31.01.2010 - Taraf Gazetesi


Jonathan ve Matt beni akşam yemeğine çağırmışlardı, istemeye istemeye gittim. Jonathan’ı severim ama Matt’i galiba pek sevmiyorum. Giderken bir şey götürsem iyi olurdu. İnternette Panpankedi’nin blokundaki tariflere bakarak poğaça yapmıştım, aradan bir hafta geçmişti, azıcık kurumuşlardı ama olsun, evden çıkarken o poğaçalardan üçünü bir kutuya koydum, renkli kurdelelerle bağladım. Yolda giderken içimdeki bir his, “Hıdırcım bu götürdüğün şey biraz az değil mi yaa” dedi, bu defa da 7. Cadde ile 18. Sokağın oralarda Le Pain Quotidien‎ adlı bir yer var, oraya gittim, bütün ürünleri organik, soğuk sandviçler ve salatalar yapıyorlar, günlük kek, çörek, ekmek çeşitleri de çıkarıyorlar. Çok güzel üzümlü bir ekmekleri var, ama pahalı geldi, yarısını aldım, dilimlettirdim. Bu dükkânın bir sokak aşağısında bizimkiler oturuyor. Eve gittim, Matt kibar kibar gülümseyerek kapıyı açtı “hoşgeldin çok özledim seni” dedi, pek çok üçüncü dünya ülkesi insanı gibi insanlara güven duyma konusunda sorunlu biri olduğum için, onun samimiyetine inanmadım. Jonathan mutfakta ocağın başındaydı, eyvah, çünkü Jonathan suyu kaynatmaktan ve hazır domates sosuyla makarna yapmaktan başka bir şey bilmez, Matt bir şeyler pişirmiştir diye düşünmüştüm ben. Hakikaten de masaya sadece makarna geldi, üç bardak da hepsi yarım doldurulmuş portakal suyu, ekmeği getirmediler onu kek zannetmişler, poğaçalar da peynirli ekmek niyetine sofraya konuldu. Huzurum kaçmıştı, içimden, “Aman Hıdırcım böyle şeylerin ne önemi var, önemli olan dostluk ve paylaşmak” diyerek kendimi yatıştırmaya çalıştım.

Yemekten sonra, 1959’da yapılan Marilyn Monroe’lu Bazıları Sıcak Sever filmini izledik. Ankara’da Fatma ablamlarla yaşadığım o heyecanlı yıllar geldi aklıma, ortaokuldaydım, ilk o zaman izlemiştim bu filmi, yıllar sonra üçüncü kez izlemekten bu kadar keyif alacağımı düşünemezdim.

O akşam Manhanttan’daki o daracık apartman dairesinden ayrılırken geçen pazarki yazımı kısaltıp-düzeltirken yaptığım bir yanlışı düşündüm (Neyse ki internet versiyonunda düzelttim), canım sıkıldı, eve dönmek istemedim, dışarıda olmayı, başıma bir şey gelmesini, bir sürpriz yaşamayı, biri tarafından sevindirilmeyi, ilginç bir olaya şahit olmayı, farklı bir şey hissetmeyi, kısacası insan içinde olmayı istedim. Yürürken Greenwich Village’deki Bleecker sokağına girdim oradaki küçük küçük gösterişsiz designer mağazalarının vitrinlerine baktım, sonunda döndüm dolaştım, Cubby Hole adlı bir lezbiyen barına girdim. Hani gey barlarına giden kızların bir geyiği vardır, “ayyy burada çok rahatız yaaaa... bize sarkan kimse yok, hepsi geyyyy”, buraya gelen bir erkek de şöyle diyebilir: “Lezbiyen barlarına gitmek güzel oluyoouu, çünkü orada çok rahatım, kızlar bana sarkmıyou.” Tabii sormak lazım sen rahatsın da oradakiler senle ne kadar rahat. Yok yanlış anlamayın o gece orada olan lezbiyenler çok cana yakınlardı, nitekim güzel sohbetler ettim, ilerleyen saatlerde girişteki kocaman pencerenin önüne dikilip sokağı seyrettim, “Bu akşam güzeldi, iyi vakit geçirdin Hıdırcım” dedim kendi kendime.

