27.06.2010  - Taraf Gazetesi

Buranın Mega Million adlı ünlü bir lotosu var, çekilişler cuma ve salı günleri yapılıyor, bendeniz kafayı bu lotoya taktım, haftada iki gün oynuyorum. Eskiden oynuyor ama sonucuna bakmıyordum. Bir gün kendimi azarladım, “Müsriflik yapma Hıdırcım, para saydığın lotoların sonuçlarına bak” dedim. Kendi azarım bana iyi geldi, şimdi sonuçlara bakıyorum ama bu kez de bir şey çıktığı yok. Geçenlerde ikramiye 26 milyon dolardı (bazen 200’e falan vuruyor). Perşembe günü işten dönerken her zaman lotomu aldığım bakkala girdim, ikramiye bana çıkmış mı öğrenmek için... Daracık yıkık dökük bir bakkal dükkânı burası, Faslı iki ortak çalıştırıyor. Birkaç hafta evvel şu köşeye, ekranı uzaylı yaratık ET’ye benzeyen bir makine koydular, artık orada lotonun barkodunu okutturup, sonucu öğrenmek kolay. Ancak münasebetsiz makine ekranında yine, “Üzgünüm kazanamadınız” yazısını gösterdi. Hışımlanmıştım, hatta hışmımdan etrafı rahatsız etmeyecek ölçüde tepinmeye başladım, sonra iki dolarlık daha oynadım ve çıktım.
Yürürken, Liza Minnelli’nin Cabaret müzikalindeki “Maybe this time” (Belki bu defa) şarkısını mırıldanmaya başladım.. “Belki bu defa şans bana gülecek... Belki bu defa ve ilk defa... Kaybeden olmayacağım... Herkes kazananı seviyor, kimse beni sevmiyor... Olmalı, belki bir gün...”
Şurada bir şarapçı var; hışımla içeri dalıp 12 dolara bir beyaz şarap aldım. Allahım sen beni affet bu akşam içeceğim. Sonra hışımla evin yolunu tuttum. Beni esir eden hışmım yüzünden iştahım kaçmıştı, boğazıma tek lokma koymadan, şarabın mantarını hışımla açtım, sonra buzluğun kapısını da hışımla açıp, hışımla kapattım. Buzluktan çıkardığım küçük plastik torbanın içinde donmuş halde olan kırmızı üzüm tanecikleri, dilimlenmiş portakal kabuğu ve çilek parçacıkları vardı, torbadakilerin yarısını hışımla şarap bardağının dibine boşalttım, üzerine şarabı döktüm, bu içkinin adı Hışım Sütü, tümüyle benim tasarımım. Hışmımın şerefine içiyorum, ohh, belki hışmım geçer. Hışım Sütü’m başımı döndürmüştü, koltuğa yayıldım, hararet bastı, gömleğimi hışımla çıkarıp bir tarafa fırlattım, televizyonun üzerine gitti, pantolonumu hışımla çıkarıp öteki tarafa fırlattım, o da duvardaki büyük tablonun köşesine tutundu. Sıra çoraplarıma gelmişti, aaa, biri başka biri başka... Yok, ne ben yanlış görüyorum ne de siz yanlış okuyorsunuz. Allah sizi inandırsın 100’ün üzerinde çorabım var ve bunların sadece 15 tanesinin teki var, diğerleri yalnız. 15’i kirlenince başlıyorum kalanları birbiriyle eşleştirip giymeye...
Anlamadığım şey bu çorapların teki nereye gidiyor? Sağa sola soruyorum, “Size de oluyor mu” diye, evet oluyormuş. Jonathan dedi ki “Çorapları kurutma makinesinde kuruturken diğer giysilerin içine yapışıyor, sen kaybolduğunu sanıyorsun ama aslında onlar evde bir yerlerde, belki ceketinin kolunda, belki pantolonunun cebinde”... Batıl inançları çok sağlam olan Dan, “Yıkama makinesi çorapları döndürürken, çoraplar zamansal ve uzamsal olarak başka bir boyuta geçiyor. Hatta bunda uzaylıların da parmağı var” dedi. Dan bunu inanarak söylüyor.
Bu iki tezden hangisine inanmalıyım bilmiyordum, amaaan zaten uykum geldi, her an sızabilirim ve sızdım bile... Uyurken yüzü belirsiz bir Cin beni uyandırdı, elimden tutup Manhattan’daki Chrysler binasına götürdü. Bu Cin, çorap fetişisti olan, daha doğrusu çorapları koklamaktan cinsel haz alan diğer Cinlerle birlikte değişik kentlerdeki çamaşır makinelerinden ve çamaşır leğenlerinden aşırdıkları çorapları, bu binanın üzeri çelikle kaplı çatı katına taşıyorlarmış. Çoraplar, ters V şeklinde pencereleri olan odalarda biriktiriliyormuş. Ancak Cinler, yıllar sonra aralarında bir loto düzenleyerek, seçtikleri dört talihli kişiye çoraplarını geri vermek istemişler. Bu talihli kişilerden biri de benim. Cinle asansöre binip yukarı çıktık. Salonda, genç yaşta ölen porno yıldızı Anna N. Smith’i gördüm ilk, bacak bacak üzerine atmıştı, fileli çorapları çok hoş ama teki yok. O’nun yanındaki Napolyon’du; beyaz çorabının teki yok, olanı da diz kapağına kadar inen tayt pantolonun içene sokmuş. Şaşıracaksınız biliyorum, elindeki dört küçük şişle çorap örüyor, kendi çorabını kendi ördüğü söylentileri doğruymuş demek ki... İlerideki köşede ise Atatürk var; her zamanki gibi çok şık, yakışıklı ve karizmatik. Üzerinde diz kapağına kadar inen çok hoş bir golf pantolonu var, pantolon paçasından inerek bacaklarını örten çorabı ise halis yünden, bir teki yok ama. Atatürk’ün söylediğine göre bu çorap bir çobanın elinden çıkmış, çünkü golf sporunun anavatanı kabul edilen İskoçya’nın yaylalarındaki çobanlar, can sıkıntısından çorap örerlermiş. Hmm o perde neden oynuyor öyle, galiba arkada kendini saklamaya çalışan biri var, inanmıyorum Can Dündar bu. Belli ki Atatürk’ün kayıp çorap hikâyesini o yazmak istiyor; lütfen sevgili Can, izin ver hiç değilse bunu ben yazayım. Neyse geç kalmamalı, hemen uykumdan uyanmalı ve çorapları yazmalıyım. İşte bu yazı o yazı.


