showtvnet.com

 Buranın iç mimarisi bana at nalını anımsatıyor: üstüste konmuş at nalları… Nalın açık ucunda ise sahne var.  Manhattan’ın kuzey batısında yer alan Lincoln Center’in beşinci katında, sahnenin sağ yanına denk düşen balkonun en ucunda  oturuyorum, salonun en ucuz koltuğu bu… Elazığlı hemşehrim İlhan Kubilay Geçkil ile beraber Elmo’da Pazar kahvaltısı  yaptıktan sonra buraya geldim, yolda yağmura yakalandım, şemsiye de yok, her yerim ıslandı, o nedenle biraz  huzurum kaçtı. İşte perde açılıyor, böylece  Shakespeare’in Romeo ve Juliet oyununun bir  uyarlaması olan bale gösterisi başlıyor. İyi olmuş bu uyarlama, Shakespeare’in  karakterleri bu kez çan çan çene çalmak yerine, kelebek gibi , arı gibi, çekirge gibi yani bütün uçucu ve yarı uçucu hafif  yaratıklar gibi dansedip duruyorlar.  Bir ara sıkılıyorum, sahneye bakmak yerine salona bakyorum. Orkestranın müziği eşliğinde kafamı kamera gibi aşağı yukarı çevirirken, kendimi uzay gemisinin penceresinden dışarı bakıyor gibi hissediyorum, salon bu yarı karanlıkta öyle güzel ki… Balkonların sahneye bakan yüzlerinde aralıklı olarak Zeki Müren göbeği şekerini  anımsatan  lambalar var.

Şu tavanın orta yerinden aşağıya doğru sarkan kocaman küre şeklindeki lambayı görüyor musunuz (biliyorum gör müyorsunuz), keşke bir yarasa olsam da par par par uçarak o lambanın üzerine konsam, lambayı sallayıp sallayıp seyiricileri azıcık heyecanlandırsam, uğultu yaratsam,  dansçıları da gersem, hem böylece kendilerini kollamak için seyircilere değil bana bakarak dans etmek zorunda kalırlar, ben de kendimi önemli ve etkili hissederim. Şahitsiniz değil mi içimden ne kötülükler geçiyor .

İçimden geçen bu kötücül düşünceler normal mi peki, evet normal, çünkü her insan iyilik ve kötülüğün kombinasyonundan ibaret. İslama göre üzerimizde, Kirâmen Kâtibin meleklerini taşıyoruz, sol ve sağ omzumuzda ikamet eden bu melekler  iyi ve kötünun yani günah ve sevabın kaydını tutuyorlar. Çunkü biliyorlar ki içimizde eylemlerimizi yönlendiren iyi ve kötü olmak üzere iki ayrı güç, iki ayrı ses mevcut. Bu seslerden hangisini dinleyeceğimiz konusunda ikircilik yaşıyor, çoğu zaman  hangisinin tavsiyesini yerine getirdiğimizin farkında bile olmuyoruz. Bu iki zıt tavsiye arasında bir denge tutturmak da ayrı bir sanat zaten, tıpkı Ying ve Yang  arasında kurulu olan denge gibi.

Ying-Yang inanışına göre,  karşıt güçler birbirleriyle bağlantılı ve birbirlerine bağımlıdır,  gece ve gündüz, sıcak ve soğuk gibi… Her ne kadar dünyanın doğusundakiler  alakasız bulsa da biz batıda yaşayanlar bu karşıtlıklar silsilesine iyi ve kötüyü de eklemişizdir: iyi ve kötünün birbiriyle olan yakın ilişkisi, birbirine olan varlıksal bağımlılığı, birinin diğerine kolaylıkla dönüşebilirliği, Ying ve Yang formülasyonuna uyuyor…

Bazı sanat eleştirmenleri, Romeo ve Juliet arasındaki aşk ilişkisinin de bir anlamda Ying Yang inanışını yansıttığını  düşünüyorlar. Burada kadın ve erkek bir karşıtlıktır, Romeo erkek Juliet kadın, ikisi de birbirleriyle  bağlantılı ve birbirlerine bağımlıdırlar ve sadece birbirleriyle varolabilirler, kurdukları bu duygusal  dengeyi sürdüremeyince  de ölmeyi yeğlerler.

