30.05.2010 - Taraf Gazetesi

New York Belediye Başkanı ve Amerika’nın sekizinci zengin adamı Michael Rubens Bloomberg ile geçtiğimiz pazar günü bir kahvaltı yaptık. Orada yaşananları dar bütçeyle yapılmış bir belgesel film gibi anlatacağım size. Merak etmeyin sıkıcı bir belgesel olmayacak, Allaha çok şükür olayın içinde ben varım.
Kahvaltı, sabah 9,5’taydı, ben 5’te kalktım, sporumu yaptım, sonra süslenip püslenip 49. Sokak ve 2. Cadde’nin kesiştiği noktada yer alan Şipşak Lokantası’na gittim. Bu lokantaya hiç gitmemiş, sadece birkaç kere önünden geçmiştim, nasip bugüneymiş. Kapının önünde bizim Türkiyeli gazetecileri gördüm, orada durmuş birbirleriyle konuşuyorlardı, kaşlarımı şöyle bir kaldırıp dudak uçlarımı aşağıya sarkıtarak onları süzdüm (şaka şaka hiç öyle yapar mıyım) içeri geçtim. Lokantanın orta bölümdeki dört masa birleştirilip tek masa haline getirilmiş, etrafında ise Türk Amerikan Dernekleri Federasyonu’ndan (TADF) olduklarını düşündüğüm kravatlı beyler oturmuş. Dikkatinizi çekmiştir başlığında Türk olan etkinliklere şimdiye değin pek katılmıyordum, Kürdüm ya kendimi rahat hissetmeyeceğimi düşünüyordum, o nedenle kim kimdir pek bilmiyorum ama şu an masanın başındakiler kimdir diye de merak ediyorum.
Beni meraklandıran kravatlı beylere yanaşmadan evvel göz kameramı şöyle bir etrafa çevirdim: Bazı masalarda, büyük bir tabağın içinde dörde bölünmüş simitler var, bazısında yok... ortama alışmak için, ayakta dikilip Zaman gazetesinin New York muhabiri Mehmet Demirci ile konuşmaya başladım. Sabah kahvaltı etmemişim, kan şekerim düştü galiba, o nedenle Mehmet’in dediklerinin üçte ikisini ya anlıyorum ya anlamıyorum, belki de üçte üçünü anlayamıyorum. Ancak şunu biliyordum ki kendime bir iyilik yapmalı ve mideme bir şeyler yollamalıyım, simitler de bayağı güzel görünüyor, canım çekti, hatta bir an gözüm döndü, yan masaya doğru eğildim ve babamın simidiymiş gibi bir parça simit alıp ağzıma attım. Geç kalmıştım, ancak simitçiği çiğnerken “pardon bir parça simit alabilir miyim?” diyebildim; masadakilerin bana bakışları bir tuhaftı, aldırmadım. Ah inanmıyorum, biri bir bardak çay getirdi bana, ne kadar iyi bir insan, çayımı içtim ve kendime geldim, şimdi işbaşı yapabilirim artık. Hemen o kravatlı beylere yanaştım ve elimi uzatarak, “selam ben Taraf gazetesinden Hıdır Geviş, siz kimsiniz?” diyerek tek tek tokalaştım hepsiyle, ne yapayım, baktım başka türlü kimse kimseyi kimseyle tanıştırmıyor.