TEK KELİMEYLE

 

Biz mutlu sanat satıyoruz kardeşim

Geçenlerde Madison Caddesi’nde yürürken güneş başıma geçti ve ben de çareyi serin bir galeriye sığınmakta buldum. Galeriyi Guy Vardi ve Mor Danon adlı iki genç yönetiyor. Gençler, farklı ülkelerden getirdikleri sanat eserlerini burada satıyorlar, ancak eser alırken kıstasları var: eserlerin insanda mutluluk hissi uyandırması. Şu gördüğünüz Dorit Levinstein’in 22 bin dolarlık eseri gibi.

 

Nedir bu solun sizden çektiği

New York’ta yaşayan sanatçı Semih Fırıncıoğlu, performidea.net adlı sitesinde, sanat öğrencileri için zihin açıcı makaleler yazıyor. Bir makalesinde, sol sözcüğünün neden hep olumsuz ve negatif kavramlarla, sağ’ın ise neden pozitif ve güçlü kavramlarla ilişkilendirildiğini açıklarken bir örnek veriyor: İslamiyet’te camiye sağ ayakla ama tuvalete sol ayakla girilir...

 

Amerikalıların futbola ilgisi artıyor

Dünya kupasında Amerika’nın tur atlaması, burada oldukça heyecan yarattı. Mahallemdeki spor barları kapılarına, “Maçları bizde izleyin” şeklinde ilanlar bile astılar. TV’lerin daha çok dünya kupası haberleri vermesi ise ilginç, çünkü futbolun Amerika’da gelişememesinin nedenlerinden biri medya; saatlerce süren beyzbol maçları sayesinde çok reklam alıyorlar, futbol maçları ise kısa.

