showtvnet.com

Buraları son bir haftadır sular seller götürüyordu,  yağ yağ bitmedi yağmur. Yaşadığım evin önü, işe gidiş saatlerinde  göl gibi oluyordu, her ne kadar ceylan gibi sekerek suya batmamaya çalışsam da,  yine de çoraplarıma su kaçıyordu. Allahtan geçen Perşembe yağmur durdu ve insanın içini karartan kapalı hava açmaya başladı. Merak ediyorum böyle kötü havalar psikolojimi ne derece etkiliyor diye? Bunun için bilinçaltıma inmem lazım, oraya da merdivenle inilmiyor, tek yol var; Freud ne diyor, “rüyalar bilinçaltının yansımasıdır”, o halde rüyayı anahtar olarak kullanıp, ne var ne yok diye bilinçaltımın kapılarını açabilirim. İşte o günlerde gördüğüm bir rüya: Bir basın gezisine katılmak için Türkiye’ye geliyorum,  gazetecilerle birlikte İstanbul’da bir kuleyi ziyaret ediyoruz. Yeni inşa edilmiş bu kule, Türkiye’nin gururuymuş. Kulenin tepesine çıkınca dona kalıyorum: gök kubbe ikiye bölünmüş gibi, bir tarafı karanlık ve kapalı, hiç bir yeri göremiyorsunuz, diğer tarafı ise güneşli ve açık. “Neden böyle?” diye soruyorum, “binanın terasından İstanbul  tarafını görmek yasak, bu nedenle o yön karartıldı, açık taraftan ise sadece Manhattan’ı görebilirsiniz” diyorlar. Manhattan mı, ben nerdeyim?..  Derken kule sallanmaya başlıyor, yere kapaklanıyorum ve kulenin aslında süngerden yapılma olduğunu farkediyorum, sünger kule rüzgarın etkisiyle yandaki Empire State binasına doğru eğilip dururken, terastan yuvarlanıp aşağıya düşeceğim diye çok korkuyorum. Etraftakilere, “Inelim” diyorum, kimsenin tıngırdadığı yok. Asansöre koşup, Z’ye basıyoyorum,  asansör yokoluyor, ben bir çoraba tutunmuş, boşlukta salınırken buluyorum kendimi, yağmur yağıyor, aşağı bakıyorum, düşeceğim, annecimmmm…

Eee rüyalar gündelik hayatta ne yaşanıyor ne hissediliyorsa  bunlarin farklı bir kombinasyonu gibi. Siz yatağınızda uyurken birden ötüveren çalar saatiniz, rüyanızda da çalabilir… Mesela o kule, bir kaç gün önce Semih’le önünden geçtiğimiz Village’deki kilise binasının kulesiydi, kapalı gökkubbe buradaki havanın durumuydu, peki İstanbul?  Hala bir tarafım orada bir tarafim burada, o nedenle… Peki bütün bu sembollerin anlami ne? O kule Türkiye’yi sembolize ediyor, her an sallantıda, her an dengeler değişebilir, istikrarsız bir ülke. Yarısı karartılmış gökkube ise yine Türkiye’deki sansürcülüğü, özgürlük eksikliğini ve YASAKSEVİCİLİĞİ sembolize ediyor. Ya benle birlikte geziye katılan insanlar?.. Onlar da medya sektorünün  güvenilmezliğini ve vurdumduymazlığını sembolize ediyor…  O asansörden düşme olayı ise  benim hem medya sektöründe hem vatanımda kendimi  güvende hissetmediğimi sembollüyor.

Gerçekten de öyle Türkiye’deki medya sektörü beni  korkutuyor . Yakın zaman önce polemiğe düşen dört yazardan her birinin yazısını okuduğumda  buz kesiyordum. Geçmişteki ortak yaşanmışlıklarını  ele veriyor, birbirlerinin iş arama ve bu konuda uğraş sarfetme hakkını küçümsüyor, işten atılmayla alay ediyorlar, hatta içlerinden biri, elinde ciddiye alınır bir belge olmadan diğerini ajanlıkla itham etme hoyratlığını bile gösterdi.

Geçmişte, gazeteci  Ufuk Güldemir, yöneticilik yaptığı yayın organlarında polemiği teşvik bile etmişti. Bugün gelinen noktada ise kötü bir alışkanlığa dönüşen polemiğin ciddi ciddi sorgulanması gerekiyor. Nitekim filozof Foucault bir röportajında,  polemiğin aslında  yararsız ve ciddiyetsiz bir tartışma yöntemi olduğunu çok açık  ifade etmişti. Tümüyle O’nun düşüncelerinden ilham alarak devam edeyim;  Gazeteciler arasındaki polemiklerde, bir meseleyi açıklığa kavuşturmaktan öte, karşı tarafı vurmak, yıkmak ve güvenilirliğini zedelemek hedefleniyor, bu nedenle doğru ya da yanlış olduğu önemsenmeden,  ele geçirilen (hatta uydurulan) her bilgi eteğe toplanıp öldürücü taşlara çevriliyor, sorumsuzca, çoğu zaman haddini aşarak, karşı taraf  taş yağmuruna tutuluyor. Bu süreçte, polemiği başlatan kendini nedense erdem sahibi bir otorite olarak görüyor ve düşmanını yargılayıp oracıkta ipini çekmeye çalışıyor. Polemikçi genellikle vahşi bir üsluba sahip, gözü kara ve manipülatif. Peki düşman taraf? O taraf, çoğu zaman ayağının önüne kurulan tuzağın kapanına kendini kaptırıveriyor çünkü sessiz kalmayı, kabullenmek olarak görme hatasına düşüyor. Bir kere cevap verilince de ister istemez karşı tarafın çirkin uslubunu kullanmak durumunda kalıyor, yani aslında, kuralları öteki tarafça belirlenen oyunun parçası oluyor. Sonuçta bu tür kavgalar, bazı okurlara eğlenceli gelen bir çamur güreşine dönüşüyor. Bundan kazançlı çıkan polemiği başlatan kişi, çünkü yaratıcı incelemeler yazmak, belli ilkeler üzerinden eleştiri yöneltmek yerine, asalak bir tutum sergiliyor ve başkalarına çamur atarak onlar üzerinde güç sahibi oluyor.

