05.09.2010  - Taraf Gazetesi



Oy annecim oy, çok yorgunum. Cuma günü İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan Türkiye’ye giriş yaptım. Pasaport kontrolünü geçer geçmez gidip oy sandıklarını buldum. Ne güzel ne cici sandıklar, onlara bakarken bunlardan harika arı kovanı olur diye düşündüm. Hemen valizlerimi yüklediğim el arabasını kenara park ettim. Bana gülümseyerek bakan görevlilere nüfus cüzdanımı ve pasaportumu uzattım. Onlar da TC kimlik numaramı bilgisayara girip, Amerika’da ikamet ettiğimi teyit edince elime bir zarf, bir küçük mühür ve bir de oy pusulası tutuşturdular, ben de onların tam karşılarında yer alan ve mağazalardaki soyunma kabinlerini andıran kabinlerden birine daldım, perdeyi kapamaya bile gerek görmeden bastım mührümü. Böylece sözümü tutmuş oldum ve EVET dedim. Hayatımda hiç tarihe geçmemiştim, umarım bu kez 12 Eylül referandumunda ilk oy kullanan erkek gazeteci olarak tarihe geçebilirim.
Niye yorgunum ondan bahsedeyim. Türkiye’ye dönüş kararı verdiğim için New York’taki son günlerimde arkadaşlarımla sürekli bir buluşma trafiği yaşadım. Dolayısıyla özellikle son üç gün o kadar yoruldum ki başım dönüyor, gözlerim kararıyordu. Buluştuğum insanlar arasında Dan de vardı. Bari gitmeden birlikte bir yemek yiyelim dedik. Dan’i görmeyeli hafta mı oldu ay mı, unuttum. O’nu görünce şaşırdım, çünkü Dan de benim gibi kendini iyice koyuvermiş: sakallar uzamış, Gym’e eskisi gibi gitmiyor ve en kötüsü sürekli her şeyden şikâyet ediyor. Kendi Hedge Fund şirketini kurduğunu size söylemiş miydim bilmiyorum, bazen kafam karışıyor, acaba size mi söyledim yoksa Naciye’ye mi söyledim. Her neyse, onu bu hale sokan bu işi; bu ekonomide bu tür işler kolay değil.
Dan’le eve yakın olsun diye Greenwich Village’de bir yere gidelim dedik, ben randevuya ancak akşam sekizde gidebildim, ama geç geleceğimi çok önceden haber verdim. Yazık, çocukcağızın aslında 21:00’de yatması lazım ki sabah 5:00’te kalkabilsin. Aman niye yazık olsun ki biraz da o fedakârlık yapsın, çok bencil bir insan. Bu bencilliği her şeyine yansıyor, yemekte sürekli tabağımdan yemek alıyor, bu defa rokalı tavuğumdan koca bir parça aldı mesela, yanında ısmarladığım ıspanak sotemin ise yarısını götürdü. Paylaşmayla ilgili bir sorunum yok ama onun bu huyunu hiç sevmiyorum, çünkü alırken vermeyi hiç akıl etmiyor, bu onun çok fazla egosantrik olmasından kaynaklanıyor, her şeye kendi merkezinden baktığı için yerkürenin onun poposunun üzerinde döndüğünü sanıyor. Zaten ne zaman buluşsak hep kendini ve kendi acılarını anlatıyor, sanki Gothe’nin Genç Werther’i mübarek...
Dan, New York’un bütün lokantalarını tavaf ettiği için ondan bir İtalyan lokantası seçmesini istemiştim, 7. Cadde üzerindeki küçük bir lokanta var, oraya gittik. Bizim yaşlı Werther (aynı yaştayız) başladı şikâyetlerine. New York’ta artık yaşamak istemiyorum diyor. Peki neden? O’na göre bu şehrin gizli surlarından içeri sızmayı başarabilmişler için her şey egodan, egonun tatmininden ve bu egonun kendini gösterme merakından ibaretmiş. İnsanlar için ne kadar paran olduğu, nerede oturduğun, kimleri tanıdığın, hangi lokantalarda yemek yediğin önemliymiş. Bu çocuğun kafasına ya bir şey düştü ya da elindeki hisseler düştü, öyle ya şikâyet ettiği her şey kendisinde fazlasıyla mevcut. Ayrıca New York’u niye suçluyorsun canım, Allah Allah... Benzeri eğilimde insanlar Elazığ’ın köylerinde bile var.
Ayrıca kimsenin kendi egosundan rahatsız olmasına ve utanmasına gerek yok, bütün incelik, işin ayarını tutturmakta. Nitekim Dan’le buluşmamızın bir sonraki günü Naciye ile birlikte bizim Abdullah’ın kendi dostlarına verdiği iftar yemeğine gitmiştik. Orada Naciye güzel bir laf etti, “Ben New York’ta kendi egomu keşfetme imkânı buldum, çünkü ne istediğimi, neyi sevdiğimi, kendi önceliklerimin de olabileceğini asıl burada öğrendim. Türkiye’de herkes aslında biraz başkaları için yaşıyor, kendini keşfedebilmek de her insana nasip olmuyor”. Naciye çok haklı, bu şehre herkes bir yerlerden geliyor. Geldiğiniz yerlerde sizi kontrol eden güçlerin uzağına çıktığınızda kendinizi dinleyebiliyor, kim olduğunuzu daha iyi anlayabiliyor ve ona göre kendi benliğinizi ve egonuzu besleyip doyurabiliyorsunuz.

Her şey egosantrik ve allosentrik arasındaki dengeyi kurmakla ilgili.
Yani hayat ve insanlarla ilişkilerinizde sadece kendinizi merkez alan egosantrik bir tutum mu izleyeceksiniz yoksa, başkalarının tutum davranış, inanç ve sizden beklentilerini baz alıp ona göre bir tutum mu sergileyeceksiniz. Sağlıklı olan ne biri ne de öteki. Her ikisini de belli bir dengeyle kendinizde bulundurmak.


TEK KELİMEYLE


Williamsburg’de pazar gezmesi

Williamsbug, 10 sene evveline kadar insanların girmeye korktuğu bir semtti. Oysa Manhattan’dan L trenine atladığınızda sadece birkaç dakika tutuyor. Çünkü Doğu nehrinin karşı yakasındaki ilk durak Willamsburg. Buraya önce Manhattan’daki yüksek kiralara gücü yetmeyen sanatçılar taşındı, onlar sanat galerileri, küçük şirin lokantalar ve kafeler açtılar. Bunun üzerine semt güzelleşip güvenli bir hale geldi. Geçen haftasonu oradaydım, çok keyifli bir muhit, yalnız ev fiyatları patlamış, nedeni ise paralı insanların burayı istila etmeye başlaması.


Tam bağımsız gey cumhuriyeti

Geçenlerde çok sevdiğim bir gey arkadaşım söyledi, New York’lu geyler arasında bir gey ülkesi kuralım geyiği başlamış. Gerekçe özetle şöyle: “Yahu kardeşim, bize de evlenme hakkı verin, şu hakkı verin bu hakkı verin diye devlete ve millete laf anlatmaktan bıktık usandık. İyisi mi bir kooperatif kuralım, bastıralım paraları ve Musevilerin İsrail’de yaptığı gibi kendimize büyük bir toprak parçası ya da bir ada alıp orayı gey ülkesi yapalım, bağımsızlığımızı ilan ederiz, ordumuz olur, dünyanın bütün geyleri, ülkeye taşınır, müreffeh ve mutlu oluruz. Hatta biz de heteroların evlenmesini yasaklarız.”


Sarı gazeteciliğin baronu Fox TV

Sendikanın nasıl sarısı varsa gazeteciliğin de sarısı var. Gazetecilik değil manipülasyon yapmak, aslı astarı olmayan haber ve yorumlar yayımlamak, bir konuyu tam araştırmadan, altını tam doldurmadan, tümüyle yayın grubunun niyeti neyse ona göre eğip bükerek kullanmak ve sansasyonlara yönelik haberlerle kışkırtıcılık yapmak sarı gazetecilik oluyor. Frameshopisopen.com adlı blogunda medyaya ve medya diline yönelik güzel makaleler yazan Jeffrey Feldman, Fox TV’nin, Amerika’da sarı gazeteciliğin baronu olduğunu yazıyor. Nasıl mı yapıyor bunu? Obama’ya bir gün komünist, öteki gün gizli Müslüman, bir başka gün aşırı radikal gibi yaftalar yapıştırıp, politikanın rengini de sarıya çevirerek...