 

Kamçıla beni ne olur

Geçen pazar New York’un göbeğinde Folsom Street East denen bir sokak şenliği yapıldı, 28. Sokak’ın, iki ucu kapatıldı. 10 doları ödeyip sokağa girenler, üzerinde birbirinden ilginç deri kıyafetler olan, çoğunluğu deri fetişisti insanlarla karşılaştılar. Hatta sokak ortasında bir de sado-mozoşist kamçılama etkinliği gerçekleştirildi, resimlerini çektim ama buraya koymak istemedim.
21.06.2010  - Taraf Gazetesi

Cuma günleri, buradaki şirketlerde çalışanlar, resmî kıyafetler değil, rahat kıyafetler giyerler, bizim şirkette kıyafet konusunda herhangi bir zorunluluk yok, dolayısıyla rahatım ama bu cuma çok daha rahattım: 15 yıl önce İstanbul’dan aldığım bir pantolonum var, hâlâ saklar yazın giyerim, şalvarımsı bir modeli olduğu için çok havadar, bacaklarımı serin tutuyor. İşte bu ağarmış mürekkep mavisi pantolonun üzerine 10 dolara aldığım açık mavi, dar bir tişört giydim, altına da koyu yeşil bir spor ayakkabı: Harika görünüyordum, her ihtimale karşı resmimi çektim, okullarda rüküşlüğü anlatmak isteyen öğretmenler olursa, hiç yorulmasınlar, bu resmi öğrencilere bir defa göstersinler, herkes rüküşlük nedir hemen anlar.
Neyse onu bunu boşverelim de sevgili okurlar, meğer siz benden çok daha uyanıkmışsınız, kırk yılda bir yarım ağızla sizden yazlık istedim, bana yazlık almak yerine yazlığınıza davet ediyorsunuz. Maşallah yazlıklarınız dünyanın ve Türkiye’nin her yerinde, oralara gelmek için tonla uçak parası veremem, bana masraf çıkarmayın lütfen. Ayrıca ben East Hampton’dan yazlık istiyorum, hem New York’un burnunun dibi, hem de çok güzel, bu nedenle şehrin zenginleri de hafta sonları oraya gitmeyi tercih ediyor...
Zengin dedim de, şu bizim zenginler lokantası Cipriani’ye dönelim. Geçen hafta nerede kalmıştık.. o barmen kızda kalmıştık. O gün önüme iki litrelik koca bir maden suyu şişesi koymuştu, “bunun küçüğü yok mu” soruma “yok” demişti. “Peki, bana bunu isteyip istemediğimi sordunuz mu?” deyince de, “ama siz maden suyu istediniz” cevabını vermişti. Yapılacak bir şey yoktu, kız anlamıyordu, gözlerinin içine baka baka içimden ona beddua etmiştim. (Belki şu ana kadar başına bir şey gelmiştir.)
Bu kısa hatırlatmadan sonra yine geçen haftaya dönüyorum.
... Hah, işte Abdullahlar da geldi, lokantanın sokağa bakan yüzü açık, oradaki masalardan birine oturduk. Ben bildiğiniz gibi içki değil inek sütü içerim ama bu kez bana içki lazım, aksi halde barmen kızın yaptığını unutamayacağım. Cipriani’nin kendine özgü bir içeceği var: beyaz şeftali ve şampanyadan yapılan bellini. Sizle konuşurken belliniler de geldiiii... Başparmağım büyüklüğünde bir bardağın içinde, bir dikişte içtim tabii, biraz smoothie kıvamında ve tatlı. Bir tane daha gelsin, parası umurumda değil, geldi bir tane daha. Şimdi daha iyiceyim. Ortaya bir sürü iştah açıcı yiyecek aldık. Bir yandan Doug bir yandan Asmatönümdeki tabağıma iştah açıcılardan dolduruyorlar. Bu Abdullah hakkımda bunlara ne anlattı acaba, neden bana bu kadar hizmet ediyorlar? Aslında biliyorum, ben çok iyi bir insanım, o yüzden.