Bir an Matt’e haksızlık ettiğimi düşündüm, çünkü bu çocuk beni hiç üzmemişti bile, Ona real hiç bir nedenle değil, mistik nedenlerle gıcık oluyordum. Jonathan da o da iyi dostlardı, onlara kendi ilişkilerimden, kariyerimden şuradan buradan söz ettiğimde kendimi bir rekabetin içine düşmüş gibi hissetmiyordum, ikisi de ne benle aşık atıyor, ne benle kendilerini kıyaslıyorlardı; dinliyor, söylediklerimi önemsiyor, projelerim konusunda teşvik etmeye çalışıyorlardı... Hatırlarsanız geçen hafta frenemy kavramından söz etmiştim, yani en yakın arkadaşınızın aynı zamanda en tehlikeli düşmanınıza dönüşebileceği konusuna... Jonathanların aksine frenemy, projelerinizi ya da hayallerinizi ona açtığınızda sizin içinizdeki korkuları kaşımaya çalışır, böylece özgüveninizi zayıflatır, size önünüzdeki riskleri hatırlatır, söyledikleri çok mantıklı ve ikna edicidir, sanki sizi düşünüyor gibidir, ancak nihayetinde söyledikleriyle sizi hayallerinizden vazgeçirir, başlayacak olası güzel ilişkileriniz başlamaz, başvuracağınız işlere başvuramaz olursunuz, kafanızdaki projeleri çöpe atarsınız. Frenemy bunları çoğu zaman kasıtlı değil, elinde olmadan yapar, çünkü herkesin içinde varolan kıskançlık duygusu frenemy de pasif değil aktif halededir, bu duygu onun size karşı davranışlarını yönlendirir ve size yavaş yavaş içinden çıkamadığınız bir çemberin içine hapseder. İşin daha acı yönü ise sadece arkadaşlarınız değil, sevgiliniz, eşiniz, çocuğunuz ve anne babanız da frenemy olabilir. Bu nedenle bazen insanlar, içinde oldukları ilişki ağlarından çıkıp uzaklaştıklarında daha başarılı olur, gerçek benliklerini daha rahat açığa çıkarırlar.


TEK KELİMEYLE

Obama! Söz verme iş yap

Başkan Obama geçtiğimiz çarşamba, Kongre’de etkileyici bir konuşma yaptı ve yine vaatler verdi, ancak Obama’ya bir zamanlar destek olanlar bile, bu güzel sözlere karnımız tok diyerek soruyorlar: “Bir yıldır işbaşındasınız hani ne yaptınız?” Haklılar tabii, işsizlik, Wall Street ve Sağlık reformu meselesi hâlâ aynı.

Gramm’yi alamayan büyükler

Türkiye saatiyle pazartesi sabahına doğru yapılacak Grammy töreninde ödüllerin kime gideceği merak konusu; uyarayım, favori şarkıcılarınız ödül almazsa şaşırmayın, çünkü bugüne kadar Janis Joplin, The Doors, Led Zeppelin, Queen, Diana Ross, Rod Stewart ve hatta Britney Spears bile Grammy alamadı.

Yeni gerçekçi Madonna

Madonna, Louis Vuitton markasını bıraktı ve İtalyan modacılara Dolce & Gabbana’nın 2010 yılı kampanyası için modellik yaptı. Geçen ay sonu yayınlanan reklam resimlerindeki Madonna, İtalyan yeni gerçekçi sinema filmlerinden fırlamış gibi; elde bulaşık yıkıyor, onu böyle görünce insanın yüreği sızlıyor.

Psikolojinin de emperyalizmi var

Dünyada nasıl bir kültür emperyalizmi varsa bir de psikolojik hastalık emperyalizmi varmış. Ethan Watters’in yeni kitabı Crazy Like Us, depresyon ve şizofreni ilaçları üreten Amerikan şirketlerinin, nasıl üçüncü dünya ülkelerine girmek için, önce o ülkelere kendi bilimsel yöntemlerini götürdüklerini anlatıyor.
24.01.2010 - Taraf Gazetesi

Buranın iç mimarisi bana at nalını anımsatıyor: üst üste konmuş at nalları... Nalın açık ucunda ise sahne var. Manhattan’ın kuzey batısında yer alan Lincoln Center’ın beşinci katında, sahnenin sağ yanına denk düşen balkonun en ucunda oturuyorum, salonun en ucuz koltuğu bu... Elazığlı hemşehrim İlhan Kubilay Geçkil ile beraber Elmo’da pazar kahvaltısı yaptıktan sonra buraya geldim, yolda yağmura yakalandım, şemsiye de yok, her yerim ıslandı, o nedenle biraz huzurum kaçtı. İşte perde açılıyor, böylece Shakespeare’in Romeo ve Juliet oyununun bir uyarlaması olan bale gösterisi başlıyor. İyi olmuş bu uyarlama, Shakespeare’in karakterleri bu kez çan çan çene çalmak yerine, kelebek gibi , arı gibi, çekirge gibi yani bütün uçucu ve yarı uçucu hafif yaratıklar gibi dans edip duruyorlar. Bir ara sıkılıyorum, sahneye bakmak yerine salona bakıyorum. Orkestranın müziği eşliğinde kafamı kamera gibi aşağı yukarı çevirirken, kendimi uzay gemisinin penceresinden dışarı bakıyor gibi hissediyorum, salon bu yarı karanlıkta öyle güzel ki... Balkonların sahneye bakan yüzlerinde aralıklı olarak Zeki Müren göbeği şekerini anımsatan lambalar var.