30.08.2010  - Taraf Gazetesi


Etrafımdaki insanlara bir haller oldu. Mat bir kaç ay evvel Manhattan’daki apartman dairesini sattı, American Express’deki güzelim işinden istifa etti, sevgilisini New York’ta bıraktı ve başkent Washington D.C’ye taşındı, ne olduğunu, niye böyle bir karar verdiğini tam anlayamadık. Deb kışın başında, yıllardır oturduğu New Jersey içlerindeki bahçeli evini satıp, şehir merkezinde bir apartman dairesine taşındı. Boston’da yaşayan ve hiç evlilik yapmamış eski arkadaşım Gülcem, telli duvaklı gelin oldu, Rana, ABC televizyonundaki işini bir yıl önce bırakıp iki çocuğuyla Türkiye’ye döndü. Bir başka arkadaşım kendi işini kurmak için istifa etti edecek, beklemedeyiz... Bu insanların aralarındaki tek ortak özellik sadece benim arkadaşlarım olmaları ve hayatlarında durup dururken ani radikal kararlar vermeleri değil. Bunların başka bir ortak özelliği daha var, hepsi 40’larında.
İşte ben bu arkadaşlarıma gülerken, aynı şey benim de başıma geldi. E, gelmezse şaşardım, çünkü nüfus cüzdanıma gelin bakın, benim de yukarıda saydığım isimlerle aynı yaşlarda yani 40’larında olduğumu göreceksiniz. 30’lar ve 40’lar bir insan için silkeleyici yaşlar, kendini hayatın bir noktasında mahsur kalmış gibi hissettiğin, aynı rutinden sıkıldığın ve hayatında değişim yaratmak istediğin yaşlar... Ünlü Amerikan düşünürü Thoreau 30’una yaklaşınca gidip ormanın içinde bir kulübede tek başına yaşamaya karar veriyor, yazar Hermen Hess’in karısından ayrılıp İsviçre’deki dağlık Montagnola bölgesinde inzivaya çekilmesi ise 40’larına denk düşüyor. Demek ki bu yaşlar hakikaten zor. Kendinizi en çok sorguya çektiğiniz, kendi kendinize yaşattığınız hayalkırıklıklarını ve kaçırılmış fırsatları en net biçimde görebildiğiniz, kendinizi beklentilerinize cevap veremediğiniz için fazlaca ve haksızca suçladığınız ve bütün bunların ardından çok uçta kararlar alabildiğiniz iki ayrı dönüm noktası: 30’lar ve 40’lar... Peki, ben ne karar verdim dersiniz? Kararım şu: 2001’den bu yana yaşadığım, çok sevdiğim ve hatta ikinci vatanım olarak gördüğüm Amerika’dan Türkiye’ye dönmek. Bu kendi başına yetmiyormuş gibi Anayasa referandumunda EVET oyu kullanmak için dönme tarihini iyice öne aldım, çünkü döndüğümde ülkemi daha demokratik bir ülke olarak görmek istiyordum. Dolayısıyla hazırlıkları bir an önce tamamlama gayretine girdim, iki ayağımı bir pabuca soktum; kolay değil memleket değiştiriyorsunuz. Bu nedenle, şimdilerde pılımı pırtımı toparlamakla meşgulüm. Pılı pırtı da topla topla bitmiyor; yorucu ama işin bir de duygusal yönü var; geçmişinizle bir yüzleşme ve hatırlamalar yaşıyorsunuz bu süreçte. Örneğin Murathan Mungan’ın hediye ettiği ve hâlâ koruduğum kum saati çıktı karşıma ve başka şeyler; Michael Kelly’nin PBS televizyonuna staj başvurum sırasında yazdığı referans mektubu, babamın “sevgili oğlum” diye başlayan ve bana burada havaların nasıl olduğunu soran kısa ve içli mektubu, Birleşmiş Miletler’de çalışmaya başladığım ilk günde, dostlarım Laura Duffy ve Bob’dan aldığım şirin tebrik kartı, melankolik melankolik bakan ve hiçbirinde gülmediğim mutsuz Boston günleri resimlerim, bir Thanksgiving günü sevgili dostlarım Hüseyin ve Şükriye Aktaş çiftinin evinde çocukları Serdıl ve Deniz’le çekilmiş bir başka resim... Bütün geçmişi bu eşyalar üzerinden izlerken enerjimin vücudumdan çekildiğini hissettiğim anlar oldu, dizüstü çöküp öylece kaldığım anlar: kâh ağladığım, kâh güldüğüm... İnsanlık halleri işte, oluyor. Bu arada buraya bir not düşmek istiyorum, KÂH sözcüğünün sevimsiz ve saçma bir sözcük olduğunu düşünüyorum, bu seferlik kullandım ama bir daha asla olmayacak.
Pılı pırtı toplarken bir sürü de elbise çıktı, onları güzelce yıkadım, ütüledim, torbalara koydum. Mat bu hafta iş için New York’taydı. O, ben ve Jonathan torbaları alıp evsizler barınağına götürdük. Oradan çıkınca, böylesi günlerde benimle vakit geçirdikleri için onlara yemek ısmarladım. Yemekte Jonathan sordu, “Hıdır, aldığın kararda daha önce elinde gördüğüm Eat, Pray, Love (Ye, Dua Et, Sev) adlı kitabın (bu kitabın filmi şu an sinemalarda gösteriliyor, başrolde de Julia Roberts var) etkisi oldu mu?” Jonathan’ın söz ettiği bu kitapta 32 yaşında mutsuz bir yazarın kocasından boşanıp her şeyi bir kenara bırakması, sonra da Hindistan, İtalya ve Endonezya gibi ülkelere gidiş serüveni anlatılıyor. Bir ülkede midesini, diğerinde ruhunu, ötekinde ise kalbini doyurmaya çalışıyor. Ben de 33 yaşımda Amerika’ya göç etmiştim ve çok mutsuzdum. Şimdi 40’larımdayım, üstelik çok da mutluyum ama geri dönüyorum. Çünkü aklım hep Türkiye’de, oradaki anne babamda... Dolayısıyla bir gün gelir de yaşlanırsam şu konularda pişmanlık yaşamaktan korkuyorum: Türkiye’ye gitmediğim, orada Amerika’da kazandığım tecrübelerimle kendime yeni bir hayat kurmaya çalışmadığım, annemle babamı sadece uzaktan sevmeye çalıştığım, ev yemekleri yiyemediğim ve özellikle taşradaki insanların sıcak davranışlarıyla beslenemediğim için. Bu nedenle Jonathan’ı şöyle cevapladım: “Beni asıl baştan çıkaran Jorge Luis Borges’in 85 yaşındaki duygularını yazdığı Anlar adlı şiiri”. Hatta Iphon’dan hemen bulup onlara şiirin bir kısmını okudum, size de Can Akın’ın çevirisiyle ve azıcık kısaltarak okuyayım bari: Eğer yeniden hayata başlayabilseydim/ İkincisinde, daha çok hata yapardım/ Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım/ İlkinde olmadığım kadar neşeli olurdum/ Çok az şeyi ciddiyetle yapardım/ Temizlik asla sorun bile olmazdı/ Daha fazla risk alırdım hayatta/ Daha fazla seyahat ederdim/ Daha çok güneş doğuşunu izler/ Daha çok nehirde yüzerdim/ Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine/ Yaşamın her ânını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben/ Elbette mutlu anlarım oldu ama/ Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu/ Farkında mısınız bilmem/ Hayat budur zaten: Anlar, sadece anlar.”
Ardından onlara Can dostum Semih Fırıncıoğlu’nun bana söylediği bir sözü aktardım, “Hıdır bu tür değişimler insanın içinde gerçekleştirdiği bir çeşit bahar temizliği gibidir. Merak etme 50’sine geldiğinde kendinden daha memnun olacaksın, o zaman her çok şey daha iyi olacak.”

Not
: Özür dilerim, hazırlık telaşıyla bu hafta Tek Kelimeyle bölümünü hazırlayamadım.
22.08.2010  - Taraf Gazetesi