Cipriani’de ana yemekler 29 ile 40 dolar arası, tatlılar 10 dolar civarında. Şehirdeki bütün pahalı lokantaların fiyatları bu civardadır zaten, fiyatlar astronomik değil yani. Dolayısıyla her New York’lu burada az çok yemek yiyebilir, ancak her yemek yemek isteyen içeri girebiliyor mu, pek zannetmiyorum. Gelenlerin çoğu ya sürekli müşteri, ya da sürekli müşterilerle gelip de buraya alışanlar. Örneğin Doug haftada iki defa buradaymış. Geçenlerde –isim veremiyorum- zenginlerden oluşan bir Türk grubu gelmiş, ancak kaba saba bulundukları için içeri alınmamışlar; gruptakiler sinirlenmiş, görevlilere rüşvet teklif etmişler ama kapıdan kovulmaktan kurtulamamışlar. Demek ki New York’ta zenginlik sadece parayla olmuyor, burada herkesin parası var, bu nedenle önce insan gibi insan olmanız gerekiyor. Umarım Ayşe Özyılmazel bu sözümden kendi payına bir şeyler çıkarır.
Neyse, dikkatimi çekti, burada olağanüstü güzel yüzlü ve güzel vücutlu sarışın (New York’ta sarışın o kadar da bol değildir aslında) kadınlar var; doğru mu yanlış mı bilmem ama söylentilere göre Cipriani yönetimi model ajanslarıyla anlaşıp, modelleri buraya çekiyor ki onların kokusunu alan çapkın, yaşlı ve zengin erkekler buraya damlasın. Hatta mekân biraz da genç güzel ve parasız kadınların yaşlı erkekleri (şeker baba deniyor) avlayıp metresliğe adım attıkları bir yer olarak da anılıyor. Bir başka söylenti daha var, buna göre lokanta yönetimi, ünlü sanatçılara özel indirimler yaparak onları buraya çekiyor. Mesela, Central Park’daki ünlü The Gate sergisinin yaratıcısı Christo ve Jeanne Claude çifti burada çok sık görülüyormuş. Lokanta yönetimi biliyor ki zengin sınıf, bohem sanatçı ve yazarları takip etmeyi seviyor, çünkü kent zenginleri, kendi sosyal kültürlerini ve hayat sitillerini oluştururken, büyük ölçüde bohem sınıftanilham alıyorlar. Zaten Cipriani ailesinin sanatçılara ilgisi yeni değil, eski: dedelerin Venedik’te açtığı ilk barlardan Harry’s’in müşterileri arasında Ernest Hemingwayve Sinclair Lewis gibi ünlü yazarlar vardı. Hay Allah! yine anlatacaklarımı tam anlatamadım, yine yerim bitti, başka zamana...
TEK KELİMEYLE
Kemalistlerle İslamcıların 10 yıl savaşları
Düşünce kuruluşu Stratfor’un 2020 yılı tahminleri ilginç. Stratfor’a göre güçlü ordusu ve ekonomisiyle kendine güveni artan Türkiye, bölgede baskın güç olmaya devam edecek. Amerika’nın ve İran’ın Ortadoğu’daki gücü azalacak ve yerini Türkiye-İsrail ve Mısır balansına bırakacak, ancak Türkiye’nin içindeki Kemalist-İslamcı çatlağı bir 10 yıl daha sancılı ve gergin biçimde sürecek.
JP Morgan: Başkası  olma kendin ol
New York, gelecek pazar günkü Gey Onur Yürüyüşü’ne hazırlanıyor, bu nedenle pek çok şirket gibi JP Morgan da gey çalışanlarına kokteyl partisi verdi. Şirketin tepe ismi Jes Staley’in partideki şu konuşması çok alkış aldı: “Gey çalışanlarımızdan evde gey, ofiste değilmiş gibi davranmalarını istemiyoruz, zaten zamanın çoğu işyerinde geçiyor, dolayısıyla ofiste de kendileri gibi olmalılar ki verimli olabilsinler.”
Dünyaya böyle mi açılacağız
Ülkemizle iş yapan Amerikan firmalarının en büyük şikâyeti, Türkiye’deki şirketlere gönderdikleri önemli e-maillere günler sonra cevap almaları, üstelik telefon ettiklerinde aradıkları insanlar hep toplantıda oluyor. Hatırlatayım, dünyayla iş yapmanın temel ve basit bir kuralı var: gelen mesajları dikkatlice okuyarak ânında cevap vermek ve karşı tarafı gelişmelerden sürekli olarak haberdar etmek.
İşte şimdi Çin emperyalist olabilir
Dünya ekonomisindeki etkinliği sürekli artan Çin, aynı etkinliği kültür ve sanata da taşımak ve bu alandaki rakibi Amerika kadar etkin olmak istiyor. Nitekim Çinli işadamı Jon Jiang, Avatar gibi bir film yaptırmak için parayı bastırdı ve yerel değil uluslararası bir ekip topladı, hatta Empires Of the Deep adlı bu filmin konusu da yerel değil, evrensel efsanelerden ilham alınarak yazılmış.
13.06.2010  - Taraf Gazetesi