Galiba artık köşe yazarlarının, polemik konusunda ayaklarını biraz denk almaları ve modası geçmiş olan, saygı, sorumluluk, ayıp, terbiye, alçak gönüllük ve hakkaniyet gibi  kavramları ilke edinmelerinin vakti geldi.
showtvnet.com

 Bir ay kadar evveldi, koltuğumda oturmuş, sütümü içiyor, Comedy Central adlı kanaldaki The Colbert Report ’u izliyorum. Çünkü sunucu Stephen Colbert’ i çok seviyorum, olağanüstü zeki, entellektüel, sıradan, budala ve komik. O akşam programında Alicia Keys’i ağırlıyordu. Alicia kızımız tabi ki yeni albümünü çıkarmıştı ve bu albümdeki Empire State of Mind şarkısını oracıkta seslendiriverdi. Bu muhteşem bestenin sözleri New York narsizminin bir dışa vurumu gibiydi:

Hayatım ben New Yorkdanım, hani şu rüyaların yapıldığı beton ormanından… New York da yapamayacağın hiç bir şey yoktur, bu caddelerde  kendini yenilenmiş hissedersin, dev ışıklar sana ilham verir”. Brooklyn’den Tribeca’dan söz edip şehre methiyeler dizen bu şarkı için Stephan’in sorusu şuydu:  “can sıkıcı varoşlar şarkıda yok.” Aslında bu şarkı, Billy Joel’in New York State of Mind’ı  ve Frank Sinatra’nın New York sarkıları gibi New York’a bir çeşit güzellemeydi,  dolayısıyla sadece şehrin olumlu yönlerine vurgu yapıyor kalanını traşlıyorlardı, böylece bir New Yorklu olarak kendi ayrıcalıklarını ve üstünlüklerini vurguluyor, diğer kentleri bir çeşit taşra sayarak üstü örtülü biçimde küçümsüyorlardı.

Benzer bir psikolojiyi, İstanbul’da yaşayan ve kendini oralı kabul edenlerin tutumlarında da görmek mümkün. Bu nedenle ülkedeki çeşitliliği ve buradan doğan farklı estetik lezzetleri traşlayarak kendine özgü bir anlayış geliştiren Kemalist estetiğin sivil üretim, çoğaltım ve dağıtım merkezi İstanbul oldu.  Cumhuriyet Gazetesi bu estetiğin üretim merkezidir demiştik geçen yazıda. Bu estetiğin dağıtımını üstlenerek popülerleşmesini ve yayılmasını sağlayanlar ise sinema  televizyon, reklam, gazete ve  televizyon haberciliği sektöründe çalışan insanlardı. Bu anlamda yazılı medya, reklamcılık, sinema ve televizyon sektörleri Kemalist estetiğin  4 başı mamur ideolojik aygıtları olarak değerlendirilebilir.

Kendileriyle böbürlenmeyi çok seven narsist eğilimli reklamcıların günahı az buz değil. Örneğin benim gibi kara kaşlı kara gözlü çocukları daha o yaşlarda  durduk yere komplekse sokan ve kendiyle barışık olmalarını zorlaştıran en önemli etken reklam filmleriydi. Çünkü oradaki bebeklerin ve cocukların çoğu  mavi gözlüydü, annelerinin başı açıktı, bu anneler kocalarını eşikte öperek işe uğurluyordu, İstanbul Türkçesiyle konuşuyorlardı. Bu durumda esmer çocukların, kendilerini ve annelerini reklam  filmlerinde temsil edilmeye değer bulunmayacak kadar  ucube hissetmemeleri için hiç bir sebep yoktu . Reklamcılar, teknelerindeki ürünleri allayıp pullayıp yoğurarak  satmaya çalışirken, bir yandan da  medeni hayat propagandası  yapıyor, köylüleri devşirip kentleştimeye,  “kentlileri” devşirip batılılaştırmaya çalışıyorlardı. Ancak bu iyi kallpli insanlar yeni ve modern bir yaşam tarzını körüklerken, aslında biz köylüleri kentleştirmiyor sadece içi boş bir ambalaja sığdırmaya çalışıyorlardı: Elbette üzerlerine vazife değil ama siz hiç pencereden sürücülerin zırt pırt korna çalmamasını, teşekkür etmenin gerekliliğini,  umumi mekanlarda alçak sesle konuşulmasını, etik davranmayı, babaların da omomatik kulanabileceğini, yani kentte yaşamayı kolaylaştıracak gerçek anlamda kentliliği sağlayacak yararlı kaç şey öğrendiniz bu reklamlardan? Ben öğrenemedim.

