığı ankete göre Amerikalıların yüzde 45’i geçen yılla kıyaslandığında bu yıl hediyeye daha az para harcamış. Harcayanlar da ucuz mağazalardan alışveriş etmeyi tercih etmişler, bu nedenle Wal-Mart, BJ’s Wholesale Club’ın satışları hiç de fena değil, ancak Saks Inc. ve Abercrombie & Fitch gibi mağazalar kan ağlıyor. Aynı durum lokanta zincirleri için de geçerli Red Lobster müşteri bulamazken 1 dolara hamburger satan McDonald’s’ın işleri tıkırında.
21.12.2008- Taraf Gazetesi

Eğer ordudan kaçmak istiyorsanız bunun iki yolu var; akıllı olduğunuz halde göze batan tuhaf bir takım davranışlarda bulunur ve sonunda amirlerinize deli olduğunuzu söylersiniz, onlar da kafayı çatlatmış olduğunuza inanıp sizi eve gönderir. Eğer kafanızda gerçekten hafif bir çatlaklık varsa, yine amirlerinize gider, “ben sorunlu bir insanım, böyleyken böyle” der sorunlarınızı anlatırsınız, aynı şekilde çürüğe çıkarılır yine eve dönersiniz.

DELİLİĞİN GEREKÇELERİ

Peki, eğer gerçekten zırdelinin tekiyseniz ne olacak?
O zaman ne siz deli olduğunuzun farkına varacaksınız ne de kimse size deli olduğunuzu söyleyecek. Dolayısıyla hiçbir yere gitmeyecek ve orduda kalacaksınız. Düşünün bir, delisiniz ve elinizde öldürmek için her mühimmat var. Bunun sonuçları ne mi olur? Gün gelir üzerinde uçtuğunuz sevimli buzağıları düşman diye bombalarsınız, bir başka zaman, dağın başında dünyadan habersiz yaşayan köylüleri bir kiliseye toplar ve süngüden geçirirsiniz, olmadı ormanları napalm bombasıyla yakarsınız, yetmedi tanklarla girip, kentteki bütün Hıristiyanların dükkânlarını dümdüz edersiniz, bu da yetmedi farklı politik çizgideki bir gazete binasına sabotaj düzenlersiniz.

Merak etmeyin, bütün bu yaptıklarınıza rağmen kimse sizin deli olduğunuzu iddia etmeyecek. Çünkü gerekçeleriniz var: O buzağılar düşmana akşam yemeği olacaktı, o köylüler bağımsızlık ilan etmek için o kilisede toplanıp planlar yapıyordu, o ormanda düşman askerleri saklanıyordu, o Hıristiyanlar zenginleşecek ve Müslüman ülkemizi ele geçireceklerdi, o gazete, ordumuzu yıpratmaya çalışan Amerikan casusları tarafından çıkarılıyordu.

Kendi çapında bir mantığı olan bu gerekçeler, gerçeğin kendisiyle karşılaştırıldığında deli saçması ve asılsız halüsinasyonlardan başka bir şey değil elbet.

Bu halüsinasyonlar, kaynağını, ötekilere olan güvensizlikten, paranoyadan, korkudan ve kendine olan güvensizlikten alıyor. Sonuçta ortaya, zekâdan, mantıktan, dengeden, vicdandan ve insanlıktan nasibini alamamış iftiralar, “olağanüstü kararlar” ve “geniş çaplı uygulamalar” çıkıyor.

Osmanlı döneminde gerçekleştirilen Ermeni soykırımını
“geniş çaplı uygulamalar”a örnek gösterebiliriz.

CATCH 22


Nitekim savaşın, askerî sistemin ve bürokrasinin her türlü deliliğe açık olan bu mantık dışı yapısını çok güzel ifade eden bir kavram var Amerika’da; “catch 22” Bu kavram Joseph Heller’in aynı adlı kitabından kaynağını alıyor. Heller’in, 2. Dünya Savaşı sırasında bombardıman pilotluğu yaptığı ve kitabı, bizzat kendi tecrübelerinden yola çıkarak yazdığı söylenir. Sonradan Mike Nicholas tarafından filme de alınan bu yapıt, gerçekten dahice bir eser. Kitapta Aziz Nesin öykülerini çağrıştıran birbirinden absürt bölümler var; bunlardan birinde, Yossarian adlı bir bombardıman pilotuna, Amerika’nın hiçbir çıkarı olmayan bir İtalyan köyünü bombalaması emri verilir. Ancak uçuş timine komuta eden Yossarian, köyü bombalamak yerine Akdeniz’in mavi ve serin sularını bombalarıyla ısıtır. Diğer pilotlar da kurallar gereği onu takip eder ve bombalarıyla denizi köpürtüp üslerine geri dönerler. Komutan, Yossarian’ı cezalandırmak ister, ancak bir başka komutan, bu garip bombalama olayının basına sızmasını engellemek için Yossarian’a madalya verilmesini önerir, böylece Yossarian, olmayan başarısı nedeniyle madalya sahibi olur...

Catch 22 kavramı Ermeni soykırımını organize edenlerin profilini çıkarmamıza da yardımcı oluyor
aslında. Bu soykırım, 1. Dünya Savaşı’nın, sisli ve sersemletici ikliminde, mantığını, sağduyusunu, aklını ve vicdanını büsbütün yitirmiş Osmanlı paşalarının ve bürokratlarının planları ve kararları sonucu gerçekleştirilmişti. Varlıklarıyla ülkeyi zenginleştiren, ekonomik, kültürel ve fizikî olarak ülkeye değer katan bir halk, bu zırdeli Osmanlı paşalarının ve bürokratlarının kararları nedeniyle yokedildi. Oluk oluk kan döktüler ve büyük bir ihtimalle iyi bir iş başardıklarını düşündüler. O deli paşaların da gerekçeleri vardı tabii. Onlara göre bu Ermeniler ülkeyi ele geçirip işimizi bitirecekler, o halde biz önce davranıp onların işini bitirelim.

BÜTÜN KATLİAMCILAR ÜNİFORMALI


Zaten dikkat edin, tarihteki bütün büyük delice katliamları gerçekleştirenler hep üniformalılardır. Stalin üniformalıydı Hitler üniformalıydı, Pinochet üniformalıydı, Kenan Evren ve takım arkadaşları üniformalıydı, Saddam üniformalıydı. Biraz daha yakın tarihe gelelim. Darfur’da 300 bin insanın ölümünden, beş milyon insanın ise yerinden yurdundan sürülmesinden sorumlu olan Omar al-Bashir üniformalıydı, Rwanda’da, 800 bin Tutsi’nin kesilerek öldürülmesinden sorumlu olan Theoneste Bagosora yine üniformalıydı.