Peki bu dengede iyilik ve kötülüğün varlığı hani nerde?  Bunun için elimizdeki feneri, Juliet’in ana babasının üzerine tutmak gerekiyor.  Ana baba kızlarını yetiştiren, koruyan, üzerine tireyen ve en çok sevendir ama aynı zamanda kızlarının sevdiği  erkekle yani Romeo ile evlenmesine engel olarak da onun ölümüne yolaçanlardır, burada her ne sebeple olursa olsun, bilerek ya da bilmeyerek, dost  karakteri yani  anne-baba,  düşman karakterine dönüşmüştür. 

Amerika’da giderek popülerleşen bir kavram var: Frenemy. Bu kavram arkadaş anlamına gelen friend ve düşman anlamına gelen enemy sözcülerinin birleştirilmesiyle türetilmiş, en yakınınızdaki dostunuzun aslında en büyük düsmanınız olabileceğine işaret eden bir sözcük, bir bakıma arkadaşı tarafından sırtından bıçaklanan Sezar’in söyledigi  “Et tu, Brute“(Sen de mi Brutus) deyiminin modern bir karşılığı... Sezar döneminde arkadan bıçaklamayla düşmana dönüşen dost, modern zamanlarda kendini  bu kadar açık biçimde belli emiyor. Her şey aslında psikolojik bir sabotaj şeklinde işliyor, arkadaşınız sizin bütün zaaflarınızı bildiği için siz’ nasıl manüpüle edeceğini ve yönlendireceğini de iyi biliyor.

Yalnız konu derin, daha sonra devam edelim mi?.
showtvnet.com

 Geçen seneye kadar Long Island’da üzüm bağları olduğunu hiç bilmiyordum. Taa ki Karadenuzlular bir gün beni arabaya atıp o bağlara götürene kadar. Merak etmeyin onlar benim arkadaşlarımdı, anlayacağınız başıma kötü olaylar falan gelmedi. Sadece bağ bağ gezip, o bağlardaki küçük tesislerde yapılan şaraplardan tattık o kadar. Aslında bu işin yatağı California, orada ne bağlar var bir bilseniz ama çok uzak, uçakla neredeyse altı saat saat çekiyor. Long Island ise burnumuzun dibi.

Bu şarap tadımı işi bu ülkede ciddi bir sektör haline gelmiş. Lüks limuzinlerle ya da minibüslerle bağ evlerine şarap turları düzenleyen şirketler bile var.

Neyse işin o yönünü boş verelim. Bu sene de canım benzeri bir tur yapmak istedi. Sybil’e gitmeyi önerdim, sağ olsun aslında iyi kız, benimle gelmeyi hemen kabul etti. Ancak oraya trenle gitmek çok zaman alıyor, onun yerine Sybil’in çürük tenekeden beygirine atladık ve kara asfaltta bir sağa bir sola kıç kıvıra kıvıra ilerlemeye başladık. Long Island adlı bu yarımadada birbirine paralel uzanan iki büyük yol var. Bu yollardan 48 numaralı olanını seçtik. Yol üzerinde sağlı sollu bir sürü üzüm bağı var. Bağların her birinin girişinde ise kafeterya şeklinde düzenlenmiş şık ve şirin bağ evleri yer alıyor. Civardaki bu tür yerlerin sayısı 40’ı buluyor. Bizim gibi şehirde yaşayan kokoşlar özellikle yaz ve güz aylarında buralarda nefes alıyor, bir bağdan diğerine zıp zıp zıp dolaşıp her bağın şarabını ayrı ayrı tadıyorlar. İçtiği şarabı beğenen şişe şişe satın alıp evine götürüyor, beğenmeyen yoluna devam. Hele bir de bahçelere masa sandalye atılmış ki otur da iç, gel keyfim gel, ohh.

Ancak üzümler henüz çıkmamış, mevsimi değil, olsun, yeşil teveklerini görmek yeter...