Reklamcıların biz köylülerin üzerindeki etkisi yadsınamazdı. Onların sunduğu  hayat tarzını, bir şeyler satın alarak ve tüketerek yakalayacağımızı, eksikliğimizi gidereceğimizi,  ezikliğimizi yeneceğimizi , değişeceğimizi ve kentin ev sahiplerine  benzeyerak aradaki farkı kapatacağımıza inandık. Çünkü artık dışlanmak istemiyor ve kentlilere benzeyerek farklı olmanın psikolojik yükünden kurtulmak istiyorduk.  Bu nedenle annelerimiz ölesiye para biriktiriyor, taksitle  12 kişilik yemek masası alıyor ama biz hala yerde yemek yiyorduk, çünkü öyle de gayet rahattık, dantel örtülü o masalarda ise gariban bir vazo hep nöbet tutuyordu. Bazen işi abartıyor, zengin gibi gözükmeye çalışarak kendimizi iyi hissetmeye çalışıyorduk, bu yüzden boğazımızdan kısıyor, maaşımızın yarısını verip Vakko ceket alıyorduk ama anasını satayım bu kez de pantolonu değiştiremiyorduk.

İçinde bulunduğumuz bu çalkantı, kentlilerle  aramızda  bir çeşit aşk ve nefret ilişkisi kurulmasına yol açtı,  onları hem çok seviyor, özeniyor hem de nefret ediyor ve tepki gösteriyorduk. Bu durum, en iyi Yeşilçam filmlerinde görülür. Orada zengin ve fakir çatışması aslında şehre göçetmiş köylüler ve şehirliler arasındaki çatışmasıdır (canı isteyen buna sınıf çatışması desin).  Kentlilerin çocuklari şımarık, bencil ve kullanıcıdır, Avrupa’ya okumaya gönderilirler, bazen analarının Sinderalla’nın üvey anasından farkı yoktur: ne fakirin oğlunu ne de kızını beğenirler.  Ama nedense bu filmlerdeki güzel ve çekici olan fukara kızlar ve oğlanlar kadere bakın ki hep zenginlerle tanışırlar, onlara aşk olurlar. Bu aslında köylü bilinçaltının yansımasıdır, kentliler  gibi olma, onlarla birleşerek huzura erme isteği... Köylünün kendini  kötü kentli olma çabası sırasında yaşadığı travmanın Yesilçam’daki en gerçekçi karşılığını ise büyük usta Halit Refiğ’in Gurbet Kuşları filminde görürüz. 

Sonuç olarak, Türkiye’de köylülerin, taşralıların, İstanbul dışındaki kentlerden gelenlerin yukarıda sözünü ettiğim dört başı mamur alanlarda ciddi bir temsil sorunu vardır: Bu insanlar kendi benzerlerini bu mecralarda göremiyorlar. Türkiyede daha demokratik bir kültürün gelişmesi ve daha demokratik bir estetiğin  oluşması  konusunda medyanın sorumluluğu çok büyük. TV yöneticilerine sesleniyorum, yeni bir şey deneyin;  haber merkezlerine Türkçe’yi aksanlı konuşan muhabir ve spikerler alın. Eğer beni ciddiye almıyorsanız,  şöyle bir dönüp Amerikan televizyolarına  bakın, orada sadece eğlence programlarında değil, haber programlarında da farklı ırktan (siyahlar) farklı cinsiyetten (lezbiyenler) ve geldikleri bölgenin ağır aksanıyla İngilizce’yi konuşan muhabirler ve haber spikerleri var.
21.03.2010 - Taraf Gazetesi

New Jersey’den Manhattan’a gitmek için minibüs bekliyorum. Bu hattaki minibüsleri, Güney Amerikalı göçmenler çalıştırıyor, zaten taşıdıkları yolcular da Güney Amerikalı. Bölgede özellikle de Union City’de Güney Amerikalılar çoğunlukta, çoğu kaçak olan bu göçmeler, akşamın bu saati New York’un göbeği sayılan Manhattan’a gidiyor, orada sabaha kadar açık pizzacıların, deli’lerin ve otellerin mutfaklarında saati beş, altı, yedi en fazla sekiz dolara çok ağır koşullarda çalışıyor.

Minibüse binince dört doları şoföre uzatıyorum. Şoför süslü püslü bir dilber: saçları oksijenli suyla açılmış gibi, kırmızıya boyalı uzun takma tırnaklarını tarak gibi kullanıp ikide bir saçlarını önden toparlayıp arkaya yatırıyor, döktüğü aşırı parfüm nedeniyle başımı döndüren bu dilberin kötü huyları da var: arabayı sürüyor mu uçuruyor mu belli değil, üstelik elindeki telefonla sürekli mesaj yazıyor.

Minibüsün ön yüzü de şoförü gibi süslü püslü: striptease kulüplerindeki gibi loş mavimsi bir ışıkla aydınlanıyor, Hz. İsa’nın, Meryem Ana’nın resimleri, çocuklarının doğum günü resimleri... Ve yüksek sesli müzik, hem de Latin müziği ayağa kalkıp salsa-merenge yapmak istiyorum, hatta hafiften kıpraşmaya başladım, bu da yetmedi soyunmak da istedim. Dolmuşta benim dışımda sadece bir yolcu var; Prof. Dr. Nevzat Tarhan’a çok benziyor. Sayın Tarhan’ı bilirsiniz, sayın bakanımızın söylediği sözler yetmiyormuş gibi ortaya çıkıp bilimsel bir jargonla eşcinselliğin hastalık olduğunu tekrar eden beyefendi.

Birden gözüm karardı, sanki minibüs uçmaya başlamıştı, elimde olmadan kravatımı çıkarttım ve başımın üzerinde kement gibi döndürüp Prof. Tarhan’a benzeyen o adamın üzerine fırlattım: “Dikkatli ol amigo!” diye haykırarak adamcağızı ayak bileklerinden yakaladım, bu kez kemerimi çıkardım, yine şöyle bir başımın üzerinde döndürdükten sonra başladım adamı kırbaçlamaya;bu ilahi adalet için, bu eşcinsel olan çocuklarına ‘hasta’ diyerek üzdüğün ana babalar için, bu eşcinselliğe Nazi subayları gibi yaklaşarak hayal kırklığına uğrattığın gerçek bilim adamları için.” Tamam üç kırbaç yeter, bu kez başımın etrafında bir azize halesi çizdikten sonra hop, ceketimi amigonun kellesine geçiriverdim. Bu arada minibüs her an yere çakılabilirdi, vakit kaybetmeden şoför ablayı belinden kavrayıp pencereden atladım, Amigoya, “Hasta la vista baby” diye seslenerek ekledim, “umarım düşüşün muhteşem olur”.