Cumartesi öğleden sonraydı , benim en rahat en gevşek olduğum gün. Chelsea civarlarındayım, küçük dükkânları, kitapçıları gezip öylesine bakınıyorum... Üzerimde, arka tarafında çok ayıp yazılar yazan yırtık pırtık bir tişört var, altımda ise her zamanki gibi şort, yani benim haftasonu üniformam.
17. sokağın üzerinde Angel Street Thrift Shop adlı ikinci el esyalar satan bir yere girdim. Buraya insanlar evlerindeki eski mobilyaları , elbiseleri, süs esyalarını, takıları bağışlıyor... Burayı işleten ise HIV/AIDS’liler ve zihinsel olarak sağlıklı olmayanlara ücretsiz yardım eden bir kuruluş. Sağı solu incelerken bir baktım bizim Murat Berk aradı; “Gel seni bu akşam bir yere götüreyim” diyor, azıcık düşündüm düşündüm, “olur” dedim. Sonra kendime bir gömlek-pantolon almak için oradan çıktım. Gideceğimiz yer bir dergâh ve ben oraya bu kılıkta gidemezdim; Allah korusun çarpılır marpılırım, neme lazım.
Tam ben kasada ödeme yapıyordum ki Murat aradı, “Geldim köşedeyim”. Akşamın 7:00’si olmuştu. Hızla dışarı çıkıp, atladım arabaya.. Manhattan’daki West Broadway üzerinde yer alan dergâha doğru gidiyoruz. Arabada bir yandan da yeni aldığım pantolonu giyiniyorum, gömleği zaten giymiştim. Bu arada biraz heyecanlıyım, hayatımda hiç dergâha gitmişliğim yok ki...
İşte geldik, arabayı parkedeceğimiz yeri de bulduk... Orada biraz oyalandık, çetemizim öteki üyesi Abdullah Karataş da geldi. Oruçlu, beti-benzi solmuş, belli çok halsiz, kolay mı bu uzun yaz günlerinde oruç tutmak. Ben oruç tutmadığım halde şimdiden çok acıktım. Neyse üçümüz birlikte içeri girdik. Alt katta küçük bir giriş yeri var, ayakkabılarımızı burada çıkardık. Bizimkiler yukarı abdest almaya çıktılar. Bense dar, yüksek tavanlı ve uzun bir salona girdim. Duvarlar beyaz badanayla boyanmış tuğladan, yerde birbirinden farklı halılar, içerde başında dantel takke bulunan gözlüklü bir kadın var, önündeki rahleye laptopunu koymuş, ne okuyor bilmiyorum. Bir yaşlı kadın ile genç bir kız girdi içeri, gidip ileride halının üzerine sırtüstü uzandılar, Tanrının evi burası elbette rahat olmalılar. İki kadının da başında saçlarının yarısını kapatan şeffaf tülbentler var. Sağ kenarda siyah bir erkek dua ediyor. Az ileride sarışın çok güzel bir kız yoga yapar gibi öylece oturmuş. Aslında burası bir meditasyon merkezi gibi, bir huzur durağı sanki, ruhu gündelik hayatın çalkantılarıyla yorgun düşen pek çok New Yorklu için dinginlik bulacakları bir mekân. Fonda büyüleyici sesli bir müezzin müzikal biçimde Kur’an okuyor. Ben de bir köşeye çekilip oturdum, düşünüyorum, ama kara kara değil tabii... Aniden bir kelebeğe dönüştüm ve tavana doğru yükeselmeye başladım. Duvar ve tavanın kesiştiği çizgiye yakın asılan, üzerinde Arapça yazılar bulunan yuvarlak çerçevelerden birinin üzerine kondum, sonra diğerine, sonra diğerine.. ardından gidip ağaçtan ahşap oymalı mihrabın altına girdim, sonra çıkıp karşı köşedeki minberin üzerinde iki tur attım ve aşağıya doğru pike yaparak gelip eski yerime oturdum.
Gözüm buranın şeyhi olan Shaykha Amina al-Jerrahi’yi arıyor. Ama bugün yokmuş. Kendisi Amerikalı. Türkiyelilere çok büyük sempatisi varmış. Nedeni ise bu sufi akımını New York’a getiren Muzaffer Ozak. Karagümrük’teki Cerrahi Tekkesi’nin bu ünlü hocası 80’lerin başında çıktığı Avrupa turunun ardından Amerika’ya geçiyor ve orada da temaslarda bulunuyor, yaptığı konuşmalarla pek çok insanı etkiliyor. Onun ardından Manhattan’da burası, yani Nur Aşkı Cerrahi Dergâhı doğuyor. Bir de Tosun Baba’nın başında olduğu ikinci bir dergâh var, o da New York’un kuzeyinde. Burada Shaykh Muzaffer al-Jerrahi olarak bilinen Muzaffer Hoca’nın, “İslam berrak bir sudur, içine döküldüğü her bir kabın şeklini ve rengini alır” sözünde kendini belli eden hoşgörü, açıklık ve esneklik, Cerrahilerin Amerika’da yayılmasını kolaylaştırdı. Washington, Atlanta, Kansas gibi şehirlerde merkezleri var, hatta güneyde Meksika, Brezilya ve Arjantin’e kuzeyde ise Kanada’ya kadar bütün Amerika kıtasına yayıldılar.
Bu arada namaz vakti geldi, erkekler ve kadınlar birlikte namaz kıldılar. Sonra yukarı kata çıktık, New York’taki Türk Müziği Derneği’nin üyelerinden olan Cahit Oktay ve Hüseyin Denizhan da oradaydı. Bu akşamki iftarı onlar veriyorlar. Beyaz örtülü yer sofralarında iftar açıldı. Mönüde mercimek çorbası, cacık, etli pilav, kırmızı lahana salatası, karpuz ve kivi vardı. Yemeğin ardından çeşitli ırk ve ülkelerden gelmiş bu insanlar, saz eşliğinde ilahiler okudu, Alevi türküleri de söylendi. Ayrıldığımızda gecenin 12:00’siydi. İyiki de gitmişim, güzel vakit geçirdim. Hazır Biricik Suden Hanım davet etmişken, Türkiye’ye geldiğimde ilk işim Cerrahi Dergâhı’nı ziyaret etmek olacak.

TEK KELİMEYLE

 

Samba Rumba esmer bomba

Amerikalılar sarışınlardan sıkılmış olmalılar ki esmer yıldızların popülerliği her gecen gün daha da artıyor. Öyle ya Kim Kardashian esmer, Jersey Shore adlı TV showunun yıldızı Nıcole Polizzi esmer, Desperate Housewife dizisinin oyucusu Eva Longoria esmer. Esmerlere olan bu rağbetten olsa gerek, geçenlerde sarışın bomba Pamela Aderson, Yıldızlarla Dans yarışmasında siyaha boyanmış saçlarıyla göründü ve Samba’dan girip Rumba’dan çıktı.

 

Amerika üçüncü dünya ülkesi mi oluyor

Haber sitesi huffingtonpost.com‘un kurucusu Arianna Huffington’un son kitabı Third World America ülkede her şeyin nasıl raydan çıktığına değiniyor. Kitapta, 1980 sonrasnda, insan haysiyetine saygı duymayan ve ülkeyi giderek gerileten bir sistem kurulduğu iddia ediliyor. Bundan sorumlu tutulanlar ise körükörüne serbest pazarı savunanlar, bencilce çıkarları yüzünden kısa vadeli hesap yapan işadamları ve onlarla işbirliği yapan yağmacı politikacılar.

 

Bankalar online girişimcilere köstek oluyor

Amerika’da ticaretin önemli bir yüzdesi internet üzerinden gerçekleşiyor. Bu anlamda küçük-orta ölçekli üretici ve satıcılar için internet önemli bir fırsat; bir kaç bin dolarlarla bir web bakkal kurup elinizdeki malları satabilir, hızla büyüyebilirsiniz. Ancak Türkiye’de küçük web bakkallarının kurulması çok zor, çünkü bankalar kredi kartı servisleri için çok abartılı komisyonlar talep ediyor. Bu da bağımsız internet girişimciğini doğmadan öldürüyor.

 

Bir pop yıldızını nasıl inşa edersiniz

Metro girişlerinde ücretsiz dağıtılan Metro gazetesi “Pop yıldızı nasıl yaratılır”, bu konuda bir araştırma yapmış. İşte kurallar: Herkesın yaptığını yapmayın, herkes sizi taklit etmeye başlayınca bir adım öne geçmek için değişin, Lady Gaga örneğinde oluğu gibi nasıl göründüğünüz önemli, iyi çocuk ya da iyi kız olmak pek sökmez biraz haşarı olun, ilginç bir hayat hikâyeniz, yakalayıcı bir şarkınız ve bir de güzel sesiniz varsa tamamdır.
15.08.2010   - Taraf Gazetesi