Şu tavanın orta yerinden aşağıya doğru sarkan kocaman küre şeklindeki lambayı görüyor musunuz (biliyorum görmüyorsunuz), keşke bir yarasa olsam da par par par uçarak o lambanın üzerine konsam, lambayı sallayıp sallayıp seyircileri azıcık heyecanlandırsam, uğultu yaratsam, dansçıları da gersem, hem böylece kendilerini kollamak için seyircilere değil bana bakarak dans etmek zorunda kalırlar, ben de kendimi önemli ve etkili hissederim. Şahitsiniz değil mi içimden ne kötülükler geçiyor .

İçimden geçen bu kötücül düşünceler normal mi peki,
evet normal, çünkü her insan iyilik ve kötülüğün kombinasyonundan ibaret. İslam’a göre üzerimizde, Kirâmen Kâtibin meleklerini taşıyoruz, sol ve sağ omzumuzda ikamet eden bu melekler iyi ve kötünün yani günah ve sevabın kaydını tutuyorlar. Çünkü biliyorlar ki içimizde eylemlerimizi yönlendiren iyi ve kötü olmak üzere iki ayrı güç, iki ayrı ses mevcut. Bu seslerden hangisini dinleyeceğimiz konusunda ikirciklik yaşıyor, çoğu zaman hangisinin tavsiyesini yerine getirdiğimizin farkında bile olmuyoruz. Bu iki zıt tavsiye arasında bir denge tutturmak da ayrı bir sanat zaten, tıpkı Ying ve Yang arasında kurulu olan denge gibi.

Ying-Yang inanışına göre, karşıt güçler birbirleriyle bağlantılı ve birbirlerine bağımlıdır, gece ve gündüz, sıcak ve soğuk gibi
... Her ne kadar dünyanın doğusundakiler alakasız bulsa da biz batıda yaşayanlar bu karşıtlıklar silsilesine iyi ve kötüyü de eklemişizdir: iyi ve kötünün birbiriyle olan yakın ilişkisi, birbirine olan varlıksal bağımlılığı, birinin diğerine kolaylıkla dönüşebilirliği, Ying ve Yang formülasyonuna uyuyor...

Bazı sanat eleştirmenleri, Romeo ve Juliet arasındaki aşk ilişkisinin de bir anlamda Ying-Yang inanışını yansıttığını düşünüyorlar. Burada kadın ve erkek bir karşıtlıktır, Romeo erkek Juliet kadın, ikisi de birbirleriyle bağlantılı ve birbirlerine bağımlıdırlar ve sadece birbirleriyle varolabilirler, kurdukları bu duygusal dengeyi sürdüremeyince de ölmeyi yeğlerler.

Peki, bu dengede iyilik ve kötülüğün varlığı hani nerde? Bunun için elimizdeki feneri, Juliet’in ana babasının üzerine tutmak gerekiyor. Ana baba kızlarını yetiştiren, koruyan, üzerine titreyen ve en çok sevendir ama aynı zamanda kızlarının sevdiği erkekle yani Romeo ile evlenmesine engel olarak da Onun ölümüne yol açanlardır, burada her ne sebeple olursa olsun, bilerek ya da bilmeyerek, dost karakteri yani anne-baba, düşman karakterine dönüşmüştür.

Amerika’da giderek popülerleşen bir kavram var: Frenemy. Bu kavram arkadaş anlamına gelen friend ve düşman anlamına gelen enemy sözcülerinin birleştirilmesiyle türetilmiş, en yakınınızdaki dostunuzun aslında en büyük düşmanınız olabileceğine işaret eden bir sözcük, bir bakıma arkadaşı tarafından sırtından bıçaklanan Sezar’ın söyledigi “Et tu, Brute“(Sen de mi Brutus) deyiminin modern bir karşılığı... Sezar döneminde arkadan bıçaklamayla düşmana dönüşen dost, modern zamanlarda kendini bu kadar açık biçimde belli emiyor. Her şey aslında psikolojik bir sabotaj şeklinde işliyor, arkadaşınız sizin bütün zaaflarınızı bildiği için siz’ nasıl manipüle edeceğini ve yönlendireceğini de iyi biliyor.

Yalnız konu derin, daha sonra devam edelim mi?..  