Benim garip bir huyum var, eminim çok merak ediyorsunuzdur: açıklayayım: o huy şu: dakik değilim: bundan yola çıkıp da randevularıma geç gittiğimi düşünmeyin: tam aksine:randevularıma zamanında değil, geç de değil ama hep erken gidiyorum: O gün Abdullah’la (Karataş) buluşacağım: yine erkenciydim:::: Abdullah yanında arkadaşlarını da getirecek: o arkadaşlar kimdir: necidir hiç sormadım bile: beni ilgilendiren tek bir nokta var: buluşmanın gerçekleşeceği lokantada yiyeceğim yemekler: Abdullah oranın yemeklerini çok övmüştü: dolayısıyla o övülen yemekleri düşündükçe çok heyecanlanıyordum: hatta bakın şimdi bile heyecandan terlemeye başladım: bari şu ceketimi çıkarayım da rahatlayayım: garavatımı da gevşeteyimmmm: hah böyle daha iyi: aslında elimde olsa: kunduralarımı da çıkarır: öyle yürürdüm ama olmaz: bir gören olur::: Bu arada dikkat ettiniz mi: bu paragrafta ne çok noktayı üst üste koydum: bu benim yeni tikim: arada bir tutuyor:
Saat 7:00’ye geliyor, hava çok güzel, yukarıda güneş var, mavi gökyüzü var, her şey tam bir yaz günü dekoru gibi... Vaktim var ya, sağa sola bakıyor, iki ileri bir geri yürüyor, böylece zaman öldürüyorum. Ouuooo! şu ön tarafı boydan boya açık olan Diva adlı lokanta ne güzelmiş, içerden de güzel kokular geliyor, kartlarını alayım, belki başka bir zaman da buraya geliriz. Olamaz! Ben şu adamı tanıyorum, tamam hatırladım, New York Film Günleri’nin açılış kokteylinde tanışmıştık.. İsmi Naci Yangın ama o gün keyifsizdim, fazla konuşamamıştık, çünkü Burcu Kara adlı o soğuk bakışlı oyuncu kız beni çok sinirlendirmişti. Güzel güzel sohbet ederken, sorduğum soruya öyle bir cevap vermişti ki elimdeki sigaraböreğini onun sağ burun deliğine sokmak, geriye kalan uzun kürdanı da diş etlerine saplamak istemiştim. Neyse bu kötü hatıraları, içimdeki karanlık dehlize geri yolluyorum ve daha fazla bir şey hatırlamak istemiyorum. Şimdi, beye dönelim. Bey, beni içeri davet etti, sağolsun, ne iyi bir insan, “arkadaşlarımla buluşacağım” dedim, “içki içmeye gelirsiniz” dedi, sesimi çıkarmadan elimi sallayıp uzaklaştım.
İşte geldim, galiba, şurası olmalı, anacım ne bir tabela var, ne de kapısında numara yazılı, görünümü lokanta ama, öyleyse orasıdır. Bu arada ceketimi tekrar giyiyorum, ne olur ne olmaz, ne de olsa dünya sosyetesinin, George Clooney gibi Hollywood yıldızlarının, Rihanna gibi şarkıcıların, zengin işadamlarının, Kim Kardashian gibi ne iş yaptığı belli olmayan starlarıngeldiği bir mekâna giriyorum. Henüz 7’ye 15 var, buluşma saati 7:00, içeri giriyorum, müşterileri kapıda karşılayıp yer gösteren benim yaşlarımda biri var: “burası Cipriani mi” diye sordum, “evet” diyor, çok fazla şakacı ve çok fazla şovmen; yeter senle canım konuşmak istemiyor. Bara geçip oturdum, küçük bir yermiş, dekorasyonu çok sade, sıradan bir lokanta gibi, bar sandalyeleri de çok kötü, kıpırdatamıyorsunuz çünkü çok ağır, oturması zor, oturunca rahat değil. Kendime bir madensuyu söyledim, barmen kız İtalyan, zaten bu lokanta zincirinin kurucusu ve sahipleri de İtalyan. Oldukça ağır, güzel bir İtalyan aksanı olan barmen kız, bana iki litrelik bir madensuyu şişesi açtı. Küçüğü yok muydu dedim, yook dedi, işte şimdi bu kızdan hiç hoşlanmamıştım, elimi saçlarının arasına daldırıp bir yumak tüyle geri dönmek istiyordum, acaba bu şımarık kıza nasıl kan kusturabilirdim?