Daha şimdi girdim içeri. Hemen oturup yazımı yazmalıyım, başladım bile. Fakat önce bir kahve yapayım, belki miğdemin  şisliği öyle iner, çok yemek yedim galiba. İftar sofrasından geliyorum, sişlik ondan.  Aleviyim biliyorsunuz ama kendime söz vermiştim: Ramazanda Alevi Sunni kardeşliği için bir gün oruç tutacağım diye: işte bugün (Cuma)o sözümü tuttum: oruç tuttum: yaşasın oruç yaşasın Ramazan.
Peki oruç konusunda nasıl bir hazırlık yaptım: Bir gün önceden güzel güzel sebze yemekleri pişirdim. Hatta evdeki yalnızlığımı yenmek için şunu da yaptım:  Masasında oturacağım sandalyemin tam karşısına uzun ve geniş bir ayna yerleştirdim, akşam eve geldiğimde  aynadaki  yansımama  baka baka iftarımı açacaktım, sanki biriyle birlikteymişim gibi… Allah’tan bu planı uygulamaya gerek kalmadı. Çünküüüüüü: iş yerindeyken Zaman gazetesinin hızlı muhabiri  Mehmet Demirci aradı: ”Türk Kültür Merkezinde bir iftar yemeği veriliyor, gelir misin?” diye, gelirim dedim niye gelmeyeyim. Bu merkez Gülen cemaatinin bir organizasyonu, başarılı ve katılımı çok yüksek olan etkinlikler düzenliyorlar, çünkü hem çok çalışıyor hem de kimseye sen Kürtsun sen sen solcusun sen sağcısın şeklinde bir  ayrımcılık uygulamıyorlar
Neyse, çıktım gittim tabii. Aç ve susuzum. Yer Manhattan’da 5. cadde ile 44.sokağın kesiştiği noktada. Yolda giderken  önümde oturan siyah kadının minik örgülü saçları zaman zaman gözüme  Niagara şelalesi gibi görünmeye başladı, az kalsın içecektim. Sonunda binaya vardım. Resepsiyonda kuyruk vardı,  bekle bekle ilerlemiyor, sinirlenmiştim , bana sıra geldiğinde önümdeki diğer insanlar gibi benim de resmim çekildi. Tabii gülümsemedim, alnımda kalem tutmaya çalışyormusum gibi baktım kameraya. Görevli tüm kimlik bilgilerini kaydediyor, sanki yeni nüfus kağıdı çıkarcak. New York’da hiç bir iş binasında böyle abartılı bir güvenlik işlemi görmedim.  Ardından, her katında farklı şirketlere ait ofislerin yeraldığı binanin 6 katına çıktım. Mehmet çok kibar ve saygılı biri, beni kapıda karşıladı, tokalaşmak için elini uzattı, bir an sağ elimle bir adet kadın budu köfteyi sıkıyorum sandım, az kalsın yiyecektim ama iftara daha bir saat vardı.  Gözlerim kararmaya başlamıştı. İçeriye geçtik. U şeklinde yerleştirilmiş beyaz örtülü masaların etrafında  Türkiyeliler, Amerikalılar siyahlar beyazlar türbanlı türbansız kadın erkekler, herkes vardı. Masaların üzerindeki hurmalar ise kuzu çevirme gibi duruyordu, gözümü onların muhteşem güzelliklerden ayırıp video gösterisine  bakamıyordum bile, videoda orucun anlamıyla ilgili birileri konuşuyordu. Ayrıca bir de kanun dinletisi yapıldı, kanun sesi beni hafif yatıştırmıştı.  Derken teypten ezan sesi, ardından palastik kaplarda tavuklu sebze çorbası, izmir köfte ve salata geldi. Ye Hıdırcım… Doyduktan sonra yanımda Genevieve Harris adli  çok hoş bir siyah  kadının oturduğunu farkettim ve ona merhaba dedim. Kendisi bir sosyal bilimci. Onunla mutluluk ve yetinme arasındaki denge üzerine konuştuk. New York’da yaşayan ve hepsi iyi maş alma peşindekoşturan binlerce profesyonel için mutluluğun ölçüsünün para olduğunu söyledi Genevieve ve ekledi: “Ama yinede bir türlü mutlu olamıyorlar çünkü vardıkları her noktada daha yukarıya bakıyor ve geride olduklarını düşünuyorlar. Oysa asağıya da bakmayı bilmek lazım, o zaman pek çok insandan daha fazla şeye sahip olduğunu görüp hayatından ve kendinden memnun olman gerektiğini farkedersin. Elbette  bu yetinme duygusunun verdigi huzur  senin daha yukarı çıkamana engel değil”. Genevieve  Haiti’de çocuklara yardım programlarına katılmış, “Orada insanların yaşamını  görünce bizim bu sehirde ne çok şeye sahip sahip olduğumuzu düşünüp kendimi eskisinden daha iyi hissettim” diyor. Aslında Oruc da böyle bir şey, bütün gun boyunca açlığa katlanarak, belkide burun kıvırarak yediğin pek çok yiyeceğin değerini anlıyorsun, bu da insanı hayatındaki pek çok şeyle barıştıran, dolayısıyla huzur veren bir şey.
Türk Kültür Merkezi’nden  ve Mehmet’den ayrılınca Deb aradı, bir bardaymış, gittim, köşede durmuş, kulağında kulaklık Edith Piaf’ın Non, je ne regrette rien adlı şarkısıni dinliyor. Deb son günlerde pek mutsuzmuş ve sürekli Piaf’ın en en acıklı şarkılarını dinliyormuş, hatta O’nun şarkılarını dinleyerek uyuyormuş, terapi gibiymiş onuni çin.  Dünyanın en anahtar sorusunu sordum ben de Ona: “Neden?” Cevabu şu: “Beni yatıştırıyor, kendimi daha iyi hissediyorum, belki de  o şarkılardaki aşk ayrılıkları, sevgilinin ölümü, her şeyin anlamsızlaşması gibi bir başkasına ait  acı ve kaygıları işitince benimkiler de neymis deyip rahatlıyorumdur.”  Aslında Deb haksız sayılmaz  ben de kendimi en kötü hissettigim anlarda Claudio Monteverdi - L'Orfeo’usundan (  cehennem gidip sevgilisini geri getirmeye çalışan aşığın trajedisi) Robert Schumann – Dichterliebe’sine ve Esengul’ünkilere kadar bütün acılı şarkıları dinleyerek yatışıyorum. Sonuç olarak Deb’in söyledigi de Genevieve’nin söyledigine geliyor: Başkalarının acılarına ve sahip olamadıklarına gözümüzü açtığımızda kendi hayatımızın zenginliğini farkedip umutlanıyor ve belkide daha mutlu oluyoruz.

 

TEK KELİMEYLE


Oh... Sen benimkini ben de seninkini

Elbise alıyor sonra giymekten sıkılıp dolapta uykuya yatırıyorsunuz, verdiğiniz paraya ziyan deği mi. İşte New Yorklular buna bir çare geliştirdi, bazen barlarda partiler düzenleyip elbiselerini değiş tokuş ediyor, böylece eğlenmis de oluyorlar. Bir de meetup.com sitesi var; insanların ilgi alanlarına göre biraraya geldiği bu sitedeki arkadaş gruplarından birinin üyeleri, belli aralıklarla toplanıp birbirleriyle elbise değiş tokuşu yapıyorlar.


New York’ta nasıl ucuza yaşarsınız

Bir dergideki yazıdan ilham alarak bu şehirde nasıl ucuza yaşarsınız sayayım: Şise suyuna para vermeyin; iki dolara sürekli yanınızda taşıyabileceğiniz bir su kabı alın ve musluktan doldurup için... taksiye binmeyin... bütün lokantaları denemekten vazgeçin; eviniz favori lokantanız olsun... şarap içecekseniz altı dolara da iyisi var... tırnak oje ve saç işlerinizi kendiniz halledin... bara gittiğinizde bir içki alın ve çıkana kadar onunla idare edin.


Duvarsız hapishanelere doğru

Hapishaneler Amerika’da önemli bir iş sektörü. Ancak işin devlete maliyeti çok, bir mahkûmun yıllık masrafı neredeyse 50 bin dolar, üstelik suçluların çoğu da hapisteyken ihya olmuyor çıkanların yarısı yine hapse geri dönüyor. Bu iki nedenden dolayı, uzmanlar yaratıcı çözümler için derin derin düşünüyorlar. Çözümler arasında hapishanelerin kaldırılması ve mahkûmların dışarıda elektronik çiplerle gözetlenmesi de var.


Türkiye sanat ihraç ediyor mu

Son yıllarda New York sanat piyasasında, sadece Amerikalı ve Avrupalı sanatçıların değil, Hindistan, Rusya ve Brezilya gibi ülkelerde yaşayan sanatçılarının da eserleri satılıyor, üstelik iki milyon dolara varan fiyatlarla. Örnegin Hindistanlı sanatçı Gupta’nin yandaki eseri 144 bin dolara satıldı. Türkiyeli sanatçılar da bu ballı pazardan pay kapmaya çalışmalı, başarılı olurlarsa ihraç ürünlerimiz arasına sanat eserleri de girmiş olacak.
08.08.2010  - Taraf Gazetesi

Hiç sormayın sevgili okurlar, nazarlara geldim, durup dururken öyle bir hastalandım ki az kalsın ölüyordum valla. Yiyecek alerjisi olmuşum: elim ayağım yüzüm gözüm şişti, kendimi aynada tanıyamaz oldum. Hastalıkla savaşırken de yazımı yazamadım. Neyse sızlanmayı bırakayım, önceki hafta nerede kalmıştık, oradan başlar sonra da New York’a geçeriz... Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanımız Selma Aliye Kavaf’ın makam odasındaydıııık... Bakanımız “Ne içersiniz” diye sordu, seçenekler: gazoz, ayran, çay ve sıkma portakal suyuydu. Tabii ki sıkma portakal suyunu tercih ettim, asitli içeceklere hayır!