Biz Sybille birlikte, yan yana olan dört bağ gezdik. Martha Clara Vineyards, Macari Vineyards, WineryShin Estate Vineyards ve Harbes family Vineyard. Bu sonuncusundan bahsedeyim azıcık. Bardağın dibine iki yudumluk şarap koyuyorlar, şarabına göre bir ve iki dolar arasında para ödüyorsunuz. Fiks menü de var: yedi ayrı şarabı tadıyorsunuz, toplam 9 dolar 95 sent ödüyorsunuz. Gördünüz fiyatların uygunluğunu değil mi. İstanbul’da bu parayla şuradan şuraya gidemezsiniz valla.

Bari menüdeki şarapların isimlerini de sayayım da ne içtiğimizi bilin, ne işinize yarar bilemem artık: 2006 Yellow House Chardonnay, 2006 Wooden Wheel Chardonnay, 2005 Old Barn Merlot, 2005 Reserve Chardonnay, 2006 Reserve Merlot, 2008 Red Horse Rose, 2005 Old Barn Merlot. Bağın en iyi şarabı ise bu sonuncusu. Bu arada fiyatlar 14- 20 dolar arası: 2006 Yellow House Cardonnay 14 dolar, 2005 Reserve Chardonnay 18 dolar. Bunların tadımlık değil de normal dolu bardağı ise 6 dolara satılıyor.

Şimdi şaşıracağınız bir şey anlatayım. Allah tarafından mıdır nedir, bu aralar nereye gitsem öpüşen yaşlı çiftler görüyorum. Bağ evinde de yan masada biri 60’larında diğeri 50’lerinde bir çift oturuyordu. Nasıl sarılıp koklaşıyorlar anlatamam. Arabalarına atlamış gelmişler, romantik bir gün geçirmek istemişler belli ki. Meraklıyımdır sordum, meğer evli mevli değil, sevgililermiş. Şikâyetçi olduğumu düşünmeyin sakın. Aksine böyle cesur yaşlılarla karşılaşınca çok seviniyorum. E çünkü 41 yaşıma geldim ve yaşlanmaktan korkuyorum ama bu tür yaşlıları görünce korkum hemen geçiyor. Eğer bilsem ki yaşlanınca cinsellikten elimi eteğimi çekmeyeceğim, flört etmeye devam edeceğim, güneşsiz odalarda tek başıma zaman öldürmek yerine, dışarıya çıkıp gezeceğim, üreteceğim, ciddiye alınacağım, yaşı eski diye fikirleri de eski bir adam olarak algılanmayacağım, o zaman neden yaşlanmaktan korkayım ki.

Ama size bir şey söyleyeyim mi benim gibi pek çok insanın kabusu olan yaşlanma korkusunun en önemli sebebi toplumdaki gençlik faşizmi ve bu faşizmin yaşlıların dünyasında estirdiği acımasız terör. Yaşlılara karşı aslı astarı olmayan önyargılarla doldurulmuş şişkin döşekler ise terörün yatağı olmuş. Bu önyargılar arasında neler yok ki: Yaşlıların seksüel ihtiyaçları yoktur, seks yapmazlar yaparlarsa bu çoluk çocukları için utanç verici bir durumdur. Flört edemezler, cinsel cazibeleri yoktur, iş hayatlarında genç yöneticilerle uyumlu çalışamazlar, yeterince enerjik değillerdir, hafızaları sağlam değildir, yeni durumlara kendilerini kolay adapte edemezler, teknolojiden anlamazlar, öğrenmekte zorluk çekerler, eski fikirleri savunurlar vesaire vesaire. Oysa son yıllarda yapılan pek çok ciddi araştırma yaşlılarla ilgili bu inanışların birer fasa fiso olduğunu ve durumun aslında tam tersi olduğunu gösterdi. Bunları haftaya detaylı olarak ele alacağım. Ama işin bu seks yönü üzerinde azıcık durayım. Yaşlıların da cinsel istekleri ve cazibesi vardır, hatta onları sadece kendi yaşıtları değil gençler de seksi bulabilirler. Cinsellik konusunda en ciddi araştırmalara imza atan bir kuruluş olan Kinsey Enstitüsü’nden Stephanie A. Sanders’e azıcık kulak verin. Diyor ki “Yaşla birlikte değişen psikoloji sekste azalmaya yol açabilir,” kabul. Ancak 50 ve 80 yaşları arasındaki yaşlıların büyük çoğunluğu hâlâ seks ve cinsel ilişki konusunda çok istekli...