TEK KELİMEYLE
 

New York’un gazoz intikamı

New York eyaleti yöneticileri, yedi miyar doların üzerindeki bütçe açığını nasıl kaparız diye düşünüp dururken çareyi tüketici dostu olmayan ürünleri vergilendirmekte buldular, yeni düzenlemeye göre, içinde yüksek oranda şeker bulunan gazoz çeşitlerine ve sigaraya ek vergiler geliyor.  

Mutlu haber üzücü habere karşı

Gergin politik tartışmalar, skandallar, cinayetler ve yolsuzluklar: evet medyadaki haberciler daha çok negatif konulara odaklılar, ancak mutluhaber (happynews.com) ve pozitifhaber (positivenews.org.uk) gibi internet haber siteleri tam tersini yaparak, sadece olumlu haberleri okurlarına aktarıyorlar.  

Eğlence sektörü de dışa açılsın

Lüks ürün üreten firmaların gözü, şimdi Çin ve Hint pazarında, çünkü her iki ülkede de lüks eşya tüketimi artıyor, elbette buna paralel olarak lüks lokanta ve gece kulübü ihtiyacı da doğuyor; bu işlerin erbabı İzzet Çapa’ya buradan seslenelim: dışa açılın, işe Mumbai’ye bir Kantin kondurmakla başlayabilirsiniz.  

Haiti depremi için yeni bir Live Aid

1985’te Afrika’daki açlık için yapılan ve zamanın ünlü şarkıcılarını biraraya getiren Live Aid konserinden sonraki en manalı yardım konseri cuma gecesi yapıldı, bu kez stadyum değil TV stüdyoları mesken tutuldu, sadece şarkıcılar değil film yıldızları da katıldı ve Haiti’ye yardım için telefonla para topladılar.
17.01.2010 - Taraf Gazetesi

New Jersey eyaletine giden otobüslerin kalktığı Port Authority otobüs istasyonunun önünden geçiyorum, homeless olduğunu tahmin ettiğim bir adam karşıdan geliyor, başının üzerinde besili, kocaman bir kedi var, tepede uslu uslu oturmuş, etrafı süzüyor.

Açım, geride bıraktığım sokak kestanecisinden aldığım kestaneleri tek elimle acele acele soyup ağzıma atıyor ve hızla yürüyorum. 42. Cadde’ye vardığımda sola dönüyorum, tam köşede havasıyla insanı çarpan bir kızcağız taksi durdurmaya çalışıyor, vücut dili bana Sex and The City adlı TV dizisindeki Kerry’nin taksi durdururkenki halini anımsatıyor, hatta onu aşikâr biçimde taklit ederken ondan daha havalı bile duruyor. New York insanları böyle işte, bazen bu kent onların kendi oyunlarını sergiledikleri ve başrolde oynadıkları bir sahneye dönüşebiliyor, o oyunda kendi beklentilerini ve hayal kırıklıklarını sergiliyorlar. O kız, taptığı bir starı oynarken hep arzuladığı bir yaşam biçimini elde etmiş olmanın verdiği gururu taşıyor, o adam ise bir ‘uygunsuz’ olarak toplumun uygunluk standartlarını tatlı bir üslupla taciz ederek, kendince eğleniyor, eğlenirken de bu toplumdan zararsızca hınç alıyor belki de...

Bense daha da hızlanmalıyım, ah geldim işte, Lion Theatre’ın giriş kapısından içeriye dalıyorum, az kalsın geç kalıyordum, oyun sekizde başlıyor. Hintli arkadaşım Deb kapıda beni bekliyor. Birlikte Loaded adlı oyunu izleyeceğiz. Aslında o akşam dışarı çıkasım yoktu, ama bu ayın 11’inde 19’uma bastım (siz bu rakamı canınızın çektiği gibi ileri geri çekiştirebilirsiniz, ben biraz fazla geriye gitmiş olabilirim) doğum günü partime katılmayan Deb, bana tiyatro ısmarlayarak durumu telafi etmek istediğini söyledi ben de buna itiraz etmedim tabii.