Bakanımızla abla-kardeş gibi güzel güzel sohbet ettik
, ne o gergindi ne de ben. Çünkü ben oraya gazeteci olarak değil yardıma ihtiyaç duyan çocuklar için bir şeyler yapmaya çalışan bir vatandaş olarak gitmiştim; o nedenle Aliye Hanım’a tuzak sorular sormak, onu sıkıştırmak, boş bulundurup ağzından skandala yolacak bir laf almak gibi gayelerim yoktu. Hem söyleyeceklerini kaydedecek teybim de yoktu. Zaten Aliye Hanım medyayla ilişkisi konusunda azıcık dertli: “İnsansınız, hata yapabiliyorsunuz, bir bakıyorsunuz bir şeyler aleyhinize öyle bir dönmüş ki...” diyor.
Selma Hanım’la uzun sohbetimiz boyunca, onun yardıma muhtaç kadınlar, yaşlılar ve çocukların mutluluğu ve rahatı için nasıl ciddi bir emek verdiğini anlama fırsatı buldum. Ekibiyle birlikte hazırladıkları ve uygulamaya soktukları güzel projeleri umarım bir gün yerinde görme fırsatım olur.
İşte portakal suyu geldiii. Önce bir yudum içtim, o ekşi ve tatlı sarışın sıvı yemek borusundan mideme inerken içime bir serinlik yaydı, midem ve bütün metabolizmam çok sevinçliydi. Çok geçmeyecek, C vitamini vücudumun her yanına yayılacak, beni iyice canlandıracaktı... Derin bir nefes aldım, vücudum hafiflemiş gibiydi, bardağı sehpaya koymadan bir yudum daha aldım; bu yudumu ağzımda azıcık beklettim, Tanrım ne hoş bir lezzet, dilimi portakal suyunun içinde biraz sağa sola çırparak ekşitmek inanılmaz bir haz veriyordu. Ardından tatlı bir karıncalanmaya uğrayan dilimin yardımıyla portakal suyunu yutar gibi yaptım ama bademciklerimin berisinde bir süre tuttum; yanaklarımdan çeneme ve oradan boyun köküme doğru okşayıcı ve kesintisiz bir dalga inmeye başlamıştı, gözlerimi kıstım, yüzümü tavana yönelttim, o keyifle kendimden geçmiş ve makam odasının penceresinden uçup gitmişim.
Gözlerimi açtığımda New York’un göbeğindeki Central Park’taydım. Yalnız uyarayım, bu bir rüya değil gerçek. Karşımda Naciye vardı ve birlikte piknik yapıyor, hazırladığı yemekleri yiyorduk. Naciye çok organize; ağzınızı sildikten sonra battaniye yapıp üzerinize örtebileceğiniz kadar kalın ve büyük olan kâğıt peçeteler, melamin piknik tabakları, plastik değil gerçek çatal bıçaklar, her türlü malzememiz tamam... Hava hafif esiyor, parkın ortasında gökyüzü manzaralı, ağaçsız ve geniş çimenlik alanın doğu yönündeyiz. Ben çimenlere yüzükoyun uzanmış halde çatalı salataya batırdım, zeytinyağıyla ıslanmış sebzelerin çıtırtısını duyuyordum; lokmayı ağzıma götürür götürmez içime serin bir yağmur yağdı sanki, gözlerimi kapamalı ve aldığım bu eşsiz hazza iyice konsantre olmalıyım. Salatalık, kayısı kurusu, hafif haşlanmış brokoli ve domatesten oluşan karışımı ağzımda dolaştırıyor, hafif çiğniyor, birazcık suyunu emiyor, sonra kalanı üst damağıma yapıştırıp bekliyor, ardından sağ ve sol yanağım arasında karşılıklı paslaştırıyor ve sonra usul usul çiğneyip yutuyordum. Tanrım ne büyük bir zevk! Umarım “seni hedonist seni” diyerek bana kızmıyorsunuzdur. Altı üstü bir salata yediğim. Biliyor musunuz, insanlar hedonizmi (hazcılık) genellikle pahalı tüketimle ilişkilendiriyorlar. Bu nedenle hedonizmin üst sınıfa ait bir duygu olduğunu düşünüyorlar, oysa yok öyle bir şey. Hedonizm herkes için; çamasır yıkarken hararet basan ve peştamallarıyla Ordu’nun derelerine kendini atan köylü kadınlarla, kendini Hilton’un havuzuna atan sosyetik kadınların aldığı zevkin derecesi arasında bir fark yok. Zaten bu üst sınıfa ait görülme, hedonizmi biraz negatif bir kavram haline getirmiş, çünkü bir tarafta Afrika’da açlıktan ölenler diğer tarafta zevk peşinde koşturan New Yorklular kıyaslaması yapılır mesela. Bu nedenle lokanta lokanta gezerek farklı lezzetler tatmaya çalışan ya da fırsat bulduğunda yeni biriyle yatmaya çalışan ve onlarla seksüel fanteziler deneyen çoğu New Yorklu içlerinin bir köşesinde kendilerini günahkâr ve suçlu gibi hissederler; sanki Vezüv Yanardağı’nın gazabına uğrayan antik Pompei’nin zevkusefa içindeki asillerinin başına gelen onların da başına gelecektir... Değil, her şeyde olduğu gibi hedonizmde de önemli olan dengeyi tutturmak, ayarı kaçınca her şey tatsızlaşıyor.



TEK KELİMEYLE



Kürt sinemasında iç rekabet

Son üç senedir Kürt sinemacılar New York’a sıkça uğrar oldu. Bu aslında New York üzerinden dünyaya açılmak isteyen Kürt yönetmenlerin kendi aralarındaki tatlı bir iç rekabetin göstergesi. Nitekim şehrin yeni misafiri Evdalê Zeynikê adlı ilk belgesel filmin yönetmeni Bülent Gündüz’dü. Kürt dengbeji  Evdalê Zeynikê nin yaşamını anlatan film, New York Bağımsız Filmler Festivali kapsamında gösterildi ve oldukça da beğeni topladı.


Çek kürekleri bedavaya

Sıcaklar New York’u da kavuruyor; bereket kentte serinleyerek yapabileceğiniz yaz aktiviteleri var, örneğin önceki pazar sabahı Hudson Nehri’nde tanımadığım bir grup insanla birlikte üç saat kürek çektim (kayaking), yoruldum, canım çıktı ama serinlemiş ve spor yapmış oldum. Kâr amacı gütmeyen The Downtown Boathouse’un malı olan kayakları bedavaya kullandık, gönüllü hocalar da bize her şeyi öğrettiler, bedavaya…


Aferin Edward kızımı sana vericem

Ünlü oyuncu Edward Norton o kadar güzel ve hayırlı işlere imza atıyor ki kızım olsaydı vallahi ona verirdim. Edward’ın kurduğu crowdrise.com adlı bir internet sitesi var. Bu site aracılığıyla örneğin bağımsız tiyatro binaları kurmak veya Afrika’da bir köyün su ihtiyacını karşılamak için yardım topluyor. Asıl önemlisi eğer sizin de bir halk projeniz varsa bu websayfası aracılığıyla kendinizi duyurup para toplayabiliyorsunuz.


New Yorklu Museviler Müslümanlara arka çıktı

11 Eylül saldırısında yıkılan ikiz kulelerin bir iki sokak ötesinde yapılacak olan cami bazı Hıristiyan New Yorkluların büyük yaygaralar koparmasına sebep oldu. Onlara göre cami yapmak ölenlere saygısızlıkmış. Buna karşı, içlerinde Haham Arthur Waskowiun (resimdeki) gibi pek çok Musevi dinî liderin de yer aldığı 30’un üzerinde Musevi sivil toplum kuruluşu bir toplantı düzenleyerek caminin kurulmasına destek verdiler.
 25.07.2010  - Taraf Gazetesi


Başlamadan evvel size bir şey söyleyeceğim: Sayın bakanımızın yer aldığı yandaki resimde garip bir sır gizli. O sırrın ne olduğunu pat diye söylemeyeceğim, çünkü sizi azıcık yormak biraz da sizinle oynamak istiyorum. Eğer cevabı merak ediyorsanız, bu yazıyı okurken olmadık yerde karşınıza çıkan koyu renkli büyük harfleri ucuca dizin ve ortaya çıkacak cümle sayesinde resmin sırrını çözün. Hadi bakalım, Allah kolaylık versin, ben şimdi her zamanki gibi normal yazımı yazmaya geri dönüyorum.
Türkiye’den New York’a dönüşümün ikinci günüydü. Metrodayım, gidiyorum, melanKolik bir ruh hAli içindeyim: Lexington Avenue durağında vagona biri girdi ve başladı vaaz vermeye, cehenneMde yanacaksınız diyor, şeytanlardan söz ediyor, sesi titriyor, hatta yer yer tehditkâr bir tona bürünüyor, bazen de bağırıyor. Tövbe YaraBbim zaten şehre yeni gelmişim, geride bıraktıklarım nedeniyle içim cehennem gibi fokur fokUr kaynıyoR, bu adam da nereden çıktı. Ayrıca ben zaten bana bir şeyi zOrLa kAbul ettirmeye çalışaNlardan kaçmışım hep, işte yine Biri geldi ve beni bUldu. Ama yok öyle yağma, bu beyefendinin beni daha fazla geRmesine izin vermemem lazım, hemeN müdahale ettim: “Hey You! hemen sesini kes, seni kesinlikle dinlemek istemiyorum, çünkü bUrada bulunan herkesi taciz ediyorsun, ya sus, ya da in ve git.” Beyefendi ânında sustu, ama anneciM bana doğrU yürümeye başlamasın mı. Ben oturduğum yerde otura kaldım. BeyeFendi geldi geldi ve başıma dikiliverdi, hâlâ suskundu. Bu arada ben hiç belli etmiyOrdum ama ecel Terleri döküyOrdum. O an içimden Şunları geçiriyOrdum: “Hıdırcım işin bitti, bu deli ya suratına bir yumruk atıp dudağını PatLatacak ve ardındAn herkese rezil olacaksın, ya da bir yerinden silah çıkarıp herkesin içinde seni katleDecek, ve gazetelere manşet olacaksın.”
Sevgili okurlar ne tesadÜftür ki aynı korkuyu Ankara’ya vardığımda da yaşamıştım. Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet BakanımıZ Selma Aliye Kavaf’ın nazik davEti nedeniyLe Elazığ’dan Ankara’ya giTmiştim. Tam araçtan indim, ayağımı kaldırıma attım, ve kafamı kaldırıp etrafa bakıyordum ki kalabalıkTan birİnin hızla bana gelMekte olduğunu gördüm. Annecim, neler oluyor. Belli etmiyordum ama yine çok korkmuştum. O an içimden şunlar geçiyordu: “ Hıdırcım, işin bitti, demek Taraf’a yazı yazarsın ha, bak gördün mü New York’lardan geldin, buralarda suikasta kurban gideceksin. Keşke Twitter’de her dakika ne yaptığını nereye gittiğini yazıp durmasaydın, istihbaratı kesin oradan aldılar, neyse şimdi ya hemen kaç, ya da yere yat ve yuvarlanarak arabaların altına gir, bir şeyler yap hadi!” Bu ses daha sözünü bitirmeden tonu farklı olan başka bir ses girdi devreye, İçimdeki bu ikinci ses de şunları söylüyordu: “Saçmalama Hıdırcım, seni öldürmeye layık görmeleri senin büyük adam olduğunu gösterir, o nedenle bir yere kaçmana hiç gerek yok, dur durduğun yerde ve ya Muhammet ya Ali diyerek öldürülmeyi bekle, fena mı yahu, öldükten sonra meşhur olacaksın.” Galiba deliriyordum, içimdeki sesler birbirine karışıyordu. Tanrım sen yardım et, bu sırada o beyefendi karşıma dikildi ve “Selam Hıdır, Elazığ’dan mı geliyorsun, Ankara’ya hoşgeldin” dedi. Hay Allah meğer bir okurummuş, inanamıyorum. Böyle şeyleri bilmiyorum ki ben, New York’ta arkadaşlarım dışında beni tanıyan yok çünkü.
Ankara’daki ikinci günümde Bakanlıklar’ın yolunu tutum, Güvenpark’ın başucundan girdim bir sokağa.. sağlı sollu bakanlık binaları, her bakanlığın önüne denk düşen kaldırım kenarında ise uzun boylu, takım elbiseli, saçları pop starlar gibi kesilmiş telsizli genç adamlar vardı. Bu gençler, BM Genel Kurul toplantıları sırasında 42 ile 46. Caddeler arasına yayılan FBI görevlileriyle, Park Avenue’deki lüks mağazaların tezgâhtarlarını çağrıştırdı bana. İçlerinden birine “Siz kimsiniz” diye sordum, güvenlik görevlisi olduklarını söylediler.
Başbakanlık binasından girip ikinci kata çıktım. Erken gitmiştim, bir süre Halil Erdoğan ile sohbet ettik, sohbeti çok keyifli, çok da samimi ve sıcak bir insan. Bazı görevliler geldi, Bakanımızın odasına kurmak için bilgisayarımı aldılar, çocuk tacizlerinin, nasıl önleneceği, bu konuda devletin, sivil toplum örgütlerinin ve hukukçuların üzerine düşen görevler konusunda bir power point sunumu yapacaktım çünkü. Sonra koridordaki odalardan birine girdik, ardından bir ara odaya ve nihayet Bakanımızın odasına. Ben azıcık gergindim, ancak bakanımız öyle güzel gülümsedi ki hiçbir şeyim kalmadı. Görüşmenin devamı haftaya. Haftaya ayrıca New York ve hedonism konusunu işleyeceğim.