Radikal bir bilim adamı Wilhelm Reich’ın kadın hastalarına salık verdiği gibi seks en iyi terapi yöntemidir. Asabi şekilde sağa sola saldıranlara ben de aynı tavsiyede bulunuyorum ve diyorum ki hey! durun bakalım, kendinize bir iyilik yapın, seks yapın. Seks en iyi sakinleşme yöntemidir, sakin olun.
21.02.2010 - Taraf Gazetesi

Geçen cumartesi değil bir önceki cumartesiydi, Jonathan ile buluşacağım. Buluşma yeri, halk arasında MoMA (The Museum of Modern Arts) olarak adı geçen Modern Sanatlar Müzesi. Vakit öğlen, ben yanıma çantamı ve bilgisayarımı da almıştım, müzeden sonra gidip bir kahvecide oturur, bilgisayarımla çalışırım diye düşündüm. Lobiye girdik, hay Allah çantaları içeri almıyorlar, kurallara uymayı severim, uydum ve çantamı vestiyere verdim; para almadılar ama içindeki laptopu çıkarıp yanımda götürmemi istediler, iste ben bu yüzden müzeyi elimde laptop taşıyarak dolaşmak zorunda kaldım, kahretsin...

Buraya Fransız ressam Monet’nin Water Lilies (Nilüferler) adlı sergisini gezmek için geldik. Resimlerin hepsinin köşesindeki etiketlerde kısa bir tanıtım yazısı var. Eğer o yazıyı orada dikilip okumak istemiyorsanız, girişte size bir alet veriyorlar, cep telefonlarının ilk versiyonlarını anımsatan bu alete, resimlerin numarasını tuşluyorsunuz ve tanıtım yazısını sesli olarak dinliyorsunuz.

Bu resimler beni pek açmadı, Jonathan sevdi ama... Sonra iki arkadaş, müzedeki diğer sergileri gezmeye koyulduk. Size müzenin iki ünlü resminden bahsetmesem çatlayabilirim; biri Barnett Newman’a ait olan Vir Heroicus Sublimus adlı yapıt; dikdörtgen şeklindeki bu büyük tabloda manzara ya da çeşitli şekiller falan aramayın, kırmızıya boyanmış bir okul tahtası düşünün, yukarıdan aşağıya da bir kaç çizgi iniyor, o kadar. Diğeri ise Ad Reinhardt’ın siyah tablosu, bu öbüründen daha küçük ama kırmızıya değil siyaha boyanmış bir okul tahtasını andırıyor, başka hiç bir şey yok, sadece siyah. Farkındaysanız okul tahtası falan diyerek biraz görgüsüzlük yapıyor ve tablolarla ilgili alaycı bir üslup kullanıyorum, ancak gelin görün ki kendime rağmen, oradaki bir sürü resim içinden size bahsede bahsede bu ikisinden bahsediyorum işte. Bu durum, aslında bu iki yapıtın gücünü, önemini, yaratıcılığını ve devrimciliğini gösteriyor; ziyaretçileri şoke ediyor, onların beklentileriyle dalga geçiyor, kalıpları yıkıyorlar.

Ogün 16.00 gibi müzeden çıktık, bir yerde hamburger yedik, sonra Jonathan kendi yoluna ben kendi yoluma... Planladığım gibi bir kahveciye gittim. Bilgisayarımı masaya yerleştirdim ve internete girdim, canım istemedi, gerisin geri ekranı kapatıp, çantamdan Cemile Çakır’ın Her Yüzde Yangın adlı eski bir şiir kitabını çıkarttım, dirseğimi masaya koydum, sağ çenemi avucumun içine alarak kitabın sayfalarını çevirdim. Bu kitabı müzik CD’si gibi çantamda taşır, sıkıldıkça çıkarır, bir kaç şiir okurum (Aslında biraz abartıyorum ama sahiden bunu ara sıra yapıyorum, şimdilerde Cemile’nin yanı sıra Taraf web sayfasına girip Cahit Koytak şiirlerini okuyorum). Cemile onca sene şehirde yaşamasına rağmen doğduğu köyünü bir türlü unutamamış bir şair, yazdığı bütün şiirler o Giresun köyünün inanılmaz güzel doğasıyla ilgili, bu nedenle içindeki karamsar dumana rağmen onun şiirleri beni dinlendiriyor.