Şimdi Stalin de Hitler de Osmanlı paşaları da rahmetli oldu, biraz geriden de olsa onlar da öldürdükleri insanlarla aynı diyara göçüp gittiler. Ancak bu topraklarda yaşayan herkes şu noktanın bilinciyle uyanık olmalı, Ermenilerin o acı geçmişi hiçbirimizin geleceği olmamalı. Ne Kürtler ne Türkler ne Sünniler ne Aleviler ne Hıristiyanlar ne Museviler ne Sosyalistler ne Liberaller ne de Eşcinseller... Hiçbir grup yeni bir katliamın kurbanı olmamalı. İşte sağduyu sahibi olan son derece değerli yazar ve sanatçılarımızın başlattıkları özür kampanyası bu açıdan çok anlamlı. Yasemin Çongar’ın “Özür Diliyorum, Çünkü...” başlığını taşıyan olağanüstü güzellikteki makalesi bu anlamı çok güzel açıklıyor zaten, üzerine eklenecek hiçbir şey yok.

Ancak son söz olarak şunu söyleyeyim; bu ülkedeki bireylerin hayat garantisi, üniformasını çıkarmış, sivil, demokratik, anti merkeziyetçi, şeffaf ve laik bir Cumhuriyet kurarak sağlanabilir.
14.12.2008- Taraf Gazetesi

Bundan yaklaşık 400 yıl önce ünlü gemi Mayflower İngiltere’nin Southhampton Limanı’ndan yola çıkarak Amerika’nın kuzeydoğusunda yer alan Plymouth’a vardı. Gemidekilere Pilgrims deniyordu ve bu insanlar mezhepleri nedeniyle İngiliz kilisesinin ve İngiliz devletinin baskısından kaçıp gelmişlerdi.

Bu baskıyı hiç küçümsemeyin, öyle bir baskı ki bu zavallı insanlar, yaşadıkları yerden çekip gitmeye ve hiç bilmedikleri topraklara doğru yelken açmaya zorlanmışlardı. Gidecekleri yerde daha neyle karşılaşacaklarını dahi bilmiyorlardı; son derece riskli, ölümüne bir yolculuktu onlarınki. Nitekim yeni kıtaya (Amerika) vardıklarında içlerinden 50 kişi, verem, zatürree ve diğer hastalıklar nedeniyle hayatlarını kaybettiler.

Geriye kalan 50 kişinin çocukları çoğaldı, sonradan gelenlere eklendi ve bu insanlar, ileride günümüz Amerika’sının temellerini attılar.

AMERİKAN LAİKLİĞİNİN İNŞASI .
Mayflower gemisiyle ülkeye ayak basan ilk göçmenlerin yaşam tecrübeleri unutulmadı; kıtaya gelen ve burada kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışan herkes, bu tecrübeden etkilendi. Nitekim bu etkileşim nedeniyle, bugün Amerika, dünyada din ve mezhep özgürlüğünün en ileri olduğu birkaç ülkeden biridir. Dinleri nedeniyle baskı gören insanların torunları, kendilerinden olmayana aynı baskıyı uygulamak istememişlerdi. Dolayısıyla siyasal sistemlerini de buna göre inşa ettiler. İşte bu sistem, Amerika’nın aynı zamanda dünyanın en büyük dinî çeşitliliğini barındıran ülke olmasına da yol açtı. 21 yüzyılın Amerika’sında çoğunluk sırasına göre, Hıristiyanlık (hemen ardından laik inançsızlar geliyor), Musevilik, Müslümanlık, Budizm, Agnostizm Ateizm, Hinduizm, Unitarian Universalist, Paganizm, Spritualistizm, Kızılderili dini, Bahailik, New Age, Sihizm, Scientology, Hümanizm, Deist, Taoizm, Eckankar gibi onlarca din, inanış ve mezhep yer alıyor.

DİNDEN UZAK DURAN LİDERLER .
Peki bu noktaya nasıl geldiler? Amerikan devletini kuranlar, din ve devlet arasına her zaman sınırları çok belli bir mesafe koymayı başardılar. 1776’da deklare edilen Amerikan Bağımsızlık bildirgesinde de din adına tek bir sözcük yoktur. O zamanki bu tutum, Amerika’nın, Avrupa’dan tümüyle farklı bir yol izlediği anlamına geliyordu. Düşünün bir; aynı yıllarda, İngiltere kralı olan 3. George, kilisenin başı olarak anılıyordu. Osmanlı padişahı I. Abdülhamit ise Müslümanların halifesiydi.

Amerikan’ın ilk anayasasında her şey daha da netlik kazandı. İlk madde de aynen şöyle söylenir, “Kongre (Meclis) dinin yerleştirilmesiyle ilgili ya da dinin özgürce yaşanmasıyla ilgili herhangi bir yasa yapamaz” Olağanüstü keskin bir zekâyla yazılmış olan bu kısa madde, açıkça, din ve devlet işlerini birbirinden ayırıyordu. Bunu yaparken bireylere din özgürlüğünü veriyor ve bu özgürlüğü garanti altına alıyordu. Bununla da kalmıyor Devleti din devleti haline getirmeye çalışacakların da ayağını da baştan kesiyordu.

Bu madde Amerikan laikliğinin de temeli oldu.

Peki din ve devlet arasındaki bu ilişki Amerika’da böyle de Türkiye’de nasıl? Türkiye’de tabii ki durum çok ama çok korkunç. Bu konuda devletin bizzat kendisi çok temel yanlışlar yapıyor. Ben bu yanlışlara günah diyeceğim ama siz onları suç anlayın lütfen..

GÜNAH BİR: LAİKLİK İLKESİ VE ANAYASA’NIN İHLALİ .
Şu an yürürlükte olan Anayasa’nın ikinci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri tarif edilirken, laiklik de bu nitelikler arasında sayılıyor. Peki, devlet gerçekten laik bir devlet gibi mi davranıyor? Hayır. Türkiye’de devlet Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla din işlerine karışıyor ve dinî hayatı düzenliyor. Oysa laiklik devlet ve din işlerinin birbirinden ayrı tutulması demek. Bu da demek oluyor ki Diyanet’in varlığı Anayasa’ya aykırı. O halde devletin kendisi Anayasa’ya aykırı davranıyor.

GÜNAH İKİ: MEZHEP AYRIMCILIĞI .
Devlet, Diyanet aracılığıyla ülkedeki Sünni Müslümanlara önemli miktarlarda paralar akıtıyor (2007 bütçesi, 1 milyar 638 milyon 383 bin YTL. Yani Ulaştırma Bakanlığı’nın 2 katı). Yani onlara bir şekilde finansal sponsorluk yapıyor: camiler kuruyor, arazi tahsis ediyor, imamların maaşını ödüyor vesaire. Bunu yaparken Anayasa’nın eşitlik ilkesi ihlal edilmiş oluyor. Madem ülkede yaşayan herkes eşit, neden bu ülkede yaşayan ve TC vatandaşı olan milyonlarca Alevi ile nüfusu nispeten az olan Hıristiyanlar ve Museviler bu konuda görmezden geliniyor.