TEK KELİMEYLE


Sokakta rastladıklarım

İstanbul’dayken Beyoğlu’ya çıktım ve pek çok tanıdığı gördüm: Bir kafeteryanın bahçesinde Ahmet Tulgar’a rastladım, bana kitabını imzalayıp verdi. İstiklal Caddesi’nde Genç Siviller’e rastladım, eylemden dönüyorlardı, kara gözlükleriyle Mücteba’yı tanıyamadım, Turgay Oğur’un ise gömleğine bayıldım, dilerim bana hediye eder. Ardından modacı Barbaros Şansal’a rastladım, sağolsun bana bayağı kahkaha attırdı.


Sivasspor’un markalı oyuncusu

Ankara’dan İstanbul’a dönerken uçakta yanımda bir genç oturuyordu. Başlarda suskundu, üzerindeki şort ve tişört nedeniyle Amerikalı olduğunu düşündüm, ancak Amerikalı gençlerin bu kadar marka giymeleri mümkün değildi, bu gencin ayaklarında D&G terlikler, yanında Louis Vuitton çanta, kolunda pahalı bir saat... Ben futbol dünyasından ne anlarım, meğer bu genç, Sivassporlu Fethat’mış. Neyse Ferhat’la iyi yol arkadaşı olduk.


Elazığ’da Los Angeles manzarası

Elazığlı arkadaşım İbrahim Solmaz’la Harput Balak Gazi heykelinin altında yer alan lokantada yemek yeme fırsatım oldu. Orada yediğim kavurmanın lezzetine doyamadım bir, gece manzarasının tadına doyamadım iki. Hatta aşağıda uzanan Elazığ’ın büyüleyici ışıklarına bakarken bu manzaranın Los Angeles’ın Griffith Park’tan görünüşü kadar güzel olduğunu düşündüm.


Geçmişinize saygı duyun

Elazığ’a gelen ziyaretçilerin en popüler uğrak yeri Harput’tur; nedeni bölgedeki tarihî eserler. Ancak son ziyaretimde bu eserlerin bakımsızlıktan daha da kötüye gittiğini gördüm ve üzüldüm. Elazığ’a hizmet vermek için her ay maaş alan bir valimiz ve belediye bir de başkanımız var; şunu bunu gerekçe göstermeye gerek yok, kentin tarihine sahip çıkın lütfen, bu eserler sayesinde turist çekebilir, kente para kazandırabilirsiniz.
18.07.2010  - Taraf Gazetesi

Elazığ Havaalanı köyümüze öyle yakın ki yedi dakika sonra anamın-babamın evindeydim. Evin önünde araçtan inince, beni güzel gözlü bir eşek sıpası karşıladı, ancak bana değil sanki ayakkabılarıma bakıyor gibiydi, boynunda bir yular, yuların ucunda ise bir dal parçası... Belli ki bağlandığı ağaç dalını koparıp kaçmıştı. Yaklaşıp sıpayı sevmeye çalıştım ama çifte atarak kaçtı. O sırada masmavi gözleri olan dört yaşlarında bir Kürt çocuk koşarak yanıma geldi ve elindeki kayısıları cömertçe bana uzattı, “adın ne” diye sorunca “Tolga” dedi, iyi tamam buraya kadar sorun yok, ancak köyde vakit geçirdikçe anladım ki ismi Ahmet olan Mehmet olan, Hasan olan Hüseyin olan tek çocuk yok. Bunların yerini İmge, Burcu, Berk ve buna benzer isimler almış.
Köyde isimler dışında değişen başka şeyler de vardı, örneğin gençler (özellikle genç kızlar) ve çocuklar, Elazığ aksanıyla değil, İstanbul aksanıyla konuşuyorlardı. Buranın yerel radyo ve televizyonlarında da İstanbul aksanıyla konuşuluyor, bu da gençleri etkiliyor tabii. Oysa Elazığ aksanı çok güzeldir, umarım yok olmaz, umarım yerel TV ve radyolardaki programcılar Elazığ aksanıyla haber sunarlar. Sevgili abeler, ezeler, gaggoşlar! Ben Elzıx’a gettigim zaman heç dilimi çırpmim, Allax sizi inandırsın, siz hemşerilerim nassı gonişisez ben de aynın ele gonişim...
Annem babam çok yaşlı, bu yıl onlara bir sürpriz yapmak istedik, yurdun ve dünyanın farklı bölgelerine dağılmış kardeşlerim ve ben köyümüzde buluşma kararı aldık. Sonuç olarak annem de babam da çok mutlu oldu, biz de öyle. Hasretlik sadece ana babaya değildi, doğal yiyecekleri de çok özlemiştik. Bahçede dalından koparılan yüzde yüz organik sebze ve meyvelerle beslenmek bu tatilin en güzel yönüydü. Ben Amerika’da genellikle organik marketten alışveriş ediyorum ama inanın oraların organiği bile buradaki organiklere asla yetişemez, arada büyük lezzet farkı var.
Köydeki çocukluk arkadaşlarımdan Sersegillerin Kemo, Sırpıncakgillerin İmo ve Ana Türkangillerin Memo’sunu görmek çok güzeldi. Köyümüzün insanlarını çok seviyorum, hangi yaşlıyı görsem yanaşıp “amcacım verin elinizi öpeyim” diyorum, ancak bu amcalardan bazıları yıllardır görmediğim çocukluk arkadaşlarım çıkınca çok bozuluyordum. Onlar mı yaşlı yoksa ben mi kendimi küçük görüyorum... Neyse çok yorgunum bu meseleyi geçelim.
Köydeki ikinci günümüzde, bizim buralarda ziyaret denen yatırları gezmeye başladık. İlk durak Harput’taki Fatih Ahmet Baba’ydı. İzmir’de yaşayan Gülnaz ablam kurbanlık bir keçi aldı, bu tatlı keçi sabahın erken saatinde kesildikten sonra, orada dualarımızı ettik, dileklerimizi diledik ve bir bağ evine doğru hareket ettik. Çok sempatik biri olan emmim oğlu Mustafa’nın bizi götürdüğü bağ inanılmaz güzeldi. Harput’ta yüzlercesi olan ve genellikle boz dağlarla çevrili küçük vadilerde kurulan bağ evlerinden biriydi burası. Yazın sıcağından kaçıp bu serin bahçelere sığınan Elazığlılar gibi yapmış, buz gibi kaynak suyunun önünde yer alan asmanın altına nefis bir kahvaltı sofrası kurmuştuk. Büyük ablam Fatma Öztürk kahvaltı hazırlama konusunda tam bir usta. Bahçedeki binlerce meyve ağacından yayılan güzel kokular eşliğinde şavak peyniri, taze doğranmış sebzeler ve daha bir sürü şeyle kahvaltımızı yaptık.
Kahvaltı sonrası Pertek’e geçtik. Elazığ ile Pertek arasında baraj gölü var, karşı kıyıya geçmek için arabalı vapuru kullandık. Tanrım bu masmavi sular, bu doğa ne kadar güzel. Elazığ değeri ölçülemez bir elmas bence, sadece onu tıraşlayıp değerine değer katacak çılgın fikirli milletvekillerine ve resmî yöneticilere ihtiyaç var. Bu anlamda dışarıdaki Elazığlılar da bu kente sahip çıkmalı. Fakat dilerim Elazığ’a sanayi girmez, bunun yerine daha çevreci bir ekonomi gelişir. Düşünün bir Elazığ’da Las Vegas gibi bir kumarhane bölgesi kurulmuş, zaten havalimanımız yakında uluslararası oluyor ve düşünün ki İsrail’in, Rusya’nın, İran’ın, Arap ülkelerinin ve Kafkas Cumhuriyetlerinin zenginleri sadece bir kaç saatlik uçuştan sonra bu şehrin kumarhanelerine geliyor ve para harcıyor. Belki o zaman bu kentte yüksek maaşlı iş kolları gelişir ve ekmeğini dışarıda arayan biz beyaz yakalı Elazığlılar, memleketlerine geri dönme imkânı bulur. Bizim dönüşümüz, kentin bazen çok can sıkıcı olan muhafazakâr sosyal yapısını da kırabilir. Evet, ben ciddi ciddi Elazığ’da yaşamak istiyorum ama Marksist bir yaklaşımla önce şartların olgunlaşması lazım diyorum ve şimdilik duruyorum durduğum yerde.