Cevabını  Allah kısmet ederse haftaya yazmayı planlıyorum. Ayrıca jet sosyetenin uğrak yeri olan bu mekânda dönen dolapları, içeriye alınmayan çağdaş maganda Türk milyarderlerini, sosyetenin değişen eğlence anlayışını ve o akşam çok güzel sohbet ettiğimiz Wall Street’in yetenekli iki genci, yani Doug ve Asmat’ı anlatacağım. Perdeyi kapatırken şunu söyleyeyim: Akşam yemeği sona erdiğinde kapıda beni markasını bilmediğim siyah: greyder gibi bir araba bekliyordu: evime götürmek için: Bu da Abdullah, Doug ve Asmat’ın bana sürpriziydi: Görüyorsunuz değil mi sevgili okurlar: eller kıymetimi nasıl da biliyor: sizinse bana hiçbir faydanız yok: aranızda para toplayıp benim için bir yazlık bile alamadınız, ama iş işten kesinlikle geçmiş değil: alacağınız denize manzaralı yazlığın penceresinden bakar: sırf siz okuyasınız diye yazılar yazarım artık: Neyse kaçmalıyım: yine tikim faaliyete geçti: baksanıza noktaları üst üste koymaya başladım:
TEK KELİMEYLE
Petrol çağının sonu mu
Amerika, BP şirketinin Meksika körfezindeki petrol sızıntısı nedeniyle, tarihinin en büyük  çevre felaketini yaşıyor. Aslında bu durum 70’lerde parlayan ve günümüzde savaşlara sebep olmakla suçlanan petrol enerjisinin imajını  iyice zedeledi. Her işte bir hayır vardır derler ya, öyle, bu gelişmeler, güneş ve rüzgâr enerjisine destek veren Obama yönetiminin önünü açmış olacak.
Ajda Hanım i-Pad’iniz hayırlı olsun
Doğan Müzik’in başarılı  yöneticisi Samsun Demir sevdiğim bir arkadaşım. Geçenlerde eşi Özden Hanım New York’taydı ve şiddetle iPad arıyordu; kendisi, eşi ve bir tane de Ajda Pekkan için. Ancak talep fazlası yüzünden mağazalarda yeterli iPad yoktu; ayrıca bir kişiye ikiden fazla iPad satılmıyordu, sonunda Ajda Hanım için iPad bulundu. Demek ki Ajda’nın başarı sırlarından biri teknolojiyi yakından takip etmekmiş. 
Gökdelen tepesinde arı  beslenir mi?
Geçen pazar günü Brooklyn Botanik Bahçesi’ni (Brooklyn Botanical Garden) dolaştım. Giriş  8 dolar, yani kapıda 20 dolar kesen New York Botanik Bahçesi’nden daha ucuz. Burası biraz daha çiçek ağırlıklı ve daha güzel, resimde elimde tuttuğum broşür ise parkın 100. kuruluş yıldönümü kapsamında yapılacak Arı Günü Partisi’nin broşürü. Bu partide, Manhattan gökdelenlerinin damında beslenen arıların balları da tadılacak.
Amerikalı  Kürtler, Vera’larını kaybetti
Vera B. Saeedpour’dan daha önce bu köşede bahsetmiştim, New York’ta yaşayan bir Kürt ressama âşık olmuş, onunla evlenmiş ve onu erken kaybetmenin acısını  unutmak için Brooklyn’de Kürtlere adadığı bir kütüphane-müze kurmuştu. Vera, geçtiğimiz ay sonunda 80 yaşında hayata veda etti. En son beş ay önce bol kahkahalı bir telefon konuşması yapmıştık kendisiyle, umarım Kürtler O’nun bıraktığı mirasa sahip çıkar.
06.07.2010 - Taraf Gazetesi