Şu andan itibaren belgesel gözlemlerimi biraz montajlı ve atlayarak gitmeliyim, köşemin sonuna geliyoruz çünkü . Neyse efendim New York Belediye Başkanı Bloomberg siyah bir ciple geldi; gazeteciler flaşları patlatmaya başladılar, meslektaşlarım çok panik, bense çok sakinim ama Bloomberg’le tanışacağım için biraz heyecanlıyım. Pek çok New Yorklu gibi ben de Bloomberg’i çok seviyorum, yanlış anlamayın, sahip olduğu 18 milyar dolarlık servetten dolayı değil, adamcağız benim hiç sevmediğim Cumhuriyetçi Parti’den ama New York’a çok güzel hizmet veriyor, ayrıca bağlı olduğu partisinin aksine oldukça liberal ve açık fikirli biri. Neyse, Bloomberg yaklaşıyor, toplantının sahibi benmişim gibi onu karşılayıp “hoşgeldiniz” diyorum, sonra TADF Başkanı Kaya Boztepe onu alıp, birleştirilen masanın orta yerinde, duvar kenarına oturttu. Masanın üzerinde reçel, meyve suları, beyaz peynir, kaşar peyniri, içi boş tabaklar, beyaz kumaş peçeteler, iri ve ağır çatal bıçaklar vardı. Belli ki torpilli bir masaydı bu, çünkü üzerinde daha çok şey vardı, o halde be de o masaya oturmalıydım, oturdum da, hem de başköşeye, bunu hak etmiştim, çünkü ben çok iyi bir insanım. Bloomberg Türkiye’nin Doğu-Batı arasında çok stratejik bir köprü ülke olduğunu söylerken, kulağım onda gözüm ise şef Orhan Yeğen’in hazırladığı ve sırayla masaya konan ıspanaklı poğaça (inanılmaz lezzetli poğaçalardı), menemen, börek, sucuklu yumurta ve tepside ıspanaklı yumurtadaydı. Ispanaklı yumurta ve menemen çok uzaktı, uzanamadım. Bu arada Bloomberg’in gelme amacı TADF aracılığıyla Türkiye toplumuna saygı ve sevgilerini sunmaktı. Sonradan aramıza New York Başkonsolosumuz Mehmet Samsar ve Washington Büyükelçimiz Namık Tan da katıldı. Musevi dininden olan Bloomberg, Türkiye’nin İsrail’in dostu olduğunu vurguladı, ünlü müzik yapımcısı Ahmet Ertegün’le Türkiye’yi ziyaretlerinden bahsetti ve Koç Müzesi’nden çok etkilendiğini anlattı. Haftada yedi gün, geceyarılarına kadar çalıştığından söz eden Bloomberg, “bu tempoyu kaldırmayı göze alacak insana görevimi hemen devredebilirim “dedi, ben de el kaldırıp “adayım” diye karşılık verdim, görev mörev devretmedi, sadece gülümsedi. Off anlatacak o kadar çok şey var ki, burada kesmeliyim, unutmadan, CHP başkanlığına hemşerim Kemal Kılıçdaroğlu seçildi ya bizim ailede bayram var, Kılıçdaroğlu’ya başarılar diliyorum.