Şanslıydım yamaç paraşütüm açılmıştı, ağır çeken şoför ablayla birlikte, kapitalizmin ve paranın başkenti olan ışıklı Manhattan üzerinde uçuyoruz. Hafif alçalıp yüksek binaların pencerelerinin önünden geçiyoruz, etrafta renkli ilanlar var: Google, Starbucks, Amazon, Apple, eBay, FedEx, Home Depot… Bugün yeni Amerika’yı temsil eden ve dünyada hüküm süren bu şirketler, zamanında küçük girişimlerdi, ta ki bir gün cebinde parası olan ve akıllıca bir yatırım alanı arayan venture kapitalistler gelip onları bulana ve ortak olana kadar. Yeterli finansman sağlanınca bu şirketler büyüdü ve bir dünya markası oldular. Bugün istihdamın yüzde 11’ini, 80’lerden itibaren kurulan bu tür şirketler sağlıyor. Bizde ise 80’lerde Özal’ın sağladığı ihracat teşvikleriyle Anadolu’da sıfırdan yeni şirketler doğdu, ancak yeterli finansmanı bulamayınca ne uzadılar ne kısaldılar. Maraş’ta özelleştirilen bir SEK fabrikasını alıp dünyanın belki de en harika ve en sağlıklı dondurmasını üreten MADO bunlardan biriydi. Türkiye’de asıl parayı elinde bulunduran ne Koçlardan ne Sabancılardan ne de Enka’dan biri çıkıp bu işe ortak olmayı ve MADO’yu dünyaya yayılan bir marka haline getirmeyi akıl edebildi ama Ferit Şahenk milyonlarca dolar ödeyip Vogue dergisinin distribütörlüğünü almakta sakınca görmedi. Büyük şirketler, distribütörlük yapmaktan gurur değil bence biraz utanç duymalılar, ülkedeki her işe her sektöre atlayıp memlekete kazık çakmak yerine, dışarıya çıkmalılar... Koçlar ve Sabancılar her sektörde varlar, neredeyse beni bile üretecekler. Oysa belli sektörlere yoğunlaşıp orada dünyanın en iyisi olmaya, marka olmaya çalışmalılar. Ama Türkiye’de kurucu işadamlarından sonra bugün işbaşına gelen ikinci ve üçüncü kuşak işadamları hâlâ babalarının, dedelerinin gölgesinde oldukları için özgüven sorunu yaşıyor, dolayısıyla yaratıcı yatırımlara imza atamıyorlar: çünkü sabırsızlar, her şey hemen olsun istiyorlar, daha işin başında yüksek kârlar elde etmeyi bekliyorlar ve hep garanti arıyorlar. Aman, ben yine meseleyi bitiremedim, sonra devam... TEK KELİMEYLE  
 

New York’taki sarhoş at New York’ta, evvelki hafta The Drunken Horse adlı bir şarap barının açılışı yapıldı; 10. Cadde üzerinde, 23. ve 24. sokaklar arasında olan barın sahibi ise Türkiyeli Azman Dayaklı (ismi en az benim ismim kadar sahici), mükemmel servisiyle şimdiden tıklım tıklım olan barda, müşterilere, Kavaklıdere’nin Boğazkere’sini denemeleri tavsiye ediliyor.  

Koşarak yaşayan köylüler Çok satanlar listesinde yer alan Born to Run adlı kitap, Meksika’daki Tarahumara köylülerinin çıplak ayakla ya da sandallarıyla nasıl her yere koşarak gidip geldiklerini, hiçbirinde de hastalık namına bir şey olmadığını yazıyor. Tıpkı köyümüzün Rıza Dayı’sı gibi, o da Ankara lastiklerini giyer ve devamlı yürürdü. Âdeta yürüyerek yaşayan ve çok sağlıklı olan 100 yaşındaki Rıza Dayı’yı, yürüyüşe çıktığı bir gün trafik kazasında kaybettik, nur içinde uyusun.  

Sen misin travestileri işe almayan Müthiş bir gazetecilik başarısına imza attı: 5. Cadde üzerindeki J Crew mağazasının önünden geçiyordum, kapının önünde kalabalık gördüm, bildiriler dağıtıyorlar, buradan alışveriş edilmemesini söylüyorlardı, nedeni ise Manhattan’da 24 şubesi olan mağazanın travestileri işe almaması, onlara göre bu ayrımcılığa giriyor ve eyalet kanunlarına da aykırı...
 İntihar eğilimli heykelNew York’ta bu ayın sonuna doğru Event Horizon adlı heyecan verici bir açıkhava sanat sergisi gerçekleştiriliyor. Heykeltıraş Antony Gormley’in 30’un üzerindeki heykeli, Madison Square Park bölgesinin farklı noktalarına yerleştirilecek. Bunlardan biri de bir binanın tepesinde intihar edecekmiş gibi duran bu heykel.
14.03.2010 - Taraf Gazetesi