Bu küçük tiyatrodaki sahne, Manhattan’daki tipik bir stüdyo apartmanı gibi dekore edilmiş
: ortada bir yatak, yatağın sol yanında iki kişilik bir koltuk duruyor, onun arkasında giriş kapısı, yatağın kıçının dibindeki kapı banyoya açılıyor, başucundan ise mutfak bölgesine varılıyor, bir bölümü kırmızı tuğla ile kaplı duvar üzerinde çeşitli tablolar asılı duruyor, yatağın üzerinde ise orta yaşlı bir adam ve sevgilisi çıplak bir vaziyette oynaşıyor, öpüşüyor ve koklaşıyorlar, maşallah, maşallah... Sevgililerden biri 50’nin üzeri, diğeri ise 30’un altı. Oyun, bu iki insan arasındaki tartışma ve hesaplaşmaya dayalı. Tartışmaya neden olan şey ise iki ayrı kuşağın temsilcilerinin sahip oldukları beklentiler arasındaki fark ve bu farktan doğan çatışma. Daha doğrusu şöyle, genç olanın beklentileri daha yüksek, çünkü hem onun önünde bu beklentileri gerçekleştirecek uzun bir zaman dilimi duruyor, hem de tecrübesiz olduğu için hayal kırıklığına çok az uğramış, dolayısıyla umut dolu. Olgun olanın ise kişisel tarihi hayal kırıklıklarıyla dolu, bu nedenle beklentileri de asgari düzeyde, tek istediği o anı yaşamak, o andan keyif almak, yani genç birini bulmuşken sürekli seks yapmak. Genç olan ise diğerini kendi beklentileriyle çizdiği resim çerçevesinin içine bir figür olarak yerleştirmeye çalışıyor, sevgili olmak, düzenli bir ilişki yaşamak ve belki de evlenmeyi planlıyor. Oysa iyi ve sağlıklı bir ilişki karşılıklı beklentilerin dengelenmesini gerektirir.

O akşam oyundan çıkarken Deb taksiye atlayıp, bir barda arkadaşlarıyla buluşmaya gitti, bense eve gitmek istedim. 42. Cadde üzerinden Times Square’e doğru yürüyorum, bu bölgenin göz alıcı renkli ışıkları insanın dalıp gitmesini, zihninin başka zamanlara ve mekânlara kaymasını kolaylaştırıyor. İşte o dalma anında Naciye Ercan ile geçen pazar Village’deki Dante adlı pastanede tatlılarımızı yerken aramızda geçen konuşmaları düşündüm. O da benim gibi eski bir gazeteci, şimdi burada New York’ta yaşıyor. O gün ben ona o da bana sormuştu: Neden geldin bu ülkeye? Cevabı kolay bir soru değil, şöyle ki başkalarının haklarını ararken kendi hakkı en çok yenen meslek grubu gazeteciler (muhabirler ve editörleri kastediyorum), bunun en büyük sorumlusu ise Özal çağında parlayan acımasız ve hırslı medya patronları. O patronlar grev kırarak, tatil günlerini kırparak, sigorta ödemeyerek, her üç ayda bir eleman atarak, sadece kendi beklentilerini öne çıkardıkları, çok kazanıp az verdikleri bir çeşit derebeylik kurdular; onların feodal yönetiminde çalışan gazetecilerin payına ise hayal kırıklıklarıyla beslenmiş bir çeşit travma düştü. Oysa benim hâlâ hayattan beklentilerim vardı ve kendi hayallerimi yaşamak istiyordum.
10.01.2010 - Taraf Gazetesi

Havalar o kadar soğudu ki evden çıkmak istemiyorum, hatta spor salonuna bile gitmeye üşeniyorum, mutfakta kendime değişik sıcak içecekler hazırlıyor, koltuğuma geçiyor ve lıkır lıkır içiyorum, içerken de televizyon ya da youtube izliyor veya kitap-dergi okuyorum.

Önceki günün akşamıydı, koltukta oturmuş, Art in Amerika adlı aylık sanat dergisini okuyor, bir çeşit Paraguay çayı olan Yerba Mate içiyorum. Bu çay güya Amazon ormanlarından toplanmış olan çeşit çeşit yabani bitkinin karışımıymış, içinde çeşit çeşit vitamin varmış, kına gibi kokuyor ama olsun, sağlıklı, içiyorum; yarasın.

İçerken, Hunter dağındaki maceralarım geldi aklıma. Zaten oradaki sahneler kaç gündür gözümün önünden geçip duruyor. Özellikle dağdan teleferikle aşağıya inme sahnesini anlatmam lazım sizlere: Ancak o sahneye gelene kadar bazı ek sahneler ve bilgiler vermek gerekiyor, başlıyorum: Bu Hunter dağı, Kış mevsiminde New Yorkluların kayak için günübirlik gidip geldiği bir yer. Üç saat çekiyor Bazıları bir kaç saat daha direksiyon sallayıp daha kuzeye, Vermont, New Hampshire ve Maine’e gidiyor, uçağa atlayıp ülkenin öteki yanındaki Colorado’ya gidenler de var.

Kayak takımlarımızı (bot, kızak ve sopa) yol üstündeki bir yerden yaklaşık 40 dolara kiraladık. Kayak pantolonunu satın almak gerekiyor ki 90 dolar civarında, ama ben Manhattan’da bir mağazada 19 dolara bir tane buldum, beş dolar da eldivenler tutu. Kayma alanına giriş ise 50 dolar. Bu fiyatlardan da anlaşıldığı gibi burada kayak sosyete sporu olmuş olmuyor, her gelir seviyesinden insan gidebiliyor.