TEK KELİMEYLE


Aslan parçası Cemil Çiçek

Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, geçen pazar New York’ta yapılan Türk Günü’ne eşi Gülten Hanım’la katıldı. Cemil Bey kısa boyu, gözlükleri, açık alnı ve beyazlamış saçlarıyla çok tonton biri ama sahnede konuşunca aslan kesiliyor; kalın ses tonu, sağ elini yukarı kaldırıp hafifçe yerinde tepinerek konuşması bana eski devrimcileri anımsattı. Gülten Hanım da çok sempatik ancak gözlükleri Semra Özal’ınkilerden daha büyük, neredeyse dalgıçlarınki gibi.

Edibe Sözen’le yıllar sonra

AK Parti İstanbul Milletvekili Edibe Sözen’i tanırsınız, keskin zekâsı ve yenilikçi yönüyle AKP için önemli bir isim. Edibe Hanım’la yıllar sonra New York’taki Türk Günü’nde karşılaştım, gördüğünüz gibi sevinçten ağzım kulaklarıma vardı, bu karşılaşma iyi oldu, hasret giderdik, kendisi üniversiteden hocamdır, onca yıl geçmiş hâlâ çok genç ve çok bakımlı. New York’u pek sevmiyormuş, “çok kalabalık” diyor...

“Soydaş” siyasi literatürden çıkarılsın

Ahmet Davutoğlu’nun dış temsilciliklerimize, “diasporayla iyi ilişkiler kurun” mesajı vermesi pek algılanmamış, çünkü Türk Günü’nde konuşan bazı bürokratlar her zamanki alışkanlıklarıyla “Soydaşlarım ne mutlu Türküm diyene” dediler. Oraya gelen Türkiyeli Kürtler, Ermeniler ve Musevilerin bu ırkçı sözcük karşısında ne hissedebileceklerini tahmin edersiniz; işte bu nedenle bu sözcük literatürden çıkarılmalı.

Türk Günün’deki jönler

Türk Günü’nün en jön erkekleri, AKP Mardin Milletvekili Cüneyt Yüksel ile Brooklyn’deki Fatih Camii imamı ve Amerika Müslümanlar Birliği Başkanı Fatih Demirci’ydi. Cüneyt Bey (resimdeki) gür siyah saçlarını briyantinleyip arkaya yatırmıştı; kendisiyle daha önce de görüştüğüm için biliyorum, o gün de her zaman olduğu gibi jilet gibiydi. Fatih Bey ise uzun boyu ve fit vücuduyla, mankenlik teklifi almış olabilir.
23.05.2010 - Taraf Gazetesi



Nerede kalmıştık, İtalyan Mahallesi’ndeydim, Mulberry Sokağı’ndan aşağıya doğru tıngır mıngır yürüyordum... Nihayet Canal Sokağı’na geldim, Yarabbim sana çok şükür, sonunda minik İtalya’dan kurtuldum... Canal Sokağı, Manhattan’ın batısından doğusuna doğru uzanan servi boylu bir sokak, bir çeşit hudut sokak aslında, İtalya bitiyor Çin başlıyor. Zavallı Marco Polo, birinden ötekine geçmek için ne çok yol tepmişti, bense birkaç adımda hop, minik İtalya’dan minik Çin’e varıverdim.
Canal Sokağı boyunca sağlı sollu küçük küçük mağazalar var, bu mağazalarda saatten eşarba, çantadan makyaj malzemelerine kadar her şey satılıyor. Kentin diğer mahalleleriyle kıyaslandığında her şey sudan ucuz. Beş buçuk dolara dört kap yemek yiyebileceğiniz yerler var. Hatta buralarda, Çinli kızların çalıştığı berber dükkânları var, kadınlar rock yıldızlarına yaraşır saç modeli yaptırıp sadece 30 dolar ödüyorlar, buna yıkama ve kurutma da dahil, başka yerde en az 100 dolara çıkarlar...