Geçenlerde arkadaşım Yalçın Arı’yla telefonda konuşuyoruz, sonunda karnım acıktı, “Bana müsaade üstadım, gitme vakti” dedim, aldığım cevap şu oldu: “Akşam oldu, yine dışarı çıkıyorsun değil mi.” Verdiğim cevap da bu oldu: “Yok, ne dışarısı, ne yinesi, sadece yemek yemem lazım.” Türkiye’deki arkadaşlarım nedense benim beş dakika evde oturmadığımı, her gün vur patlasın çal oynasın yaptığımı düşünüyorlar, katiyen batıl bir inanış bu, ben iş dışındaki zamanımın çoğunu evde geçiriyorum, isterseniz New York’a gelin ve beni yerimde inceleyin. Örneğin geçen hafta hiç bir yere kıpırdamadım, sadece pazar günü evde çok sıkıldığım için ani bir kararla kentin sokaklarına daldım, o kadar. O gün Central Park’ın batı yakasında yer alan Doğal Tarih Müzesi’ne gittim. Biliyorum çok vahşice olacak ama çok kötü bir müzeymiş: Hatta içi doldurulup camekânlara konmuş yabani hayvanlar bana biraz komik bile geldi, eşi benzeri başka hiç bir yerde olmayan dinozor iskeletleri de olmasa, çok çekilmez bir müze olacak burası. Aslında vakti zamanında ilginç bir müzeydi belki de ancak belli ki aradan geçen zaman içinde yaşanan değişimlere, insanların yeni ihtiyaçlarına, toplumun geldiği yeni seviyeye kendilerini uyarlayamamışlar; zaten ziyaretçilerin azlığı da bunu gösteriyor.
Bir marka olarak CNN
Müze çıkışında Columbus Circle’da, ön yüzü camla kaplı Time Warner binasına doğru yürüdüm. O binanın ikinci katında Bouchon Bakery diye, çok güzel kahvesi ve kurabiyeleri olan bir yer var, fiyatlar birazcık pahalı ama oraya gidip kendimi ödüllendirmek istedim. Müze yorgunuydum, oturma kürsülerinin bulunduğu iç balkondan dışarıya bakmak beni azıcık dinlendirdi. Bu bölge karanlıkta daha bir hoş görünüyor. Hareket eden her ışık, tıpkı bir ressamın fırça darbesi gibi, her defasında manzaraya farklı bir anlam katıyor. O ışıklardan biri de kan kırmızısı CNN logosunun ışığı. Ted Turner yıllar önce sadece haber yayıncılığı yapan bir TV kurma fikrini çevresindekilere açtığında ona gülmüşlerdi ama o aldırış etmemiş ve yoluna deva etmişti. Bugün topu topu 30 yıllık bir ömrü olan CNN, sadece bir Amerikan markası değil, bir dünya markası. Haber politikasını eleştirirsiniz ama, CNN, Doğal Tarih Müzesi gibi davranmadı, sürekli kendini yeniledi ve başarılı oldu. Bugün İspanya’dan tutun Türkiye’ye kadar bazı ülkelerin yerel şirketleri bu markanın isim hakkını kullanabilmek için büyük paralar döküyor. Bununla da kalmıyor, reklam gelirlerini ana CNN ile paylaşıyorlar. Böylece CNN, aynı zamanda markasını kiraya vererek de para kazanmış oluyor.
Neden uluslararası bir markamız yok
Peki, Türkiye de neden bir televizyon markası yaratamıyor? Hadi televizyonu bırakalım, neden Vogue gibi bir moda dergisi çıkaramıyoruz, Sonny gibi bir elektronik markası yaratamıyoruz? Onu da geçin, şu çok iyi olduğumuz yoğurt konusunda neden uluslararası bir markaya hâlâ sahip değiliz?
Burada aynı soruyu Çin için de soruyorlar ve diyorlar ki, “Amerikan halkının yüzde 44’ü bugün dünya ekonomisini Çinlerin yönlendirdiğine inanıyor, ancak buna rağmen Çin’in yarattığı uluslararası bir marka yok.” Öyle ya, kuzeydeki Kore’nin (Samsung, Kia, Hyundai) aradaki Tayvan’ın (Acer, Asus), aşağılardaki Hindistan’ın (Tata) uluslararası markaları var ama Çin’in yok. Nedenin kültürel olduğunu düşünenler var, doğru ama tarihsel nedenler de etkili: Çin endüstri devrimini çok geç yani 50’lerde, komünist Mao ile yakaladı, ekonomisini kapitalizme açmaya daha 80lerde başladı. Özellikle Amerikalı firmaların üretim tesislerini ülkeye taşıması Çin’e çok şey öğretti. Bugün markaları olmasa da uluslararası ticarette gösterdikleri performans takdir edilecek nitelikte; yenilikleri takip ediyorlar, ürettikleri malları dünyaya satmak için çok uğraş veriyorlar. Belki kendi markalarını yaratmaya çok az kaldı. Kore ve Tayvan’ın gelişiminde ise endüstri devrimini çok erken yakalamış Japonya’nın etkisi var. Kore 1910’dan 45’e kadar Japon kolonisiydi ve bu süreçte orayı fason üretim yapmak için kullandı. Büyük Kore markaları ise ülkeyi terk eden Japonların bıraktıkları birikim üzerine kuruldu. Türkiye’de ise Özal’lı yıllardaki özelleştirmelerle birlikte devlete ait ağır sanayi kuruluşları özel sektöre devredildi. Cerilen ihracat teşvikleriyle yerel şirketler dışa açılmaya başladı. 90’larda Anadolu’da fason üretim yapan yeni firmalar doğdu. Sektörler içinde tekstil çok gelişti, ancak bu süreçte önemli bir kapital birikimi sağlayan TÜRKİYELİ büyük İŞADAMLARInın, İÇE KAPANIK karakteri devam etti. Ruhlarına işlemiş distribütörlük anlayışından vazgeçip bir dünya markası yaratamadılar. Konu haftaya devam edecek: Venture kapitalistlerin büyüttüğü şirketler, gösteriş düşkünü TÜSİAD üyeleri, ilerici Sabancılar, tutucu Koçlar, Türk iş insanlarının davranış psikolojisi ve marka yaratmak için ne yapmalı?
TEK KELİMEYLE
Medyadaki dişi erkekler
Oscarların ardından, medyada “Oscar’ın en çekici kadınları” türünden haberler sıkça çıktı, “en çekici erkekler” haberlerine ise pek rastlanmadı, demek ki medyada hâlâ erkekler hâkim ve bu erkekler sadece kendilerinin ve erkek okurların ağız tadına göre haber hazırlıyor. Kadın okurları ise umursayan yok. Ancak bu böyle gitmesin, işin pratik çözümü şu; erkek gazeteciler biraz dişi bir zihniyetle düşünsün.
Gey düşmanı poltikacılar gey mi
Siz siz olun geylerin aleyhinde atıp tutmayın, çünkü sizin bir gey olduğunuzu ve gizlenmek için bunu yaptığınızı düşünebilirler. Haksız da sayılmazlar. Gey evliliği karşıtı Senatör Roy Ashburn, geçenlerde gey barından çıkıp sarhoş araba kullanmaya kalkınca, trafik polisine yakalandı ve gey olduğu ortaya çıktı. Daha önce de azılı gey düşmanı Senatör Craig, tuvalette bir erkeğe sarkıntılık yaparken yakalanmıştı.
Okul kantinlerinde kola yasağı
Amerika’da şişmanlığın çocukluktaki beslenme alışkanlığıyla çok ilgili olduğu artık biliniyor, bu nedenle New York eyaletinde çocuklara yönelik abur cubur ürünlerin reklamlarına yasaklamalar getirilmişti, şimdi de okullarda, içinde aşırı şeker olan asitli içecek satışlarına büyük kısıtlamalar getirildi. Türkiye gelecekte hastalıklarla uğraşan bir kuşak istemiyorsa, bu yasaktan ders almalı.
Ağaçlara hırka giydiren gerillalar
Şirin bir kıyı kasabası olan Cape May’de yaşayanlar sabahleyin uyandıklarında bir de ne görsünler; ağaçlara el örgüsü hırkalar giydirilmiş... Tam herkes gizlice ağaçları el örgüsü hırkalarla giydiren gizemli gerilla örgücüleri merak ederken, örgücülerden biri basını arayıp, “Biz sadece bir çeşit grafiti sanatı uygulayarak etrafı güzelleştirmeye çalıştık, durmayacağız devam edeceğiz” dedi.
07.03.2010 - Taraf Gazetesi