TEK KELİMEYLE


Muhafazakârlığa karşı türban

Elazığ iyidir güzeldir ama bu şehirde (köyleri farklı) kadınlar erkeklerin egemen olduğu alanlara pek giremez, nedeni ise Elazığ’ın kendine özgü muhafazakâr yapısı. Ancak şimdi bu durum türbanlı kadınlar sayesinde değişiyor; türbanın onlara sağladığı rahatlıkla erkeklerin dünyasına giriyorlar: dondurma satıp, tezgâhtarlık yapıyorlar, böylece kentin muhafazakâr yapısını kırıyorlar.


Köylü siyasi değil ekonomik düşünüyor

Elazığ esnafı ve köylüler, genel seçimde kararlarını ekonomik çıkarlarına göre vereceklerini söylüyorlar, örneğin geçmişte AKP’ye ve Ağar nedeniyle DYP’ye oy verenler bu kez “Kılıçdaroğlu” diyor, gerekçeleri ise şu: AKP bir dönem daha kalırsa nasıl olsa gidecekler diye bizim için bir şey yapmaz, Kılıçdaroğlu güven verici ve yeni bir yüz, üstelik doğulu ve bizim halimizden anlar”.


Elazığ’ın bestseller yazarı

Elazığlı dostum Nazım Demirbağ sayesinde, şehirde oldukça meşhur olan ve kitapları büyük ilgi gören romancı Metin Aktaş ile de tanışma şansım oldu. Son Derviş, Nişancı gibi romanlara imza atan Aktaş’ın yeni çalışması ise Sürgün. Yaşadığı bölgenin tarihini ve insanlarını çok iyi bilen Aktaş, bölge gerçeklerinden hareket ederek sürükleyici politik aksiyon romanları yazıyor.


Beş yıldızlı servis elemanları

Pertek İlçesi’ni ziyaret ederken ilçede işadamı Selahattin Şerefoğlu girişimiyle kurulan beş yıldızlı kaplıca tesislerini de inceleme fırsatı buldum. Bu muhteşem güzellikteki lüks tesiste asıl dikkatimi çeken şey, tesisin beş yıldızlı çalışanlarıydı; hepsi çok kibar, çok sabırlı ve müşterilerle iletişim kurmayı çok iyi biliyorlar.
11.07.2010  - Taraf Gazetesi

Yine yeniden Türkiye’deyim. Allah nazardan saklasın, uçak biletlerim konusunda yaşadığım sorunlar dışında her şey çok iyi gidiyor. Mesela Yalçın bana öğlen yemeği için söz verdiği ciğeri ısmarladı. Onunla İstanbul Aksaray’daki Ciğeristan’da buluştuk. Burası günün modasına uygun düzenlenmiş gösterişli bir mekân değil ama yiyecekleri harika. Bir ara sahibi İsmail Bey de masamıza geldi, hatta benimle el sıkışmak yerine, kardeşiymişim gibi sarılmayı tercih etti. Sakalları göğüslerine kadar iniyor, çok da bakımlı, neyle yıkadığını, nasıl taradığını sormayı akıl edemedim, çünkü çok yorgundum. Başı takkeli olan İsmail beyin çok da ilginç bir hayat hikâyesi var; yıllarca müzikhollerde şarkı söylemiş, şimdi ise beş vakit namazında ve lokanta işinden fırsat buldukça ilahiler besteliyor. İsmail ustanın yerinde ne yazık ki fazla bir şey yemedim sadece bazı yiyeceklerin tadına baktım çünkü akşama ev yemekleri yiyecektim, dolayısıyla karnımı fazla doyurmamalıydım. Lokantadan çıkıp Taksim’e geçtik, otomobilden indim, amacım İstiklal Caddesi’nde bir tur atmaktı, ancak İstiklal’de yürümek yerine, Taksim’den aşağıya, Kabataş’a doğru salına salına yürümeye başladım. Çok sıcaktı ve ben bu sıcağa dayanamadım, yolun yarısında taksiye binmeye karar verdim, taksinin içi de sıcaktı, çünkü klima yoktu, trafik nedeniyle taksi ağır ağır ilerliyordu, bu nedenle açık camlardan içeri giren hava serinletmiyor, aksine pişiriyordu. Kabataş vapur iskelesine geldiğimizde çok sevinçliydim, çünkü içerde klima olacağını düşünüyordum ama yoktu. Deniz otobüsü saatini terleye terleye beklemeye başladım. Umudumu yitirmemiştim, nasıl olsa deniz otobüsüne girince serinleyecektim. Ancak deniz otobüsünden içeri girdiğimde farkettim ki oradaki klima ya çalışmıyor ya da çalışıyor gibi yapıyordu; içerisi çok sıcaktı, havale geçiriyor gibiydim, kendimi hamamtasının içinde unutulmuş bir kalıp yeşil sabun gibi hissetmeye başlamıştım. Bütün bunlara sinirlenirken bir yandan da kendime sinirleniyordum, çünkü 3. Dünya ülkelerine gidip her şeyi geldikleri ülkeyle kıyaslayan ve yerli ülkeyi sinsice küçümseyen sinir bozucu Batılı yazarlara benziyordum biraz. Of of şimdi de içine düştüğüm bu düşünsel kaosa sinirleniyordum: Neye, kime, ne kadar çok, ne kadar az sinirlenip sinirlenmeyeceğimi bilemiyordum, sıcaktan bilincimi kaybetmiş olabilirdim.
Büyükada’ya indiğimde, Sue güler yüzüyle orada beni bekliyordu, neyse ki Ada serindi, Sue ile birlikte, şiir gibi bir yoldan laflaya laflaya eve yürüdük. Kapıyı Yahya açtı, Sue’nun eşi... Yahya ve Sue Marsh Akyel çok uyumlu, çok da hoş bir çift, Amerika’da tanışıp evlenmişler. Sue insan kaynakları alanında, Yahya ise biopsikoloji alanında uzman. Bu arada benim önce bir lavaboya gitmem gerekiyordu, çok terliydim ve yüzümü yıkamak istiyordum, banyodaki duşakabin de çok güzel görünüyordu, acaba içine girip hızlıca bir duş alsa mıydım, yok almayayım, bizimkiler anlayabilirdi, sadece yüzümü yıkayıp çıkayım.
Yahya ve Sue’nun hazırladığı sofra harikaydı. Karnıyarık, sigaraböreği, pilav, Yunan salatası, enginar, hepsi de benim sevdiğim yemekler. Yemekte İpek Çalışlar ve Oral Çalışlar da vardı. İpek Abla’yı biliyorsunuz, Halide Edib: Biyografisine Sığmayan Kadın adlı başarılı bir kitap çalışmasına imza attı, ama O’na asıl bağlılığım, bir zamanlar merakla okuduğum Cumhuriyet Dergi nedeniyledir. İpek Abla bu derginin yıllarca yayın yönetmenliğini yaptı. Fakat o akşam İpek Abla bana ne yapsa iyidir, yemek masasındaki bir sandalyeyi geriye çekti ve “Hıdır sen buraya otur, en büyük tabak senin” dedi, zoruma gitti vallahi. Galiba benim çok yemek yiyen bir imajım var, gözlemlediğim kadarıyla Yahya da yemek boyunca sürekli tabağıma bir şeyler koyuyor, yemiyor yediriyordu.
Bu arada size bir sır vereyim, Radikal’daki yazılarını hayranlıkla takip ettiğim gazeteci ağabeyim Oral Çalışlar çok güzel şiir okuyor, bilesiniz yani... O gece bize Cemal Süreya’dan bir şiir okudu... Oral Abi’nin sohbeti de çok hoş, samimi, rahat ve komplekssiz bir insan çünkü. Durun, size bir sır daha vereceğim, bu da İpek Abla’yla ilgili; kendisi balık gibi küçük hayvanların etini yemiyor, neden yemiyor biliyor musunuz, küçük hayvanlara çok acıyormuş, “O kadar sevimliler ki onları yiyemiyorum” diyor.
İstanbul’da fazla kalmadım sevgili okurlar, o günün ertesi sabah erkenden canım memleketim Elazığ’a geçtim. Orada başıma gelenleri de haftaya yazacağım. Tek Kelimeyle bölümü bu hafta yok, kusuruma bakmayın ne olur ama haftaya olacak.
04.07.2010  - Taraf Gazetesi