Köyünü aklından çıkaramayan bir tek Cemile değil, Chagall da bir zamanlar çamurlu yollarında koşturup üstünü kirlettiği köyünü unutamamış, nitekim bu özlem onun, Ben ve Köy (I and The Village) adlı resim sanatının en değerli yapıtlarından birini yaratmasına sebep oldu. Bu tablo, o gün müzede gördüğüm ve beni en yürekten etkileyen bir kaç eserden biriydi, hatta biraz hüzünlendirdi de, çünkü bana doğduğum köyü hatırlattı, özellikle de kara ineğimiz Binnaz’ı, –çok ters bir hanımefendiydi kendisi.

Chagall bu ünlü resmi, Belarus’tan Paris’e taşındıktan sadece bir yıl sonra yaptı. Resimde, Vitebsk kenti dışındaki fakir Hasidic köyü çizilmişti. Chagall köyünü bir çeşit romantizmle resmetti, yani sadece güzel hatıralara yer verdi, ancak bunu yaparken ortaya koyduğu güçlü, yaratıcı ve yenilikçi anlatım diliyle dünyanın en etkileyici eserlerinden birini ortaya koydu. Chagall’ın yaşamındaki mekânsal ve kültürel değişimler ve bundan doğan çatışmalar, onun yaratıcılığını besleyen önemli unsurlardı. Köy, St. Petersburg, Berlin, Paris, yani farklı kentler, farklı ülkeler ve farklı dillerden geçmişti Chagall. Bir kültürden diğerine, bir dilden ötekine, bir mekândan öteki mekâna yapılan bu geçişler sırasında yaşanan kırılmalar, Ben ve Köy adlı bu tabloda kendini parçalı ve köşeli cisimler olarak gösterdi, böylece kübizmin dili yakalandı. Ressamın yaşamına zenginlik katan bütün bu farklılıklar Chagall’ın gerçekliği algılayışını da değiştirdi: aynı resimde baş aşağı duran bir kadın, zihninde bir kadın tarafından sağıldığını düşünen bir keçi, gece ve gündüzün karışımı, tablonun dibindeki ay... bütün bunlar sürrealist bir gerçekliğin göstergesiydi.


TEK KELİMEYLE


Türkçe Wikipedia tam bir felaket

Bir çeşit bedava internet ansiklopedisi olan Wikipedia, bilgiye ulaşmak için iyi bir kaynak, ancak Wikipedia’nın Türkçe sayfaları rafları boş kütüphane gibi, hiç bir konuda yeterli bilgi bulamıyorsunuz, görünüşte Wikipedia’da herkes yazabilir ama, değil.. orada oluşmuş gerici bir kast var ve bunlar yeni yazarların yazılarını siliyor.

Dünya seninle gurur duyuyor Sean
Oscar’lı oyuncu Sean Penn gençlerin örnek alması gereken gerçek bir dünya vatandaşı, çünkü herkesin acısını kendi acısı sayıyor; barış için hiç çekinmeden Irak’a, Venezüela’ya, İran’a gidiyor... Depremin başından beri de Haiti’de. Orada bizzat çalışıyor, ülkesinden topladığı yardımları Haitililere ulaştırıyor.

Manhattanlı finolara kaçış yok

Manhattan, köpek nüfusunun yoğun olduğu bir bölge. Eskiden olsa, yüksek binalar, gürültü ve kötü huylu sahiplerine kızan şehirli finolar, kolaylıkla başlarını alıp kaçıverirlerdi, ancak şimdi bunu yapamıyorlar, çünkü derilerinin altına yerleştirilen mikroçipler sebebiyle nerede olsa bulunabiliyorlar.