Bir ay kadar evveldi, koltuğumda oturmuş, sütümü içiyor, Comedy Central adlı kanaldaki The Colbert Report ’u izliyorum. Çünkü sunucu Stephen Colbert’i çok seviyorum; olağanüstü zeki, entelektüel, sıradan, budala ve komik. O akşam programında Alicia Keys’i ağırlıyordu.
Alicia kızımız tabii ki yeni albümünü çıkarmıştı ve bu albümdeki Empire State of Mind şarkısını oracıkta seslendiriverdi.
Bu muhteşem bestenin sözleri New York narsisizminin bir dışa vurumu gibiydi: "Hayatım ben New York'tanım hani şu rüyaların yapıldığı beton ormanlarından... New York'ta yapamayacağın hiçbir şey yoktur, bu caddelerde kendini yenilenmiş hissedersin, dev ışıklar sana ilham verir" Brooklyn’den, Tribeca’dan söz edip şehre methiyeler dizen bu şarkı için Stephan’in sorusu şuydu: “Can sıkıcı varoşlar şarkıda yok.” Aslında bu şarkı, Billy Joel’in New York State of Mind ’ı ve Frank Sinatra'nın ’nın New York sarkıları gibi New York’a bir çeşit güzellemeydi, dolayısıyla sadece şehrin olumlu yönlerine vurgu yapıyor, kalanını tıraşlıyorlardı, böylece bir New Yorklu olarak kendi ayrıcalıklarını ve üstünlüklerini vurguluyor, diğer kentleri bir çeşit taşra sayarak üstü örtülü biçimde küçümsüyorlardı.
Benzer bir psikolojiyi, İstanbul’da yaşayan ve kendini oralı kabul edenlerin tutumlarında da görmek mümkün. Bu nedenle ülkedeki çeşitliliği ve buradan doğan farklı estetik lezzetleri tıraşlayarak kendine özgü bir anlayış geliştiren Kemalist estetiğin sivil üretim, çoğaltım ve dağıtım merkezi İstanbul oldu. Cumhuriyet Gazetesi bu estetiğin üretim merkezidir demiştik geçen yazıda.
Bu estetiğin dağıtımını üstlenerek popülerleşmesini ve yayılmasını sağlayanlar ise sinema televizyon, reklam, gazete ve televizyon haberciliği sektöründe çalışan insanlardı. Bu anlamda yazılı medya, reklamcılık, sinema ve televizyon sektörleri Kemalist sistemin dört başı mamur ideolojik aygıtları olarak değerlendirilebilir.
Kendileriyle böbürlenmeyi çok seven narsisist eğilimli reklamcıların günahı az buz değil. Örneğin benim gibi kara kaşlı kara gözlü çocukları daha o yaşlarda durduk yere komplekse sokan ve kendiyle barışık olmalarını zorlaştıran en önemli etken reklam filmleriydi. Çünkü oradaki bebeklerin ve çocukların çoğu mavi gözlüydü, annelerinin başı açıktı, bu anneler kocalarını eşikte öperek işe uğurluyordu, İstanbul Türkçesiyle konuşuyorlardı. Bu durumda esmer çocukların, kendilerini ve annelerini reklam filmlerinde temsil edilmeye değer bulunmayacak kadar ucube hissetmemeleri için hiç bir sebep yoktu. Reklamcılar, teknelerindeki ürünleri allayıp pullayıp yoğurarak satmaya çalışırken, bir yandan da medeni hayat propagandası yapıyor, köylüleri devşirip kentlileştirmeye, “kentlileri” devşirip Batılılaştırmaya çalışıyorlardı. Ancak Bu iyi kalpli insanlar yeni ve modern bir yaşam tarzını körüklerken, aslında biz köylüleri kentleştirmiyor sadece içi boş bir ambalaja sığdırmaya çalışıyorlardı: Elbette üzerlerine vazife değil ama siz hiç pencereden sürücülerin zırt pırt korna çalmamasını, teşekkür etmenin gerekliliğini, umumi mekânlarda alçak sesle konuşulmasını, etik davranmayı, babaların da omomatik kullanabileceğini, yani kentte yaşamayı kolaylaştıracak, gerçek anlamda kentliliği sağlayacak yararlı kaç şey öğrendiniz bu reklamlardan? Ben öğrenemedim.
Reklamcıların biz köylülerin üzerindeki etkisi yadsınamazdı. Onların sunduğu hayat tarzını, bir şeyler satın alarak ve tüketerek yakalayacağımızı, eksikliğimizi gidereceğimizi, ezikliğimizi yeneceğimizi, değişeceğimizi ve kentin ev sahiplerine benzeyerek aradaki farkı kapatacağımıza inandık. Çünkü artık dışlanmak istemiyor ve kentlilere benzeyerek farklı olmanın psikolojik yükünden kurtulmak istiyorduk.
Bu nedenle annelerimiz ölesiye para biriktiriyor, taksitle 12 kişilik yemek masası alıyor ama biz hâlâ yerde yemek yiyorduk; çünkü öyle de gayet rahattık, dantel örtülü o masalarda ise gariban bir vazo hep nöbet tutuyordu. Bazen işi abartıyor, zengin gibi gözükmeye çalışarak kendimizi iyi hissetmeye çalışıyorduk; bu yüzden boğazımızdan kısıyor, maaşımızın yarısını verip Vakko ceket alıyorduk ama anasını satayım bu kez de pantolonu değiştiremiyorduk.
Sonuç olarak, Türkiye’de köylülerin, taşralıların, İstanbul dışındaki kentlerden gelenlerin yukarıda sözünü ettiğim dört başı mamur alanlarda ciddi bir temsil sorunu vardır. Filmlerde Türkçeyi Karadeniz aksanıyla konuşan bir doktora ve hâkime rastlamazsınız ama kapıcıya rastlarsınız.
Bu değişmeli artık: nazım geçtiği için CNN’den Mehmet Ali Birand’a, atv haber’den Erdoğan Aktaş’a ve NTV’den Ömer Özgüner’e sesleniyorum yeni bir şey deneyin; haber merkezlerine, Türkçeyi aksanlı konuşan muhabir ve spiker alın.
 28.02.2010 - Taraf Gazetesi