İnsan her şehri olduğu gibi bu şehri de içinde kaldıkça, şehrin yerlileriyle haşır neşir oldukça seviyor. Açıkçası Montreal’e ilk vardığımda hava biraz kapalıydı ve ben kente pek ısınamamıştım, ne zamanki bu kentte yaşayanlarla tanıştım, onlarla gezip tozdum, güldüm eğlendim, işte o zaman Montreal’i sevmeye başladım. Tanıdığım Montreallilerden biri de İrem Bekter’di. İrem’le gündüz saat 11:30 gibi, şehir merkezinin kuzeyine denk düşen İtalyan mahallesi Petite İtalie’de buluşmaya karar verdik. O gün sabah 5:00’te kalktım. Ben tuhaf bir insanım, tatilde bile horozlar öter ötmez uyanıveriyorum. Horoz kent merkezinde ne gezer demeyin, benim kafamın merkezinde de yerli yersiz öten birtakım horozlar var...
Şanslıyım, ferah, geniş ve güzel bir otel odasındayım. Yatağımın üzerinde birkaç defa gerinip, derin derin nefes aldıktan sonra aniden aşağıya zıpladım ve banyoya geçtim. Duşumu aldım, dişlerimi fırçaladım, yüzüme nemlendirici kremimi sürdüm, koltukaltı deodorantımı sıktım, tişörtümü, şortumu ve spor ayakkabılarımı giyinip dışarı çıktım. Pek bir yer açık değildi, aç karnına yürümeye başladım, sokaklarda da henüz kimse yok. Önce aşağıya yani eski Montreal denen yere doğru yürüdüm, orada arnavutkaldırımlı yollar var, bu yolları çevreleyen kafeler erken olduğu için henüz açılmamışlar, ancak sonraki günlerde başka saatlerde buraya tekrar geldim, bu kafelerde oturmak çok güzel. Ayrıca Montreal Kanada’nın Fransızca konuşulan kesimi olan Quebec’te yer alıyor, işte bu Fransızlık nedeniyle, buranın çörekleri, tatlıları çok güzel, ye ye doymuyorum. Hele Sainte-Catherine üzerindeki Le Saloon Bistro Bar adlı mekânda Key Lime pie yedim ki tadını hâlâ unutamıyorum.
Şehirde oldukça yaygın olan Starbucks gibi bir zincir var, ismi Second Cup ve ürünleri de Starbucks’ınki gibi bayat ve mide kaldırıcı değil, çok taze, çok lezzetli ve çok da çeşitli. Buradan nefis taze bir croissant ve kahve aldım, sonra da tekrar geldiğim yöne geri döndüm. Dönüşte Montreal City Hall’un önünden geçtim, tıpkı masallardaki şatolara benziyor. Bu yapının bir de kulesi var; insanın Rapunzel olası ve o kuleye çıkıp eğer varsa saçlarını aşağı sarkıtası geliyor, belki güzel bir Montrealli tırmanır da yukarı çıkar diye. Ama ben o kadar bahtsızım ki saçlarıma tırmansa tırmansa karıncalar tırmanır.
Neyse otelime geldim, tekrar duş aldım ve bir takisiye atlayıp İrem’le buluşmaya, Café Epoca’ya gittim. Sözde iyi bir kahvaltı yapacaktım ama, “İrem, benim canım tatlı bir şeyler istiyor, yumurta mumurta yiyemem” dedim. İrem de bir tür çikolatalı meyveli crepe tavsiye etti, onu yedim, çok beğendim.
İrem çok sıcak biri, hemen kanım ısındı, sanki Onu yıllardır tanıyormuşum gibi yanında çok rahattım... Konuşmaya başladığında İrem, biraz hayranlıkla dinliyorum, bir kere İngilizceyi İngiliz aksanıyla konuşuyor, bu benim çok hoşuma giden bir şey bir, ikincisi İrem’in inanılmaz bir hayat hikâyesi var.
İrem de, Montreal Jazz Festivali’nde sahne aldı, ne yazık ki onu izleyemeden Türkiye’ye geçmek zorunda kaldım, ama İrem’in sanatını öncesinden bildiğim ve çok sevdiğim için kendisiyle tanışmak istemiştim. Hatta diyebilirim ki bu Türk asıllı sanatçı benim Montreal’deki asıl starımdı. Çok güzel bir sesi var, bu sesten Arjantin folklor müziğini dinlemek harika, üstelik İrem, sahnede dans ve oyunculuk yeteneklerini de kullanıyor, böylece bir çeşit folklorik dans-opera çıkıyor karşımıza.
İrem küçük bir kızken çok iyi bir yüzücüymüş, çok da asiymiş. “Hatta tam bir erkek Fato’ydum” diyor. Daha yedi yaşındayken teknenin tepesine çıkar, denize çivileme atlarmış, yüzmeye başlayınca çok açılır, uzaklara gider, bu yüzden de anne babasından azar işitirmiş. Sekiz yaşına geldiğinde ressam olan annesi ile birlikte uzaklara, Londra’ya taşınmışlar. Elmhurst Ballet High School of Camberley adlı lisede klasik dans okumuş İrem. Daha sonra da eğitimini Royal Academy of Dancing’de devam ettirmiş, ardından Webber Douglas Academy of Dramatic Arts’da tiyatro ve müzik dersleri almış. Geçmişte uzaklara yüzen bu kızın uzak ülkeler arası yüzme serüveni bitmemiş, bu kez Las Vegas’da bir müzikal showda önemli bir rol almış. Dört yıl Meksika’da yaşamış, 1984 yılında ise Arjantin’e taşınmış. Orada müzikal komedilerde\ TV dizilerinde ve beş ayrı filmde rol almış. Sonra Arjantin folkloruna ilgi duymuş. Hatta bu konuda uzmanlaşmış ve dersler bile vermeye başlamış. İrem 2001 yılında Arjantin’deki büyük ekonomik buhranın ardından Kanada’ya taşınmış ve sanat macerasına orada devam etmiş. Şu günlerde farklı uluslardan sanatçıların oluşturduğu bir grupla albüm hazırlıyor ve davet edilirse Türkiye’ye gelip konser vermeyi çok istiyor.


TEK KELİMEYLE


İthal demokrasi ve sessiz devrim

Montreal’de dostum Ray (Raymond A.Smith) ile karşılaştım. Columbia Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Ray ile yeni kitabı Demokrasi İthal Etmek ve Montreal’in sosyal ve siyasi yapısı üzerine konuştuk. Ray’e göre Montreal eskiden son derece tutucu bir şehirken bugün çok liberal bir şehir. Ray’e göre bu geçiş sessiz bir devrimle gerçekleşmiş. Bu devrimi araştırın, Kürt sorununun çözümü konusunda size ilham verebilir.


Yeraltında gezerken...

Montreal’in şehir merkezinde tümüyle yeraltında olan bir şehir daha var, bu şehirde hiç yeryüzüne çıkmadan bütün ihtiyaçlarınızı karşılayabiliyorsunuz. Aslında bu şehir, alışveriş için her çeşit mağazayı bulabileceğiniz dev bir Mall gibi. Özellikle karlı, soğuk ve uzun kış günlerinde, bir binadan diğerine, bir sokaktan ötekine bu şehir aracılığıyla, hiç üşümeden geçebilirsiniz.

Bisiklet canlısı şehir: Montreal

Montreal bisiklet kullanarak bir şehri dolaşmak isteyenler için cennet. Kent merkezinde her noktada bisiklet istasyonları var. Bu istasyonlardaki makinelerden 5 Kanada Doları ödeyerek bisiklet kiralayabilirsiniz, ben öyle yaptım, sonraki her bir saat için 1,5 Kanada Doları kesiliyor. Eğer yorulduysanız bisikleti aldığınız yere geri getirmenize gerek yok, yakındaki başka bir bisiklet istasyonuna teslim edebilirsiniz.

İki gözlü çöp sepetleri

Montreal sokaklarındaki çöp tenekeleri tek gözlü değil iki gözlü, metro istasyonlarında ise birkaç çöp kutusu yan yana konuyor. Bu şekilde kâğıt, plastik, cam ve teneke gibi geri dönüşümlü maddeler ayrı ayrı toplanıyor ve hammadde olarak yeniden kullanıma sokuluyor. Ayrıca belediye, evlere şeffaf plastik torbalar dağıtıyor ki hangi torbaya kâğıt hangisine cam çöpler konulduğu daha rahat anlaşılsın.