Kim anne; can veren mi emek veren mi

Anna Mae’nin hikâyesi Brecht’in Cesaret Ana oyununda sorulan soruyu sordurtuyor; kim anne, emek veren mi doğuran mı? Anna’yı doğduktan dokuz yaşına kadar Amerikalı bir çift büyütüyor, ancak bir gün doğuran anne gelip kızını geri alıyor ve ülkesi Çin’e götürüyor, iki arada bir derede kalan Anna şimdi emek annesini çok özlüyor.
07.02.2010 - Taraf Gazetesi

 Joyce adlı dans tiyatrosunun hep önünden geçerdim ama bir kerecik olsun içeri girip de bir şey izlemedim. Geçenlerde ara ara olduğu gibi yine gaipten bir ses duydum, bu ses bana dedi ki “Hıdırcım, bu gidişata bir son ver ve şu mekâna git artık”. Uslu bir Kürt erkeği olduğum için bu sesi dinledim, önceki pazar efendi efendi evimden çıktım ve dosdoğru 19. sokak ve 8. caddenin köşesindeki Joyce’a gittim. Fuayedeki insanlara şöyle bir göz gezdirdim, oradakilerin en genci bendim, o an bunu kendi açımdan bir çeşit rekor saydım ve “Maşallah sana Hıdırcım” diyerek kendimi kutladım.

Sahnede Pascal Rioult modern dans grubu vardı. Grubun sergilediği gösteri farklı bölümlerden oluşuyor, ilk bölümde, hasat zamanı geçen bir öykü anlatılıyor, oldukça etkileyici olan bu bölüm, bana Gaziantep’in hasatla ilgili nefis halk oyunlarını hatırlattı.

Pascal Rioult grubunun gösterisini klasik dans gösterilerinden ayıran çok önemli bir özellik var: Grup halinde yapılan danslarda, yukarıda gördüğünüz resimdekinin aksine herkes her zaman aynı anda aynı figürü birbirlerine paralel ya da yan yana dizilerek icra etmiyor, aksine her bir dansçı, çoğu zaman aynı anda farklı bir figürü icra ediyor, sonuçta bu farklı figürler arasında estetik bir bütünleşme yaşanıyor ve ortaya keyifli bir resim çıkıyor. Aklıma ister istemez Hollywood’un eskilerinden olan yönetmen Busby Berkeley’in müzikal filmleri geliyor. Onun yapıtlarındaki dans sahnelerinde, tam tersine, dansçılar arasında mükemmellik ötesi bir geometrik uyum vardır. Hepsi aynı anda aynı figürü tekrar ederler; öyle ki sanki ortada tek bir dansçı vardır ve diğerleri sadece o dansçının kaleidoskobun aynalı kutucuğunda çoğalan yansımaları gibidir. Aynı anda atılan adımlar, keskin bir simetri; tıpkı askerlikteki intizam gibi. Bir bölüğün tören geçidi yaparken sergilediği fizikî ve fiilî muntazamlığı ve uyumu gözünüzün önüne getirin; herkes aynı anda adım atar, aynı anda döner, aynı anda ağzını açar ve neredeyse aynı anda nefes alıp verirler.

Bu güzel dans gösterisini izlerken beni düşündüren başka bir nokta daha oldu, sahnede hareket ettiklerinde, dansçılardan savrulan ter, spotların ayrıştırıcı ışığı altında taneciklere ayrılıp dağılıyordu. Bu insanlar, tıpkı o an sahnedeyken gösterdikleri ölesiye çabayı, bu eserin hazırlık evresinde de yerine getiriyorlar. İyi bir performans sergilemek kolay değil çünkü, uzun soluklu bir çalışmayı, kararlılığı, fedakârlığı ve bedene her daim dikkat etmeyi gerektiriyor. Peki, bütün bunlara rağmen bu dansçılar emeklerinin karşılığını parasal olarak alıyorlar mı, yoo kim demiş, New York’taki çoğu dansçı ek iş yaparak geçiniyor, çoğu kirasını ödemekte güçlük çekiyor. Bu insanlar belki dans için eğitimlerine harcadıkları parayı, zamanı ve kararlılığı başka bir mesleğe harcasalar, ekonomik olarak daha rahat edecekler. Bu durumda insan ister istemez soruyor, dansçıların bile bile böyle sıkıntılı bir maceranın içine atılmalarını sağlayan güç ne, şöhret olma isteği mi? Peki, öyleyse insan neden şöhret olmak ister?