Kayak bölgeleri ise kısım kısım, yeni başlayanlar, orta düzeydekiler, ileri düzeydekiler ve çok iyi düzeydekiler için ayrı kayma yerleri var. Neyse Kürt İdris (Vanlı) ve Kürt Muhsin (Bitlisli) sağolsun beni Türk Ömer’in (Ömer Karatepe) başına atıp arazi oldular. Ömercik sabırlı ve sakin biri, aramızda en gencimiz ama bizden daha bile olgun davranışlı, sağolsun bana hocalık yaptı. Başlangıç seviyesindekilerin olduğu kısımda birlikte kaydık. Düşmediğimi kanıt göstererek çok iyi bir kayakçı olduğumu iddia etti. Bense bunu pek inandırıcı bulmadım, gaz veriyor diye düşündüm. Ömercik bir süre sonra ayrıldı, ben oralarda biraz daha takıldım. Günün ilerleyen saatlerinde canım sıcak bir şeyler içmek istedi. İdris, Ömer ve Muhsin’den oluşan Kürt-Türk çetesi, bana ileri seviyedekilerin çıktığı tepeye çıkmamı, orada manzaralı bir kafeterya olduğunu, kafeteryada sıcak kakao satıldığını ve şöminenin başına geçip kakaomu içebileceğimi söylediler. Bu betimleme bana çok çekici geldi, birlikte teleferiğe atladık, dağa çıkıyoruz, korkuyorum tabii, bu teleferiklere güven mi olur, sonuçta kabloya asılı giden bir koltuktan başka bir şey değil. Aklıma ister istemez Moonraker adlı James Bond filmindeki o korkunç teleferik sahnesi geldi, aman neyse kahretsin, vardık işte. Size söyleyeyim mi bu benim arkadaşlarım cidden çıldırmış. Kendileri iyi bilenlerin kaydığı dik yamaçlı ve dar pistten aşağıya doğru kayacaklar, “sen bu işi çözdün, gel bizimle, sonra birlikte tekrar geri döner, kafeteryaya gireriz” dediler. Ne demek çözdüm canım, daha yeni başladım kaymaya, onların sözüne kanmadım tabii, dikkat etmem lazım, Allah göstermesin kolumu bacağımı kırarım, kim bakar bana buralarda. Ne mi yaptım, kafeteryaya gidip sıcak kakaomu içtim, bir de sosisli sandviç yedim, acıkmıştım çünkü. Bu arada ayaklarımı mahveden botları çıkardım, zorla çıktı, rahatladım, ayaklarımı bir kalasa çivilemişler gibi hissediyordum, o kadar rahatsız bir bot yani… Nedense kafeteryadaki pek çok insan ya Rusça ya da Rus aksanıyla İngilizce konuşuyor, Rus toplumu kayağı seviyor demek ki.

Aradan bir saat geçti, çıktım, penguenler gibi karın üzerinde ilerleyerek teleferiğe vardım, aşağı ineceğim, yukarıdan inen teleferik koltuklarında benden başka kimse yok, çünkü herkes kayarak iniyor, benim bu durumum ise kayak kültüründe utanç verici bir şeymiş. Aşağıya varana kadar sinirlerim bozuldu, öteki hatla aşağıdan gelip yukarıya çıkan kayakçılar, geçerken bana manidar manidar bakıp sırıtıyorlardı. Tanrım keşke sırtımda asılı, içinde onlarca tuvalet pompası olan bir varilim olsaydı, pompaları çıkarır çıkarır bana sırıtanların suratına mızrak gibi fırlatırdım. İndiğim noktada ise teleferiğe binmek için kuyrukta bekleyenler, ”Ooouuuuğğğğ ne oldu, bir yerini mi kırdın zavallı çocuk” diyerek bana sözlü tacizde bulundular.

Neyse bu sahneyi unutup, Hunter dağına giderken Mamaronek adlı kasabada yer alan Turkish Meze adlı lokantada yediğim birbirinden güzel yemekleri hatırlamalıyım.


TEK KELİMEYLE


Aman Allahım üçü de mi


Darvin Porter’in Newman adlı kitabında ilginç bilgiler var: Kitapta, Paul Newman’ın kendisi gibi erkeklik sembolü olan diğer Hollywood yıldızlarıyla olan ilişkileri anlatılıyor, insana, ah abiler siz de mi dedirten ilişkilerden kastım şu: adamcağız bir gün M. Brando’nun öteki gün James Dean’in koynunda uyanıyor.