Binnaz Saktanber ve Kaan Nazlı şeker gibi iki genç; galiba yarı yaşımdalar, tam emin değilim. İkisinin de ekmeklerini kazandıkları iyi kötü bir işleri var, sabahtan akşama vakitlerini alan işlerinin yanı sıra, Moon and Stars Project adlı organizasyonun çatısı altında çeşitli kültür-sanat faaliyetleri düzenliyorlar. Benim gibi hazırcılar da gidip o etkinliklerde film izliyor, müzik dinliyor... Ancak her defasında, ikisi için de dua ediyorum, çünkü ben çok iyi bir insanım.
Efendim, Moon and Stars Project’in en son etkinliği, geçtiğimiz ay Hrant Dink anısına New York’ta gerçekleştirilen konserdi. Konsere, ünlü Ermeni müzisyen Arto Tunçboyacıyan ve Rock müzisyeni Yaşar Kurt katıldı. Konserden bir kaç gün sonra Kaan ve Nazlı beni Arto ile buluşturdular, Ancak Arto ile konuşmam Türkân’ı biraz hayalkırıklığına uğrattı, çünkü müzik dışında her konudan konuştuk. Ne yapayım, yok şekerim şu akımdan etkilendin mi, yok bu müzisyenleri sever misin, beste yaparken ayaklarını leğendeki sıcak suya koyup tespih çektiğin oluyor mu, dolunaya bakmak sana nasıl ilham verir türünden sorular sormak istemiyorum.
Arto da benim kafamda, avangard folk olarak tanımlanan kendi müziği üzerine konuşmaktan çok hoşlanmıyor, ikimiz de onun müziğini analiz etmeyi müzik yazarlarına bırakıyoruz. O da ben de Amerika’da göçmeniz, dolayısıyla Arto’nun hayat macerası daha çok ilgimi çekiyor.
Arto İstanbul Florya’da, o zamanlar fakir bir köyü andıran bir mahallede doğmuş. Çok eski olan evlerinin damı akıyor, kışın camından soğuk giriyormuş. Dedeleri neneleri Anadolu’dan göçüp gelmişler. Babası Çorumlu, annesi Sivaslı, iki taraf da Ermeni. Çocukken hem okula gidiyor hem de çalışıyormuş Arto; su satmış, ayakkabı boyamış, eve dönerken, tıpkı babasının yaptığı gibi, tıpkı bir erkek gibi fileyi erzakla doldurup gururla annesine veriyormuş, daha çeşitli yemekler yapabilsin diye... Bir süre sonra okuldan kopmuş, belki de soğumuş o da tam bilmiyor. “Orada biz Ermenilerin ne kadar kötü olduğu öğretiliyordu” diyor. Küçük bir çocuk için üstesinden gelinmesi zor bir travma aslında. Arto sonraları Allah ne verdiyse, marangozluk, kuyumculuk her işi denemiş. O sırada ud çalan abisi Onno, ünlü sanatçılarla çalışıyormuş. Arto bir gün tesadüfen sahnede darbuka çalmış ve kaderi abisiyle aynı yöne kaymış, müzisyen olmuş.
“Peki, sen Türkiye’yi neden terk ettin Arto” diye soruyorum. “İnsanı kendi toprağında yabancı gibi hissettiriyorlardı, askerdeyken gayrı Müslimler öne çıksın diyorlar mesela, korkuyorduk, annem sonraları Amerika’daki evimde bile siyaset konuştuğumuzda pencereleri kapatıyordu. Türkiye’de milliyetçilik ile ırkçılık birbirine karıştırılıyordu o zamanlar, bir dekibar ırkçılar var, Cumhuriyet gazetesi gibi. İşte bütün bunlardan rahatsız olan ben biraz da kendimden kaçmış oldum, çünkü düşündüğümü direkt söyleyen biriydim, abim Onno Tunç’a ise duygularını müzikle ifade etmek yetiyordu. “Ermeni olduğun anlaşılmasın diye ismini değiştirmeyi düşündün mü” diye soruyorum, “İsim insanın haysiyetidir, haysiyetimle oynayamazdım” diyor ve ekliyor: “Adım Arto değil de Mehmet olsaydı belki de farklı bir Türkiye çıkacaktı karşıma.”