GÜNAH ÜÇ: RESMÎ HIRSIZLIK .
Devlet, vergi toplarken mezhep ve din ayrımı gözetmiyor. Devletin hazinesinde toplanan vergi paralarının bir kısmı Diyanet bütçesi olarak ayrılıyor ve bu bütçe sadece Sünni Müslümanların ibadet masrafları için harcanıyor. Bu durumda bu bütçeden yaralanamayan Alevi, Hıristiyan ve Musevilerin hakkı yenmiş, paraları gasp edilmiş olmuyor mu? Bu noktada lafı ne uzatmaya ne de kıvırmaya gerek var, devlet çok açık biçimde hırsızlık yapıyor, Alevinin parasını Sünniye veriyor.

DİNSİZ REJİM .
Şimdi, ne yapmalı? Önce ne yapıldığına bakalım. AKP iktidarı Alevi dedelerine maaş bağlanmasını tartışıyor. Oy kaygısıyla da olsa AKP’nin Alevileri resmî olarak tanıma girişimi kesinlikle olumlu ve güzel. Ancak bu konuda hâlâ hazımsız oldukları da gözden kaçmıyor. Çünkü Alevilere Diyanet aracılığıyla değil, Kültür Bakanlığı bütçesinden maaş verilmesi konuşuluyor. Yani Alevilik sunilik gibi bir mezhep olarak değil, kültürel bir olgu olarak algılanıyor hâlâ.

Peki, bütün bunlara rağmen Alevi dedelerine maaş verilmesi doğru mu, bu durum ülkedeki sorunu çözer mi, hayır doğru değil. . Eğer Diyanet’in bütçesi Sünnilerle birlikte Aleviler, Hıristiyanlar, Yahudiler ve inançsızlar arasında nüfusları oranında paylaştırılırsa diyeceğim bir şey olmaz ve belki sesimi keserim. Çünkü en azından her dinî gruba eşit davranılmış olacak...

DİYANET’İ HAVAYA UÇURMAK .
Ancak en doğrusu nedir diye soracak olursanız şunu öneririm: En yakın köşe başında, Diyanet İşleri’ni devletin dolmuşundan aşağı itmek ve ruhunun havaya uçuşunu izlemek. Bir daha da devleti din işlerine karıştırmamak. Çünkü devlet bir organizasyondur ve bu organizasyonun dini olamaz. Eğer devletin dini olursa, bizde olduğu gibi toplumdaki çeşitliliği kucaklayamaz, aradaki mesafeyi kaybeder ve bazı vatandaşlarına haksızlık yapmaya başlar. Dinsiz bir rejimde ise isteyen istediği kadar cami yapsın, hatta Amerika’da da yapsınlar, Rusya’da da, yeter ki benim vergimden çalıp yapmasınlar.

ALEVİLER, DEVLETİ VE SAYIN BAŞBAKANI DAVA ETMELİ .
Son söz olarak Alevilere, Hıristiyanlara ve Musevilere sesleniyorum. Size yapılan haksızlık kimsenin yanına kâr kalmamalı. İster aranızda birleşerek ister tek tek, sırf ibret olsun diye önce Sayın Başbakanımız Tayyip Erdoğan’ı bu hırsızlığa son vermediği için dava edin. Sonra da kendi anayasasını ihlal ederek bu hırsızlığı yaptığı için devleti dava edin. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri hakkınıza düşen ama alamadığınız paraları nüfusunuza oranlayarak hesaplayın ve faiziyle birlikte devletten tahsil edin.

07.12.2008- Taraf Gazetesi

Bundan yüzyıllar önceydi, Elburz dağlarından aşağıya doğru atlarını süren silahlı fedailer, nefes kesen bir korku dalgası yaymaya başladılar. Her biri başka bir hedefe yönelen bu savaşçılar, vardıkları noktalarda, büyük suikastlar gerçekleştiriyorlardı. Böylece, İran’ın kuzeyinden başlayan korku dalgası, bugünkü bütün Ortadoğu bölgesini sardı, kaynağından uzaklaştıkça, şiddetini arttırdı, büyüdü ve efsaneleşti.

Ünlü vezir Nizam-ül Mülk ile Melik Şah gibi siyasi liderler ve Abu Ali Mansur gibi dinî ağırlığı olan isimler bu suikastların kurbanları arasında yer aldılar.

ALAMUT’TAKİ ERKEKLER CUMHURİYETİ .
Suikastçıları yönlendiren Hassan Sabbah, yüksek bir tepeye kurulan ve ulaşılması çok zor olan Alamut (Kartal yuvası anlamına geliyor) kalesinde yaşıyordu. Burada adeta küçük bir erkekler cumhuriyeti kurmuştu. İsmailî inancının takipçileri olan bu erkekler, gizli projeler hazırlıyor ve zamanı geldiğinde inançları uğruna birilerini yok ediyorlardı.

Bugün yaşayıp yaşamadığı bile tartışılan Usame Bin Ladin ise güçlü bir ihtimalle Afganistan’ın kuzeyindeki dağlık bölgelerde yer alan mağaralardan birinde yaşıyor. Orada, erkek savaşçılarıyla birlikte gizli projeler hazırlıyorlar ve tıpkı Hasan Sabbah gibi etrafa korku saçıyor. Ancak bu korkunun coğrafyası Ortadoğu’nun sınırlarını aşmış ve bütün dünyaya yayılmış durumda: Bin Ladin’in lideri olduğu El Kaide örgütü üyeleri, Nairobi’den New York’a, Londra’dan İstanbul’a, Yemen’den Bağdat’a kadar her yerde kanlı intihar saldırıları düzenliyorlar. Ancak bu saldırılarda, liderler değil, kalabalıklar hedef alınıyor, öldürüyor, yaralıyorlar. Sonuçta kendileri de ölüyor. Bununla birlikte, yoksul ya da tuzu kuru gençler, onlarca farklı ülkeden çıkıp gelip, örgüt bünyesine katılıyorlar.

BOMBAY SALDIRISI .
El Kaide adı daha geçen hafta gerçekleştirilen bir başka kanlı saldırı nedeniyle yeniden telaffuz edilmeye başlandı. Söz konusu saldırıda, başrolde İslamcı militanlar vardı. Bu militanlar Hindistan’ın Bombay kentinde (kentin adı yerel yönetim tarafından 1995 yılında Mumbai olarak değiştirildi), Batılıların fink attığı sekiz ayrı noktayı hedef aldılar. Ortalık kan gölüne çevrildi. Yeni içişleri bakanı Palaniappan Chidambaram’ın açıklamasına göre; 9 terörist ve 18 güvenlik görevlisiyle birlikte 163 kişi öldürüldü, yaralıların sayısı ise 293.

Bu saldırının arkasında El Kaide olabileceğini düşünenler oldu ancak bu konuda resmî bir kanıt henüz yok, buna rağmen buram buram El Kaide kokan bir saldırıyla yüz yüze olduğumuzu söyleyebilirim. Şu nedenle: Aslına bakarsanız, Hindistan’da bu tür kitlesel terör saldırıları hep yapılıyor. Ülkede sadece 2008 yılı içinde 2 bin 473 kişi terör saldırıları nedeniyle yaşamını yitirdi. Bu saldırıların önemli bir kısmını, Lashkar-e-Taiba (Masumların ordusu) ve Jaish-e-Muhammad (Muhammedin askerleri) isimli örgütler gerçekleştirdi. Müslümanların çoğunlukta olduğu kuzeydeki Keşmir’in Hindistan’dan ayrılmasını amaçlayan bu örgütler, yaptıkları saldırılarda hep Hintlileri hedef alıyorlardı. Öte yandan Hintli grupların Müslümanları hedef alan saldırıları da var tabii...