Hakaret et, döv beni, söv bana


MTV televizyonunun yeni showu benim gibi pek çok kokoşa, “bu ne seviyesizlik” dedirtiyor. Sekiz gencin gündelik yaşamının işlendiği showda, narsist oğlanlar, kızlar, saç jölesi saplantısı, gym, protein içecekleri, ev partileri, bullshit (boktan) muhabbetler, hakaret, kavga ve umursamazlık var; yani hayatın gerçekleri.


Adil ticaretin malları bunlar


Kahve çekirdeği gibi bazı malları satın alırken üzerinde Fair Tade (adil ticaret) ambleminin olup olmadığına dikkat ediyorum, çünkü bu amblem, ithal edilen o malın, üreticiden üç kuruşa alınıp yüz kuruşa satılmadığını, yani üreticinin sömürülmediğini ve hakkının yenmediğini belgeliyor.


Mona Lisa Da Vinci’nin travesti hali mi


Tarihsel şöhret Mona Lisa şimdi de kolesterolüyle gündeme geldi, altı üstü bir tablo olan bu hanımefendiyle ilgili başka söylentiler de var: diyorlar ki Mona Lisa Da Vinci’nin travesti haliymiş, yani Da Vinci bu tabloda kendisini kadın olarak çizmiş, yandaki iki resmi bir karşılaştırın bakalım...
03.01.2010 - Taraf Gazetesi


Şehir yine turist kaynıyor, yerlisi yabancısı her yerden gelmişler, yeni yıla New York’ta girmek istiyorlar, büyük bir ihtimalle de çoğu Times Square’de girmek isteyecek. Televizyondan izledim, insanlar sabahın 10:00’ından itibaren Times Square’e gidip gecenin 12:00’ını beklemeye başlamışlar bile. Zaten belli bir saatten sonra meydanda yer bulmak mümkün değil, akşamın 5:00’ı gibi iyice doluyor, 10:00 gibi gittiğinizde ise meydana sadece üç-dört sokak yaklaşabiliyorsunuz, o kadar. Hiç anlamıyorum, diyelim sıkıştınız, tuvalete gitmeye kalktığınızda geri dönebilmeniz mümkün değil. Oraya bir şey içmeden gitmek lazım. Tabii biraz paranız varsa bu eziyeti çekmenize gerek yok. Diyelim ki 375 dolar verdiğinizde Hard Rock Café’nin Times Square’deki şubesine gidip orada yeni yıla girebilirsiniz. Üstelik meydandaki o kalabalığı nasıl aşıp da binaya gireceğiniz konusunda size özel bir kroki veriyorlar. Verdiğiniz paraya orada yemek yiyor, müzik dinliyor, istediğiniz kadar da içiyorsunuz. Her şey Times Square civarında olup bitmiyor tabii. Kentin öteki bar, gece kulübü ve lokantaları da özel programlar sunuyor. Çoğu mekân belli bir para alıyor, buna istediğiniz kadar içebileceğiniz açık bar da dahil oluyor. Fiyatlar mekânına göre değişiyor, 45 dolara da yer var, 400 dolara da yer var, daha fazlaya da yer var. Bazıları ise sadece aşırı talep nedeniyle 20 dolar civarında giriş ücretleri alıyor ama bedava içki yok. Benim bildiğim bir kaç bar ise giriş miriş parası almazken, müşterilerine de yeni yıla giriş ânında kadeh kaldırsınlar diye plastik bardaklarda bedava şampanya da verdi.

“Peki Hıdırcım, bunları boş ver de kendinden bahset sen, ne haltlar karıştırdın”
diye sorabilirsiniz. Olur, söyleyeyim, gizlim saklım yok, benim o gece melaikelerden pek bir farkım yoktu. Aslına bakarsanız kendime ucuz bir şampanya almış, dolaba koymuştum, bir gün öncesinden de kurufasulye yapmış hazır etmiştim: evde tek başıma, aşırı beklentilerden uzak, sakin bir yılbaşı gecesi geçirmek istiyordum. Bilirsiniz, insanlar bu günü daha çok başkalarıyla geçirmek, daha önce hiç yapmadıkları, yavan hayatlarına sıra dışı bir deneyim katacak bir şeyler yapmak isterler. Bu amaçlarına ulaşmak için de çok para harcamaya ve çok içmeye meyilli olurlar. Yılbaşı gecesine dair çok iyi vakit geçirmeye, çok eğlenmeye dayalı, bazen aşırı bazen gerçeküstü olan beklentiler gerçekleşmeyince de hayal kırıklığına uğrarlar. Ben de hayal kırıklığına uğradım ama farklı bir açıdan; nasıl mı, anlatayım.