İşten çıktım, Abdullah’ın evinde çiğköfte partisi var, çabuk olmalıyım yoksa bana kalmaz. E trenine bindim, Downtown yönüne gidiyorum. World Trade Center (Dünya Ticaret Merkezi) durağında indim. Kentin bu tarafını pek sevmiyorum, yüksek binalar var ve akşamları çok sessiz oluyor, bana İstanbul’daki Mecidiyeköy’ü anımsatıyor.

Ding-dong! Zili çaldım, kapıyı tanımadığım biri açtı, içeri daldım, Allah sizi inandırsın, santimetrekareye bir kişi düşüyor, ayakkabılar çıkarılmış, ıhğğgğ, çorapların kokuları havada bulut olmuş, yerlerde gazeteler, bir uçta bir leğen, diğer uçta başka bir leğen, çiğ etler leğenlerin içinde, çok vahşi bir manzara, üstelik bu insanların bazıları Türkçeyi bozarak yani Anadolu aksanıyla konuşuyorlar, bu halleriyle bir de kalkmış New York’a gelmişler, bir Amerikalı burada olsa, medeni Türkiye imajı ciddi ciddi yara alacak.

He he he ŞOK OLDUNUZ değil mi: olmayın olmayın, çünkü şaka bu, elbette böyle düşünmüyorum, ne haltlar karıştırdığımı ileriki satırlarda anlayacaksınız. Baştan alayım, o gün o kalabalık salonda çok iyi vakit geçirdim, hatta kendimi ailemle geçirdiğim kalabalık yılbaşı akşamlarından birindeymişim gibi hissettim. Mastır öğrencileri ve beyaz yakalıların çoğunlukta olduğu bu insanların her biri işin bir ucundan tutuyordu; kimi marul yıkıyor, kimi servis yapıyor, kimi çay demliyordu, sevimli bir manzaraydı. Adanalı mühendis Mehmet Çoban ve Diyarbakırlı eğitimci Mustafa Elaldı’nın yoğurdukları çiğköfte ise çok lezzetliydi, yalnız Diyarbakır tarafı acıyı çok koymuştu, netekim o gün bugündür içim fena yanıyor.

Odanın başucundaki sazlı Cahit Oktay ve udlu kayınpederi Yavuz Aydın güzel türküler çaldılar. O gece bayağı iyi beslendik, sağolsun bu parti Necmettin Hoca (Erbakan değil Kızılkaya) Türkiye’ye kesin dönüş yaptığı için yapılmıştı. Arkadaşım Murat Berk’e dönüp, “Eğer böyle olacaksa her hafta bu gruptan bir arkadaş Türkiye’ye kesin dönüş yapsa keşke... ” dedim ve çayımı yudumladım, yarasın!