SERMAYENİN GÖZÜ KORKTU .
Oysa İslamcı militanlarca düzenlenen bu son saldırı, Hintlileri değil, aksine Batılıları hedef aldı. Öyle ki silahlı teröristler, eylemleri sırasında, Batı pasaportuna sahip kimi buldularsa öldürdüler, ölene kadar öldürdüler. Saldırıdaki bu içerik, El Kaide’nin amacıyla da tamı tamına uyuşuyor. El Kaide’nin diğer saldırılarını bir düşünün. Irak’taki bütün o canlı bomba ve adam kaçırma icraatlarının temel amacı sadece Batılıları cezalandırmak değil, onları korkutmak ve İslam ülkelerine girmelerine ve kalmalarına engel olmak.

Nitekim son Bombay saldırısının yapıldığı bölge aynı zamanda Batılı büyük şirketlerin merkezlerinin bulunduğu bir bölge. Örneğin ABN Amro, Citigroup, Bank of Amerika, HSBC Morgan Stanley gibi uluslararası finans şirketlerinin merkezi burada. Şimdi bu şirketlerin bazıları, saldırının ardından tepe yöneticilerini ülke dışına uçuruyorlar, güvenlik önlemleri için daha fazla ödenek ayırmaya çalışıyorlar. Anlayacağınız sermayenin gözü güvenlik nedeniyle epey korkmuş görünüyor, çünkü biliyorlar ki terör saldırısının hedefi bu kez Hintliler değil, bizzat kendileri. Dolayısıyla, Batı sermayesi için çok ciddi bir çıkış kapısı olan ve Çin’le kıyasladığında hem dil açısından rahatlık sunan (İngilizce resmî dil) hem de daha demokratik olan Hindistan artık riskli bir bölge.

BOĞULARAK ÖLDÜRÜLDÜLER .
Saldırıdaki El Kaide parmağının ikinci bir göstergesi de şu: Bölgede ilk kez bir Musevi merkezi de hedef alındı ve buradaki Museviler, bırakın silahla öldürülmeyi, içlerinden bazıları boğularak öldürüldü. Bu da El Kaide’nin amacına uyuyor. Hatırlamaya çalışın, 1998 yılında Usame Bin Ladin, Mısır’daki İslamî Cihad örgütü ve diğer İslamî gruplarla birlikte bir deklarasyon (fetva) yayınlamıştı. Deklarasyonda şöyle deniyordu: “Haçlılara ve Musevilere karşı savaşmak için Dünya İslam Cephesi.” Yani El Kaide’nin bir düşmanı Hıristiyanlar diğeri ise Museviler...

KEŞMİRDEKİ MİLİTANLAR BİN LADİN E KATILIYOR .
Öte yandan saldırı, ilginç bağlantıları ve gelişmeleri de su yüzüne çıkardı. Canlı yakalanan tek terörist, Pakistan’daki askerî kampta Lashkar-e-Taiba örgütünün lideriyle eğitim gördüğünü itiraf etti. Bilindiği gibi Lashkar-e-Taiba ve Jaish-e-Muhammad örgütleri, 2002 yılına kadar Pakistan’da legal orak faaliyet yürütüyorlardı. Ancak Lashkar-e-Taiba örgütü son Bombay saldırısıyla bir ilgilerinin olmadığını açıkladı.

Saldırıda kullanılan silahların, Pakistan ordusuna silah üreten bir Alman üreticiye ait olduğunun anlaşılması, saldırganların Pakistan bağlantısını doğruluyor. Ancak El Kaide bağlantısı konusunda Pakistanlı uzmanların ortaya attığı iddialar daha aydınlatıcı. Bu uzmanlara göre, Lashkar-e-Taiba ve Jaish-e-Muhammad e bağlı örgüt militanları, Pakistan ve Afganistan’ın kırsal kesimlerinde faaliyet gösteren El Kaide ve Taliban örgütleriyle iş birliğine giriyorlar. Bundan da şu sonuç çıkıyor: El Kaide bölgedeki diğer İslamî örgütlerde yer alan militanları kendi çemberi içine çekiyor. Bombay olayı da bu ilişkinin bir ürünü olabilir.

Eğer öyleyse, El Kaide, öncülüğünü yaptığı ve 1996’da Amerika’ya karşı ilan ettiği cihadın alanını ve gücünü büyütüyor, yani iyice globalleşiyor. Dolayısıyla gelecekte, Hindistan’ın başka bölgelerinde de Amerikan hedeflerine ve Batılı ülke vatandaşlarına karşı herhangi bir saldırıda bulunulursa kimse şaşırmasın.

AMERİKAN PARMAĞI MI! . Bu arada,Türkiye deki bazı yazar çizerler eski alışkanlıklarını devam ettirerek Bombay katliamınıkomlo teorilerileriyle anlamaya çalışıyor. Onlara göre bu işte de Amerikan parmağı var,çünkü Amerika ekonomisi büyüyen Hindistan’ın bu yükselişine bir dur demek istiyor, dolayısıyla bölgede bir çatışma yaratıyor.

Ne diyeyim, bundan böyle Türkiye’deanne babası arasındaki şiddetli geçimsizliğin ardında Amerikan parmağı arayan biri çıkarsa hiç şaşırmayacağım.

Bu olayda Amerikan parmağı yok. Çünkü tam aksine Amerika, dış politikasında Hindistan’ı Çin karşındabir müttefik olarak görüyor. İki ülkenin ilişkilerigayet iyi gidiyor, Amerikan sermayesi Hindistan’da çok önemli ve ciddi yatırımlar yapıyor. Hatta bu yıl içinde nükleer teknolojı konusunda Hindistan'a yardım etme kararı bilealındı. Üstelik de Hindistan rejimi, nükleer silahların yayılmasını önlemeyi amaçlayan uluslararası anlaşmaya imza atmaya yanaşmadığı halde, üstüne üstlükbu konuda askerî amaçlı deneyler yaptığı halde. İran'ındurumu düşünüldüğünde Amerika'nın Hindistan'a karşı ne denli toleranslı olduğu ortada.

Son söz olarak da şunu söyleyeyim burada bir özdeyiş var: Two wrongs don’t make a right. Anlamı şu: iki yanlıştan bir doğru çıkmaz. Yani, gecenin bir yarısı yukarıdan uçakla bomba yağdırıp hiç kan görmeden aşağıdakileri katledenler de bir, aşağıda ölenlerin intikamı üzerine temellenmiş bir inanışla yukarıdakilerin akrabalarını elini bizzat kana bulayarak öldürenler de bir...
30.11.2008- Taraf Gazetesi

Bir Thanksgiving daha geçti. Thanksgiving bir tür bayram, bu günde aileler, arkadaşlar toplanır, güne özgü klasik yemekler pişirilir ve afiyetle yenilir, hatta artan yemekler portatif kaplara konularak gelen misafirlere de verilir. Ben ve pek çok arkadaşımın ailesi burada değil, ama biz arkadaşlar biraraya gelince, zaten bir aile oluyoruz. Bu nedenle bu yıl Edward, George, Alan ve diğer arkadaşlarla biraraya geldik ve Manhattan’ın doğu yakasında yer alan, Old Devil Moon adlı bir lokantaya gittik.