O gün çoğu işyeri yarım gündü, ben 16:00 gibi işten çıktım. Eve gelir gelmez bir kaç ek şey daha hazırladım, sofrayı kurup sandalyeme yerleştim ve içimden dua ettim: “Tanrım, dünyada herkesin yüzü gülsün, kimse aç ve açıkta kalmasın, anneme, babama, bütün aileme, arkadaşlarıma, okurlarıma, tüm insanlara hayvanlara ve doğaya sağlık, huzur, zenginlik, Taraf’a da uzun ömürler ver lütfen.”

Yemek faslı bayağı uzundu; çok yedim, yerken de Lübnanlı, Suriyeli, Mısırlı, Faslı şarkıcıların şarkılarını dinledim. Bazı isimleri sayayım size, internetten bakarsınız belki: Ragheb Alama, Elissa, Haifa, Nancy Ajram, Rami Ayach, Fadi Andrawos, Wael Kfoury ve Samira Said. Bu şarkıcıları dinledikçe Türkiyeli popçuların onların müziğini nasıl yağmaladığını da keşfedeceksiniz.

Yemek sonrası her zamanki yerime, koltuğuma geçtim oturdum. Başıma da, bir arkadaşımın verdiği, üzerinde “Happy New Year” yazılı plastikten bir kral tacı taktım. TV’yi açtım. Bazı televizyon kanalları Times Square’den canlı yayın yapıyordu. Sütü çok severim, 23:00’a doğru canım çekti, yerimden kalkıp bir bardak süt doldurdum. Koltuğuma dönüp sütümü içtikten sonra öylece sızıp kalmışım, üstelik ağzıma bir damla şampanya bile koymadan, tüh, yeni yıla giremeden uyudum. İşte benim hayal kırıklığım da bu oldu. Böyle yani, size göre renksiz ve sıkıcı olabilir ama benim yılbaşı gecem gayet güzel geçti, çok memnun kaldım. Size aslında benim kayak maceramı da anlatmak istiyordum, kayarken dosta düşmana nasıl rezil olduğumu... Onu da sonra anlatırım artık...

Not:
Kürt gençlerine bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Yeni bir yıla girdik, bu yılı gerçekten kendiniz için yeni bir yıl yapın lütfen. Sizi tahrik edecek ve kızdıracak gelişmelere karşı sabırlı ve sakin olmayı bilin. Kendinize beş yıllık bir plan yapın. Bu süreç içinde ne yapmak istiyorsunuz, eğitiminizde ya da mesleğinizde nereye varmak istiyorsunuz, yani kendinizden beklentilerinizi ve bu beklentilerinize nasıl ulaşacağınızı netleştirin. İnanın bana eğitim, para ve entelektüel güç silahtan da sokaktaki kalabalıklardan da daha etkili faktörler. Eğer kendi hayatınızda, ailenizin ya da yaşadığınız kentin hayatında fark yaratmak istiyorsanız, bilgi ve paraya ulaşmanın yollarını bulmalısınız.


TEK KELİMEYLE

Cehennem içindeki cennet


Rebecca Solnit’in Cehennemde Kurulmuş Cennet kitabı, şu soruya cevap arıyor; neden doğal felaketler insanları birden değiştirip, mücadeleci, cesur, birbirlerine karşı fedakâr ve anlayışlı yapıyor? Ona göre bu davranış değişikliği, berbat koşullara rağmen, toplumun eskisinden daha sevinçli olmasını sağlıyor.


Pasaklı lokantanın lezzetli yemekleri


New York’un Upper West Side semtinde, Big Nick’s adlı bir lokanta var, içerisi Ankara pavyonları gibi aydınlatılmış, masalar kıç kadar, duvarlarda ise bir ben asılı değilim, üstelik her taraf kir pas içinde ama yemekleri harika, ben çok memnun kaldım.


Neee, en mutsuz biz miyiz


Yeni bir araştırmaya göre en mutsuz insanlar New York eyaletinde yaşıyormuş, en mutlular ise Florida’da. Araştırmaya bakılırsa, mutluluk ve güneş arasında doğru orantılı bir ilişki var: soğuk ve az güneşli kuzey eyaletlerinde yaşayanlar mutsuz, sıcak ve güneşli güneyde yaşayanlar mutlu.


Amerika savaşıyor Çin kazanıyor


Amerikan hükümeti, Afganistan’daki savaş için dakikada 57 bin dolar harcarken, bu savaşta tek bir kurşun atmamış ve tek kuruş harcamamış olan Çin devleti, durumdan kazançlı çıkıyor, Çin, demir kömür ve bakır ihtiyacını karşılamak maksadıyla Afganistan’da maden çıkarma hazırlıkları başlattı.