Buralara bir Amerikalı ile evlenerek gelmiş Arto, İngilizceyi de iyi bilmiyormuş. Önce Florida sonra New York... işyerlerini gezip saati 10 dolara (iyi paraymış valla) sandviç satmış, sonra sokakta darbuka çalmış ardından kulüplerde iş bulmuş ve bir de bakmış ki müzisyenlikle geçimini yapabiliyor. Böylece Amerika’daki müzik kariyeri de başlamış. Şimdi ise dünya çapında bilinen bir müzisyen. “Geçmişe baktığında en çok neyi özlüyorsun?” deyince cevabı şu oluyor, “Türkiye’deki hayatımı özlüyorum, özlediğim her şey orada, doğduğum topraklarda, abim Onno’yu (Tunç) özlüyorum, benim en iyi arkadaşımdı 1996’da kaybettik. Onunla her şeyi konuşabiliyordum, içimi döktüğümde söylediklerimi bir gün aleyhime kullanmayacağından emindim, bana gerçekten yardım etmek istediğini, korumak istediğini biliyordum, ona çok güveniyordum.”
TEK KELİMEYLE
Montreal Jazz Festivali yaklaşıyor
En saygın müzik etkinliklerinden olan Montreal Jazz Festivali bu ayın 25’inde başlıyor. Dünyanın dört bir yanından Montreal’e akın edecek insanlar. Temmuz’un 6’sına kadar hem seçkin müzisyenleri izleme, hem de güzel havadan istifade ile Montreal’i görme şansı bulacaklar. Ben de oradayım, Lionel Richie’nin Casandra Wilson’la vereceği konseri ve Arap ezgilerini Jazz’a uyarlayan İbrahim Maalouf’u merak ediyorum.
Türkiye tek ayaklı  bir köprü değil artık
The American Conservative adlı yayında, Daniel Larison imzasıyla çıkan makalede, Türkiye ile ilgili ilginç bir değerlendirmede bulunuldu. Özetle şöyle: “Batılılar Türkiye’nin köprü olduğunu söyleyip duruyorlar ama bu köprünün iki ayaklı olabileceğini, bölünmüş iki kesimi birleştirmesi gerektiğini unutuyorlar. Artık her şey değişti. Türkiye iki ayaklı bir köprü şimdi, bir ayağı Batı’daysa diğer ayağı Yakın Doğu ülkelerinde.
THY’nin işlevsiz internet sitesi
Türkiye ye geliyorum, New York-Montreal-Paris-İstanbul biletlerim tamam, iç hat biletlerimi ise alamadım. Güvendiğim için Türk Hava Yolları’nın internet sitesine girip, İstanbul-Elazığ-Ankara-İstanbul biletimi almaya çalıştım, olmadı; program işlemiyor. Sitenin bunun gibi tonla problemi var, THY’cilere kendi sitelerini arada bir test etmelerini, reklama döktükleri parayı biraz da altyapıya harcamalarını öneriyorum. 
Sigaracılarla New York’un kavgası
Aralarında Philip Morris’in de bulunduğu önde gelen sigara firmaları, New York kenti yönetimini dava ettiler; nedeni ise şehir yönetiminin, sigara satan yerlere sigara karşıtı ilanlar asma zorunluluğu koyması. Bu ilanlarda sigaranın beyne, ciğerlere ve dişlere ne kadar büyük zararlar verdiği apaçık resimlerle izah ediliyor. Sigara şirketlerine göre ise ilanlar sigara satıcılarının işlerine köstek oluyor.