Normalde tıpkı İstanbul sokakları gibi kalabalıktan yürünmeyen Manhattan sokakları, o gün neredeyse bomboştu.
Çünkü herkes evlere kapanmış, ya yemek yapmakta ya da yemek yemekteydi. Boş şehir manzarası, bana İstanbul’daki nüfus sayımı günlerini anımsattı.

Karakter sahibi salaş bir lokantaydı gittiğimiz yer. Aslında Thanksgiving günü açık yer bulmak zor, ancak bu lokanta, geleneksel olarak her Thanksgiving’de, bizim gibiler için kapısını açık tutuyor ve bugüne özel bir menü hazırlıyor. 23 dolar ödeyip karışık bir yemek tabağı yaptırabiliyorsunuz. Tabakta, patates püresi ve fırında hindi gibi klasik Thanksgiving yemekleri vardı. Ben bir de soğan çorbası içtim, bizim Dersim-Elazığ yöresi Kürtlerinin keledoş çorbasına çok benzeyen Fransız usulü bir çorbaydı.

SİYAH DÜŞMANLIĞI .
Oraya biri Kürt, biri Türk iki mastır öğrencisi ahbabımı da götürdüm. Neyse, yemeğimizi yerken bir yandan sohbet ediyoruz. Laf döndü dolaştı kentte işlenen suçlara geldi. Türk arkadaş, “her taşın altından bu siyahlar çıkıyor” diye bir laf attı ortaya, ardından Kürt arkadaş onun iddiasını destekledi, “suç işlemek onların genlerinde yazılı”

Hoppalaaa... O an başımdan aşağı kaynar sular döküldü sanki, kızmıştım, “Beyler, aynı şeyi İstanbul’da Kürtler için, Almanya’da ise Türkler için söylüyorlar, eğer bizden olmayan gruplara karşı birazcık empati kurma yeteneğiniz olsaydı, böyle haksızca bir değerlendirmede bulunmazdınız” dedim.

Aslında bu durum en çok Kelly’i üzmüştü, çünkü o gün aramızda olmayan eşi bir siyahtı.
Nitekim kadıncağız, “çok yorgunum” bahanesiyle oradan ilk ayrılan kişi oldu, bize yansıtmaya çalışmasa da keyfi kaçmıştı...

CÜCE LAFINI KÜFÜR YERİNE KULLANMAYIN ARTIK .
Nasıl bir toplumdan geldikleri düşünüldüğünde, Amerika’da yaşayan o iki Türkiyeli arkadaşı anlamamak mümkün değil. Çünkü Türkiye’de insanlar, sosyal bir ortamda konuşurken, ettikleri lafların birilerini gücendirebileceğini hatta onları küçük düşüreceğini hesaba katmıyorlar, böyle bir sosyal kültüre sahip değiller...

Üstelik bu hatayı sadece tek tek bireyler değil, kurumlar da yapıyor. Medya da bunlardan biri. Türkiye’deki her türlü gazeteden bu konuda tonca örnek çıkarmak mümkün, ancak Hürriyet çok etkili bir gazete olduğu için oradan bir örnek vermek istiyorum. Geçenlerde çıkan bir yazıda, “Bu cüce, yandaş ve besleme basın” deniyordu. Yani yazıda eleştirilen “yandaş medya”yı aşağılamak için “cüce” sözcüğü kullanılıyordu. Peki, bu satırları okuyan bir cüce ne hisseder hiç düşündünüz mü, bedensel görünümü başkalarını aşağılamak için neredeyse bir küfür olarak kullanılıyor.

Yanlış anlamayın, herkes kendini sansürlesin demiyorum ama azınlık bir gruba yönelik ırkçı ve doğru olmayan önyargılar üzerine inşa edilmiş düşüncelerimizi otosansür etmeyi kendimize öğretsek hiç de fena olmayacak. Böylece, hayatı birbirimiz için dayanılmaz bir ağırlık haline getirmemiş oluruz.

POLİTİCAL CORRECTNESS .
Amerikalılar bu konuda hayli aşama kaydetmiş durumda: Örneğin, burada Political Correctness adlı bir kavram var. Bunun kabaca tanımı şu; siz bir grubu sevmek, beğenmek ya da takdir etmek zorunda değilsiniz. Ancak bu size cinsiyetçi, ırkçı, homofobik fikirlerinle başkalarını suçlama ve bunu ulu orta ifade etme hakkı vermez, çünkü siz söylediklerinizle, karşı tarafı psikolojik olarak taciz etmiş ve küçük düşürmüş oluyorsunuz, bu yapılan da sağduyu sahibi insanlar nazarında bir suç.

Biri Kürt diğeri Türk olan o iki mastırlı arkadaşım Amerika’da yaşamalarına rağmen ne yazık ki Political Correctness kavramının önemini kavrayamamışlar.

Oysa Amerika’da bu konuda her geçen gün yeni tartışmalar yaşanıyor. Örneğin Hıristiyanlar için dinî bir bayram olan Christmas döneminde, artık kimse dinî kökenini bilmediği insanlara kolay kolay Marry Christmas diyemiyor, çünkü bir Müslümana Marry Christmas demek uygunsuz bir davranış (politically incorrect), bu nedenle happy holiday (mutlu tatiller) demenin daha uygun olduğu söyleniyor. Dolayısıyla bizdeki Ramazan bayramı-şeker bayramı, hayırlı Ramazanlar-iyi bayramlar söylemi arasındaki farklılığa biraz bu açıdan bakmak lazım. Dinî inancı olmayan ya da Müslüman olmayan birine, “Hayırlı Ramazanlar” demek ne derece anlamlı ve doğru bunu biraz düşünmeliyiz. Çünkü bana öyle geliyor ki bilerek ya da bilmeyerek bir Alevi’ye ya da Ermeni’ye, “Hayırlı Ramazanlar” demek, onları Sünni Müslümanlara benzetme çabasının bir çeşit dışavurumu olarak da algılanabilir.

Amerika’da Political Correctness kültürünün oluşmasında Nefret Suçları Yasası’nın çok önemli bir etkisi oldu. Bu yasa, sadece işyerlerinde değil sosyal ortamda da insanların konuşma ve davranışlarına dikkat etmelerini sağladı. Geçen haftaki yazımda bu yasanın içeriğinden söz etmiş ve Türkiye’nin böyle bir yasaya acil ihtiyaç duyduğunu belirtmiştim.