Şimdi başa, yani sizi şok etmeye çalıştığım zihniyete geri döneyim, aslında bir zamanlar Türkiye’deki “kentli” kesim (belki de elitist kesim demek lazım) tarafından çok da içselleştirilmiş bir zihniyet bu, hâlâ da sürüyor, hatta kendini kentli gibi hissetmeye çalışan taşradan göçmüş entelektüel, bürokrat ve beyaz yakalılar da bu zihniyetin bir parçası oldular: Bu kesim kendilerine özgü bir estetik lezzete (Cumhuriyet gazetesi aracılığıyla üretilen ve çoğaltılan Kemalist estetik) sahipler. Onlar bu estetiğin terazisine biz köylüleri koyduklarında pek bir ederimiz olmadığını düşünüyor ve bizlerden hoşlanmıyorlardı, çünkü kendileri ev sahibiydiler, dolayısıyla biz kalıcı misafirlerin her şeyi onlara batıyordu; agresiftik, kötü kokuyorduk, kötü giyiniyorduk, Türkçeyi aksanlı konuşuyorduk, eğitimsizdik, yoksulduk, şehirde yaşama nizamını bilmiyorduk. Aslında sözünü ettiğim bu sözde kentlileri asıl kızdıran nokta onlara asıllarını hatırlatıyor olmamızdı; tam Batılı gibi olduklarına inandıkları an, zırt diye karşılarına çıkıyor, onları uykuya yattıkları muasır medeniyetler masalından uyandırıyorduk. Kentlilerin bigudili anaları, bizim tülbentten eşarba dönen analarımıza burun kıvırıyor, başına türban takan kızlarımızı kadın hakları Azraili gibi görüyorlardı. Aslında onların sorunları bir yere kıpırdamadan köylerinde yaşayan köylülerle değildi, hatta onları sevdikleri bile söylenebilirdi, nitekim bünyelerinde yetiştirdikleri yeteneksiz sanatçılar aracılığıyla biz köylüleri, köydeki halimizle sanata yansıtma inceliğini bile gösterdiler. Nuri İyem koca gözlü resimlerimizi çizdi, sırf bu nedenle toplumcu sanatçı payesi bile aldı, oysa Meksika’nın toplumcu sanatçısı olan ve sıkça Meksika köylülerini resmeden Diego Rivera ile kıyaslandığında Nuri iyem aslında biz köylülerin hiçbir şeyini ifade etmeyi başaramamış, şişirme bir ressamdı. Bu iyi kalpli kentliler, İstanbul yüzü görmeden köylerimizde bestelediğimiz türkülere de önem verdiler, Cemal Reşit Rey, Ahmet Adnan Saygun gibi isimlerden oluşan Türk beşibiryerdeleri türkülerimizi klasik müziğin diline çevirip, dinlemesi çok sıkıcı bestelere imza attılar. Ancak ne zaman ki köyümüzden göç edip kente yerleştik ve kendi bestemizi kendimiz yaptık, o zaman kentlilerin keyfini kaçırıverdik, yeni müzik türümüz olan arabesk hor görüldü, bu türün yaratıcısı olan ve Karadeniz’den İstanbul’a göç etmiş sanatçı Orhan Gencebay TRT’nin eşiğinden içeri sokulmadı, aynı şekilde Balkanlardan gelen ve dahiyane bir müzisyen olan Ciguli ise “seviyesiz soytarı” olarak damgalanıp paket yapıldı ve piyasadan silindi. Konu devam edecek: Medeni hayat misyonerliğine soyunan asimilasyoncu Türk reklamcıları, evlerdeki 12 kişilik yemek masası akımı ve New York küstahlığı ise haftaya...


TEK KELİMEYLE


Sişmanım ve isteyenim çok

Şarkıcı Jessica Simpson, Güzelliğin Bedeli adlı yeni bir TV programına başladı, aldığı kilolar nedeniyle üzüntülü olan Jessica, show gereği farklı ülkeleri geziyor ve kadınların farklı güzellik anlayışlarını inceliyor, hatta bir Afrika köyünde etli butlu kadınların evlenmek için daha makbul olduklarını görünce çok şaşırıyor.

Boks spor değil, yasaklansın

Uzakdoğu dövüş tekniklerinin kombinasyonu olan Mixed Martial Arts, New York’ta yasak, ancak şimdi bunun yasallaşması gündemde; bu “sporu” New York’ta istemeyenler var, onlara göre boks bile spordan sayılmamalı ve yasaklanmalı, çünkü son 100 yılda binin üzerinde boksör ringlerde öldü, sakat kalanlar ise daha çok.

Sarhoş musun, gel karakola

Bu Texas garip bir eyalet, polisler rastgele bir bara girip oradakileri sırf sarhoş oldukları için tutuklayabiliyorlar, nedeni ise eyaletteki alkol zehirlenmesi ile ilgili yasa. Bu tuhaf yasanın arkasına sığınan ırkçı polisler, özellikle Meksikalı göçmenlere musallat oldular, şimdi bazı gruplar yasanın değiştirilmesi için çarpışıyor.

İklimden kaçtım, ülkenize sığınıyorum

Ülkelerindeki siyasi baskılar nedeniyle başka ülkelere siyasi sığınmacı olarak göç edenlere alışığız, ancak Avustralya ve Hawaii arasındaki küçük adalarda yaşayan Tuvaluların çevre ülkelere sığınma talebi siyasi baskılar değil iklim, çünkü global iklim değişikliği nedeniyle ülkeleri sular altında kalıyor.