Dijital medya çağında, şöhreti, “bize de çıkacak bir piyango” olarak gören ve kazanacağı banknotların hayalini kuran şöhret meraklılarını ayrı tutuyorum. Beni asıl ilgilendiren gözükara bir biçimde her bedeli ödeyerek şöhret olmak isteyen insanlar ve bu insanların karakutusunda saklı nedenler... Bu nedenler sahibi için tehlikeli de olabilir; ünlü bir Hollywood yıldızı olmak isterken porno film için yatağa girenler, büyük kitlelere konser vermek isterken yıllarını kaybeden ve boşluğa düşenler... Sahiden, bu riskleri göze almaya iten nedenler nedir?.. Dikkat çekme, fark edilme, onaylanma ve beğenilme isteği mi?.. Şöhreti bir araç olarak görüp, Tanrılığa soyunma ve kitlelerin hayatını değiştirme isteği mi?.. Çocukluğunda görmediği ilgiyi görme, kazanmadığı takdiri kazanma, almadığı sevgiyi alma isteği mi?.. İçindeki yalnızlığı etrafına topladığı hayran kalabalıklarıyla yenme isteği mi?.. Cevapları ben de bilmiyorum ama doğru sorunun en paslı kilidi dahi açacak altın bir anahtar olduğunu çok iyi biliyorum.

Not:
Dersimli okurum Mehmet Yürek’in Dilan adlı keçisi üçüz doğurmuş, ailede herkes çok sevinçli: gönderdiği e-mailde, “Allahtan istedim bir keçi, O verdi üç keçi” diyor Yürek. Resimleri de geldi keçiciklerin, çok tatlılar, isimleri ise Baran Ciran ve Hicran. Gördünüz mü şimdi, “gün gelecek herkes 15 dakikalığına meşhur olacak” diyen Andy Warhol’un sözü bir kez daha ispatlanmış oldu, karlı bir dağ köyünde yaşayan Baran, Ciran ve Hicran bir günlüğüne meşhur oldular.


TEK KELİMEYLE

“Herkes herkesle yattı” ve biz akraba olduk

PBS’in yeni belgesel dizisi Amerika’nın Yüzleri, Dr. Mehmet Öz de dahil 12 ünlü Amerikalının DNA’larına bakıp, soyunu soponu çıkarmış, kimlerin alakasız yerlerden alakasız insanlarla akraba çıktığını da... Programı sunan Prof. H. Gate, durumu TV’de, “tarihte herkes herkesle yatmış” şeklinde yorumladı.

Jackie’nin ruhu Michelle’de

Michelle Obama Beyaz Saray’a yerleştiğinden beri güzel ve çekici omuzları ve giydiği elbiselerle konuşuluyor, ancak bir nokta daha var, pek çok elbisesinin dizaynı, eski başkanlardan Kennedy’nin eşi Jackie’yi anımsatıyor, hatta verdiği pozlardaki beden dili bile.

Geyleri gey olarak askere alın

Geyler artık gey kimliklerini açıkça belirterek askere gitmek istiyorlar, ancak ordunun “sorma, söyleme” kuralı buna engel. Obama bu eski kuralı kaldırmaya kararlı, şimdi bazı üst düzey ordu yetkilileri de Obama’ya destekliyor ve diyorlar ki: Bu kural kalksın çünkü gey askerleri yalan söylemeye zorluyor.

Annesini yemek yerine ölümü seçti

NY Times
yazarı N. Christof (resimdeki), son yazısında, Generose Namburho adlı Kongolu bir hemşirenin akıl almaz trajedisine yer verdi: Hutular evini basıyor, bacağını koparıyor, bir parça kesip pişiriyorlar ve silahı kadının küçük çocuklarına doğrultup, eti yemeye zorluyorlar, ikisi yiyor, biri reddedince öldürülüyor.