Bu anlamda bir noktayı vurgulamak isterim. İlle de devletten bu konuda adım atmasını beklersek daha çok bekleriz. Türkiye’de özellikle şirketler bu konuda çok önemli adımlar atabilirler. Üstelik bunun onlara bindireceği hiç bir külfet olmayacak. Şirketlerin tek yapması gereken şey, Nefret Suçları yasasından ilham alarak, çalışanların yaşına, bedensel görünümüne, cinsel ve etnik kimliğine yönelik, fiili, sözlü ve görsel her türlü ayrımcı davranışı yasaklayan bir kontrat hazırlamaları. Daha sonra, var olan çalışanlara ve yeni işe alınanlara bu kontratı okuturlar, anladıklarından emin olduktan sonra da imzalatırlar. Dolayısıyla herhangi bir çalışan, o ilkeleri tüm uyarılara rağmen ısrarla ihlal ettiği vakit, şirket tarafından işine rahatlıkla son verilebilir.

Yine Hürriyet’ten örnek vereyim, diyelim ki Hürriyet’in çarşaflı bir muhabiri var, bu muhabir Hürriyet’in insan kaynakları birimine başvurup, Bekir Coşkun’un “Kara” başlıklı yazısının çarşaflı kadınlara karşı ırkçılık unsurları içerdiğini ve bir şirket çalışanı olarak bundan rahatsız olduğunu iddia edebilir, bu iddia soruşturulur. Bir başka yazısında Bekir Coşkun’un yine benzeri bir mantıkla hareket ettiği tespit edildiğinde o zaman Ertuğrul Özkök’e de gerek kalmadan, İnsan Kaynakları Müdürü, Bekir Coşkun’un işine anında son verilebilir.

YAŞ VE CİNSİYET AYRIMCILIĞI .
Şirketlerin nefret suçları konusunda adım atması, Türkiye gerçekleri düşünüldüğünde iki açıdan çok önemli: birincisi kronik bir hastalık halini alan her türlü cinsel taciz suçlarının önünün alınması, (çünkü kadınlar bu konuda inanılmaz bir psikolojik baskı altındalar);ikincisi ise şu: neticede çalışanların büyük çoğunluğu bir şirketin çatısı altında çalışıyor. Dolayısıyla şirketlerin bu konuda koyduğu zorunluluklar, bir süre sonra ofis dışındaki hayatta da etkisini gösterecek ve potically correctness kavramının ülkemizde bir kültür olarak yerleşmesinin önü açılacak.

Şirketlerin HR uzmanlarının bu anlamda atması gereken bir başka adım da eleman alımlarında fırsat eşitliğinin esas alınması ve artık şu çağdışı olan, “bay elemanlar aranıyor”, “30 yaşının altında elemanlar aranıyor” türünde ilanlara bir son vermeleri. Çünkü bu yaş ve cinsiyet ayrımcılığı yaptıkları anlamına gelir ki ciddi bir yanlış, ciddi bir suç...

Ne dersiniz, political correctness ve nefret suçları biraraya geldiğinde size Alevilerin temel bir prensibini hatırlatmıyor mu: eline diline beline hâkim ol.
23.11.2008- Taraf Gazetesi

Parlamenter rejimler bazen gülünç bir evcilik oyunu gibi. Birileri ülkeyi yönetmek için aday oluyor, bol keseden sözler veriliyor; şunu yapacağız, bunu yapacağız deniyor ve sonuçta, adaylardan biri başkanlık koltuğuna oturuyor. İşte o andan başlayarak, verilen pek çok söz ters yöne esen rüzgâra bırakılıyor; uçuşup gözden kayboluyor.

Siyasal tarihte örnekleri tonca. Pek çok ülkede, seçimle gelmiş yeni liderler, halktan alacağını almış, dolayısıyla onlarla işleri bitmiş gibi davranıyor. Bu zihniyetle hareket edenler, bu kez büyük şirketler, silah tüccarları, lobiciler, medya kuruluşları ve güçlü teşkilatlarla içli dışlı oluyor. Çok geçmiyor, bu liderler, her gece birinin yatağında uyanan yedi eşli bir metrese dönüşüyorlar.

SEÇMEN DOLANDIRICILIĞI .
Peki bu durum, bir çeşit seçmen dolandırıcılığı değil mi. Halkını aldatarak, büyük güçlerle düşüp kalkan ve sözünde durmayan liderlerin cezalandırılması gerekmez mi. Gerekir elbette ama cezalandırılmıyorlar...

Öyleyse parlamenter sistemin poposundaki bu koca yırtık nasıl tamir edilecek. Seçmenler her defasında kollarını düğüm yapıp, yanaklarını şişirerek ülkeyi kötü yönetenlerin görev sürelerinin dolmasını mı bekleyecekler. Hayır, beklemeyecekler, bunun yerine onlara ülkeyi dar edecek ve Onu bir gölge gibi takip edecekler.

Bu nasıl olacak, şöyle olacak; örneğin seçimden önce Obama’ya destek olan Amerikalılar, seçimden sonra da liderlerinin peşini bırakmayacaklar, yani iş bitti deyip kenara çekilmeyecekler. Oylarıyla başkan yaptıkları Obama’nın, dürüst, namuslu, kendilerine karşı açık ve sadık bir lider olarak görevini yürütmesi için çaba sarf edecekler, verdiği sözleri tutması için tetikte bekleyecekler.

Amerika’daki bu yeni dönem, her iki taraf için de tarihî bir sınav olacak. Seçmenler, başkanı ne ölçüde denetleyebileceklerini görecekler, başkan ise halkın istemlerine ne ölçüde kulak tıkayıp, ne ölçüde kulak açması gerektiğini anlayacak.

İnternet üzerindeki iletişim olanakları ise sivil müfettişliğe soyunan Amerikalı seçmenlere bu konuda büyük kolaylık sağlıyor. En ufak bir mesele, ışık hızıyla aralarında yayılıveriyor ve hemen eyleme geçebiliyorlar.

İşte bu insanlar, şimdi gözlerini dikmiş, Obama’nın verdiği sözleri tutup tutmayacağını izliyorlar. Verilen en önemli sözlerden biri de “nefret suçları” ile ilgili olanı. Obama, seçim kampanyasında söz vermişti, iktidara geldiğinde nefret suçları konusunda ciddi adımlar atacak ve bu yasanın kapsamını genişleterek bütün azınlıklar için daha işe yarar hale getirecekti. Çünkü son genişletme girişimi, Bush tarafından geçen yıl veto edilmişti.

BAŞBAKAN NEFRET SUÇU İŞLİYOR .
Nefret Suçları Yasası Amerika’dan çıkan ve dünyadaki çoğu ülkenin hukukçularına ilham veren bir yasa. Britanya’sından İspanya’sına kadar onlarca ülke benzeri yasalar hazırlayarak, bu yasaları yürürlüğe soktular. Türkiye’de ise böyle bir yasal düzenleme henüz yapılmadı. Kaos GL adlı dergi ve Lamda gibi saygın örgütler, bu konuda kamuoyu oluşturmak için imrenilesi bir mücadele verdiler. Ancak siyasi partiler ve hükümet yetkilileri bu grupları ciddiye aldı mı görünüşe göre hayır.

Oysa hiç değilse muhalefet partileri, Amerika’daki bu yasayı özellikle şu dönemde çok ciddi biçimde incelemeliler. Görüyoruz ki, MHP Aleviler konusunda, CHP ise dinci kesim karşısında pozitif tavır değişikliği yapıyor O halde bu tavrı bir felsefi kaide üzerine oturtmalılar. Bu konuda Amerika’daki Nefret Suçları Yasası onlara yardımcı olabilir. Çünkü bu yasa, kurbanın dinî inanışı, politik görüşü, ırkı ve cinsel yönelimi nedeniyle işlenen suçları kapsıyor. Hatta bizde de böyle bir yasa hazırlamak için kolları sıvayabilirler. Buna ülkenin acil ihtiyacı var; çünkü Türkiye’de başbakan da dahil pek çok hükümet yetkilisi ve sıradan vatandaşlar nefret suçu işliyorlar, ne acıdır ki işledikleri suçun farkında bile değiller.

AZINLIĞI ÇOĞUNLUKTAN KORUMAK .
O halde nefret suçları nedir ne değildir biraz kurcalayalım. Nefret Suçları Yasası’nın temel mantığı şu; Amerikan toplumu çeşitlilik gösteren bir yapı. Bu yapının içinde etnik azınlıklar (siyahlar, Asyalılar, vs.) dinsel azınlıklar var (Yahudiler, Müslümanlar vs.) siyasal azınlıklar (sosyalistler, yeşiller) cinsel azınlıklar (gayler, lezbiyenler, travestiler vs.) ve bedensel yapı olarak azınlıkta olanlar (sakatlar, körler, şişmanlar, kısa boylular, sivilceliler vs.) var. Bunun yanı sıra azınlık olmayıp da ayrımcılığa uğrayan kesimler var: kadınlar... İşte bu yasa, toplumdaki azınlıkları, çoğunluğun her türlü baskısından korumayı hedef alarak, ırkçılığın da önüne geçmeye çalışıyor. Bu arada koruma işlemi sadece fiziki şiddet saldırılarını değil, psikolojik taciz ve cinsel taciz saldırılarını da kapsıyor.

Aslında Türkiye gibi ülkelerde azınlıklara karşı psikolojik taciz saldırıları (aşağılama, küçümseme, kaş göz hareketleriyle imada bulunma, alay etme ve laf geçirme yoluyla gurur incitme) fiziki saldırılardan daha fazla. Bunu bir örnekle açıklayalım. Diyelim ki işyerinizde Musevi bir çalışma arkadaşınız var ve siz, ne zaman onunla sohbet etseniz, sürekli “Museviler cimridir” temelli şakalar yapıyorsunuz. Bir insanın dinî kökeninden hareketle bu tür şakalar yapmak o insanı rahatsız eder, gururunu incitir. Ancak siz ona karşı böyle bir saygısızlık yapmaktan çekinmiyorsunuz. Neden? Çünkü Musevi arkadaşınız azınlık olduğu için, size karşı kendini savunup sesini yükseltemiyor, hatta karşı bile çıkamıyor, bunu yaparsa “Yahudi” damgası yemekten ve işyerindeki diğer çalışma arkadaşları tarafından dışlanmaktan korkuyor. Hatta Musevi düşmanı bir yönetici tarafından işten bile atılabilir, dolayısıyla sessiz kalmayı ve yutkunmayı kendisi için en iyi çözüm olarak görüyor

IRKÇI ŞAKALAR .
Aslında burada sizin Musevi çalışma arkadaşınıza karşı davranışınız ırkçılık içeren çok ciddi bir psikolojik taciz oluyor. O insanı kendinize katlanmak zorunda bırakıyor ve belki de O’na o işyerini zindan ederek büyük bir suç işliyorsunuz. Peki, ülkede Nefret Suçları uygulaması olsaydı nasıl bir senaryo çıkardı ortaya. Şöyle olurdu: siz bu tür şakalar yapmaya yeltenemezdiniz. Diyelim ki yeltendiniz. O Musevi çalışan, sizi şirket yönetimine rahatlıkla şikayet edebilirdi, çünkü yasaların onu bu konuda koruduğunu bilirdi. Sonuç olarak, yönetimden uyarı alırsınız, aynı saygısızlığı göstermeye devam etmeniz durumunda, bu kez aynı işyeri, size zindan olur ve kapı dışarı edilebilirdiniz. Diyelim ki işyerindeki yöneticiler Musevi düşmanı ve meseleyi ağırdan alıyor, bu durumda o Musevi çalışan, dava açarak şirketi milyarlarca lira tazminata mahkûm ettirebilir.

KİM KİME DİŞ GEÇİRİRSE .
Şunu anlamamız gerekiyor; insan denilen canlı, gücü yettiğine diş geçirmeye çok müsait. Ancak ülkedeki yasalar, insanların birbirine zarar vermesini önlemeye çalışmalı. Nefret Suçları işte böyle bir yasa, yani güçlünün zayıfı ezmesini önleyerek, iki kesim arasında bir çeşit eşitlik sağlıyor. Böylece birbirinden çok farklı insanlar, daha huzurlu ve uyumlu biçimde bir arada yaşayabiliyor, çalışabiliyor, üretebiliyor ve arkadaş olabiliyor. Birlik ve bütünlük denilen hayal de ancak böyle sağlanabilir zaten. Öteki türlü; azınlıklar için ülkede yaşamak bir çeşit işkenceye dönüşür, bunun yansıması olarak da Kemalistler, ülke bölünüyor paranoyasıyla uyku uyuyamaz.

Sonuç olarak şunu diyeceğim, Nefret Suçları yasasına bu ülkenin sahiden çok ihtiyacı var. Aksi halde başbakanın ağzından, “ya sev ya terk et” türünde ırkçı açıklamaları daha çok duyacak ve azınlıkları hep mutsuz edeceğiz.

16.11.2008- Taraf Gazetesi

Değişim, insanlar için hayatta kalmanın ve ilerlemenin neredeyse tek yolu. Bir dönem geçerli olan düşünceler ve inanışlar bir dönem geliyor değişiyor. Bir dönem geçerli olan moda ya da mimari akım, bir dönem geliyor yerini başka bir akıma bırakıyor.

Değişim, yüzyılımızda çok daha önemli bir kavram haline geldi.
Çünkü hayatın ivmesi geçmiş yüzyıllara göre hız kazanmış durumda. Örneğin günümüzde yeni teknolojiler, yeni iş çeşitlerini ortaya çıkarıyor ve eski iş çeşitlerini gereksiz kılarak ortadan kalkmasına sebep oluyor. Bu hızlı değişim karşısında kendinizi yenilemekten ve değişmekten başka çareniz yok. Aksi halde her şeyin gerisinde kalıyor, kabacası hiçbir işe yaramıyor ve tedavülden kalkıyorsunuz.

AMERİKA’NIN DEĞİŞİM YETENEĞİ .
Nitekim, değişim, taşıdığı bu önemden dolayı Amerika’nın yeni lideri Obama’nın, seçim kampanyasının da ana sloganı oldu. Amerika’nın dış siyasette, iç siyasette, ekonomide ve diğer alanlarda tıkandığı noktalar var. Bu noktaları aşmanın tek yolu ise değişimden başka bir şey değil. Bunu gören Obama, değişim için söz verdi, seçmenler de değişime oy verdi. Çünkü Amerikan toplumunun önemli bir çoğunluğu, kendisini felç eden sorunlardan kurtulmanın tek yolunun, değişim olduğunu biliyor. Zaten Amerika’nın her konuda dünyada lider olmasının anahtarı da bu; değişebilme yeteneği.

Peki, Türkiye, değişim konusunda ne kadar yetenekli? Bence Türkiye’nin böyle bir yeteneği yok. Tezat bu noktada başlıyor zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin, kendisiyle en çok övündüğü dönem, kuruluş yıllarıydı; yani ülkede en büyük değişimlerin yaşandığı dönem. O halde ne oldu da Osmanlı’ya karşı değişmekle gurur duyan bir Cumhuriyet, değişime en çok direnen katı bir rejime dönüştü.

Bunu anlamak için değişimin yolunun nereden geçtiğine bakmak lazım. Açık fikirli olmak değişimin önündeki engelleri kaldıran en temel etken. Böylece gerçeği görüyor ve onunla daha doğru ve sağlıklı bir ilişki kuruyorsunuz.

Ancak biz, gerçekle ilişki kurma yeteneğimizi bir türlü ilerletememiş ve tümden kaybetmiş bir toplumuz.

Bu bağlamda, Türkiye’de son yaşanan Mustafa filmi tartışmalarını buradan dehşetle izliyorum. Ulusal bir liderle ilgili bilinen ama dile getirilmeyen bilgileri, bir film yaparak dile getirmiş Can Dündar. Ancak Kemalist prizden cereyanını alan toplum, hemen sekter ve adaletsiz bir engizisyon mahkemesi halini aldı ve Dündar’ı yargılamaya kalktı. Atatürk’le ilgili bazı gerçeklerin dile getirilmesinden pek çok kişi rahatsız olmuştu. Peki, neden Atatürk’ü insan yapan özelliklerinden rahatsız oluyor bu toplum. Liderler kişisel hayatında alkole de düşkün olabilir, başka bir şeye de düşkün olabilir... Bu neyi değiştirir, ne var bunda...

GAY BAŞKAN .
Bu konuda, bizdeki ve Amerika’daki zihniyet farklılığını ortaya koymak için bir örnek vermek istiyorum. 2005 yılında yayınlanan Abraham Lincoln’un Mahrem Dünyası (The intimate World of Abraham Lincoln) adlı kitabın yazarı Richard Brookhiser, Amerikan eski başkanlarından Lincoln’un gay olduğunu çok açık bir dille yazmıştı ama ne kimse bundan rahatsız oldu ne de kıyamet koparan oldu. 1857-1861 yıları arasında başkanlık koltuğuna oturan James Buchanan için de aynı iddialarda bulunuldu ama yine kıyamet kopmadı.

ÇORAP KOKLAMAK .
Hangi ülkede olursa olsun, bir lider, yatakta karısının çoraplarını koklayarak ereksiyon da olabilir, çok sevdiği bir müzisyenle yemek masasının altında aşk da yapabilir. Bunların o liderin lider karakteriyle ve yaptığı işle ne bağlantısı var, ya da bunların bilinmesinin ne sakıncası var.

Mesele bu değil tabii. Mesele Türkiye toplumunun gerçeklerle temas ederken yaşadığı elektriklenme... Az önce dediğim gibi, bu toplumun gerçeklerle ilişki kurma konusunda ciddi bir problemi var. Bu sorun, gerçekleri kabullenememekten ve onları inkâra yönelmekten kaynaklanıyor. Bu durum, hem toplumsal karakterimizdeki zayıflığın, hem de öz güven eksikliğinin bir göstergesi. Hepiniz şöyle bir etrafınıza bakın, kaç kişi kendi kişilik özellikleriyle barışık, kaç kişi kendi gibi davranıyor, kaç kişi kendini seviyor...

Kendini inkâr eden bir toplum, kendini olmadığı bir şey gibi görür ve sahiciliğini yitirir. Hataları ve günahlarıyla yüzleşemeyen bir toplumun kendini sevmesi de mümkün değil. Bunu becerememesinin altında yatan temel sebep ise kendine karşı duyduğu gizli nefretten başka bir şey değil. İşte bu sebepledir ki bu ülkede Atatürk’ü peygamber yerine koyanlar belki de Atatürk’ten en çok nefret edenlerdir. Çünkü onu olduğu gibi kabullenmekte zorluk çekiyorlar. Oysa sevmek kabullenmektir.

Türkiye toplumunun kendini kabullenme ve kendi kiri pasıyla yüzleşme konusunda inatçı bir direnç gösterdiği apaçık. Bu yüzleşmeyi bir türlü gerçekleştiremediği için de varolan sorunlar kronikleşerek yeni kuşaklara devroluyor.

GEÇMİŞİYLE BARIŞAMAYAN TÜRKİYE .
Söz konusu direnci biraz daha iyi anlamak için, psikoloji biliminin kurucularından olan Freud’un ortaya attığı bir kavram olan, “resistance” (direnc gösterme) kavramını biraz kurcalamak lazım. Freud bu kavramı, bazı şeyleri hatırlamak istemediği için kendi hafızasını bloke eden hastalarının durumunu açıklamak için ortaya atmıştı. Hastaların geçmişin önüne kurduğu bu bloğu kırabilmesi için de terapi yöntemi geliştirildi. Terapi, hasta ve doktor arasında karşılıklı konuşmaya dayanıyor. Doktor hastasına kritik sorular sorarak onu kendiyle ilgili daha farklı düşünmeye ve geçmişi ile yüzleşerek olan biteni karşındakiyle paylaşmaya itiyordu. Sağalma işte böyle sağlanıyordu.

Türkiye toplumunun da geçmişini hatırlama konusundaki gereksiz direncini kırması ve hiçbir korku ve endişe duymadan, yaşadıklarını tartışması gerekiyor. Toplum olarak tüm cesaretimizi toplayıp, aynadaki o korkunç yüzümüze bir bakmanın zamanı geldi. Bunu becerebildiğimiz gün, hep birlikte iyileşecek ve güzelleşeceğiz.

MEHMET MURAT SOMER AMERİKA’DA .
Geçenlerde ünlü yayın grubu Penguin’den arkadaşlarım aradı ve yılbaşına doğru Amerika’daki kitapçılarda piyasaya sunacakları bir kitabın tanıtım faaliyetleri için yardım edip edemeyeceğimi sordular. Bu kitabın (The Kiss Murder) Türkiye’den bir yazara, üstelik Murat Somer’e ait olduğunu öğrenince çok sevindim. Murat Somer’le tanışıklığımız yıllar öncesine dayanıyor. Ne kadar oldu unuttum, en son Murathan Mungan’ın doğum günü partisinde karşılaşmıştık. MS, kitabın basımı nedeniyle ocak gibi New York’a geliyor, yıllar sonra burada onunla buluşmak güzel olacak.