Çin Mahallesi’ndeki
ufak tefek lokantaların vitrinlerinde hep pişmiş ördekler asılı, milli yemek sanki, ne kadar vahşi, zavallı ördekçikler, ama itiraf etmeliyim ki lezzetli görünüyorlar, tok olduğum halde ağzım sulandı, sanki kına yakılmış da üzerine baklava şerbeti dökülmüş gibi duran halleri midemi çıldırttı.
Asıl Çin Mahallesi Canal Sokağı’nın alt tarafı, yani güney kısmı... Oralara gidip resim çektirsem ve facebook’a koysam, arkadaşlarım Çin’den geldiğimi düşünebilirler, çünkü dükkân isimleri Çince, alfabe Çince (artık Mandarin Çincesi mi Cantonese Çincesi mi onu hiç bilemiyorum), sağınızdan solunuzdan gelip geçenler Çinli... New York böyle bir şehir işte, sınırları çok keskin olmasa da her mahallenin bir teması var: bazı mahalleler etnik gruplara göre (Harlem: siyahlar, Latinler), bazıları cinsel kimliklere göre (Chelsea-Hell’s Kitchen: geyler), bazıları gelir gruplarına göre (Upper West side: zenginler), bazıları ilgi alanlarına göre (Williamsburg: sanatçılar, yazar çizerler) nüfuslanmış.
Yoruldum, bu kadar dolaşmak yeter, şuradan geri dönüp yürüye yürüye Village’e çıkayım bari... Mübarek Mulberry Sokağı’na paralel uzanan Mott Sokağı’ndan içeri daldım. Soldaki ne ilginç bir dükkân, kapının önü, Mısır Çarşısı’ndaki dükkânların önü gibi, kasaların içinde kuru bir şeyler var ama gözlerim iyi görmüyor ki, şöyle biraz yaklaşmam lazım, hepsi deniz ürünüymüş, denizde ne varsa burada kurusu var, midye, istiridye, scallops, palamuda bezer bazı balıklar... Çoğunun ne olduğunu anlayamıyorum, etiketlerin hepsi Çince ve Çin alfabesi kullanılmış, yani cebinizde Çince-İngilizce sözlüğünüz olsa da faydası yok. Kapının önünde duran kadıncağız ise sorularımdan bıkıyor artık, zaten sert bir kadın, 11. sorumdan sonra beni azarlar gibi bir şeyler söyledi ama anlamadım. Buradaki Çinli çalışanların çoğu büyük zorluklarla ülkelerinden çıkıp gelmişler, çoğu zor koşullar altında ve düşük ücret karşılığında da olsa inanılmaz çok çalışıyor, para biriktirip kendilerini güvenceye almak, çocuklarını iyi okullarda okutmak istiyorlar, bu nedenle, onlardan sizinle çok alışılır bir İngilizceyle konuşmalarını beklemek haksızlık.
Kadının gönlünü almak için içeri girip bir şeyler satın almak istiyorum, geçen bahsettiğim 1,5 dolarlık Oolong çayını buradan almıştım, sadece o değil, 2.5 dolara yeşil çay ve 2 dolara da zencefil çayı aldım.
Aklıma gelmişken söyleyeyim, vejetaryen okurlarımdan sürekli protesto e-mailleri alıyorum, “et yeme sebze ye, dikkat et yazılarında sürekli et propagandası yapıyorsun” diyorlar. Ben zaten artık evde et pişirmiyorum, sadece sebze ve süt ürünleri yiyorum, lütfen izin verin bari lokantada et yiyeyim. Neyse şimdi de bu protestocu okurlarımın gönlünü almak için şu yandaki sebze dükkânına gireyim bari, Allahım inanamıyorum, fiyatlar, bizim mahalledeki kazıkçı Garden Of Eden adlı marketin yarısının yarısı, keşke buralara yakın otursaymışım, mutfak masraflarım azalırmış... Bir şeyler almak istedim ama peşin param yoktu, Çin Mahallesi’nde kredi kartı işlemiyor, para peşin kırmızı meşin.
New York’taki mahalle gezilerim sürecek, çok iyi bir insanım, sadece sizin için dolaşıyorum. Bu arada yazının başlığı ne anlama geliyor diye sormayın lütfen, bir anlamı yok, içimden öyle geldi, hadi ÇİN ÇİN!!!

TEK KELİMEYLE


İkiz kulelerin karşısına cami

New York’ta yapılması planlanan ve Cordoba House adı verilen 100 milyon dolarlık 13 katlı modern cami, şimdiden sorun olmaya başladı. Bazı milliyetçiler, caminin El-Kaide saldırısıyla yıkılan ikiz kulelerin tam iki sokak ötesinde kurulmasını, manidar ve gücendirici bir zıtlaşma olarak değerlendiriyor. Projeyi üstlenenlerin cevabı ise şu: “Hiç ilgisi yok, bu cami Müslüman ve Hıristiyan kardeşliğini güçlendirecek.”


Cumaya gidenler millileri gördü ama

Perşembe akşamı New York’ta küçük bir skandal yaşandı, süslenip püslenip harika Manhattan manzaralı Water Edge lokantasına gittik, Milli takım oyuncuları için bir resepsiyon veriliyordu, ancak ortada bir tek futbolcu yoktu, başkonsolosumuz Mehmet Samsar (resimdeki) çok üzgündü, ertesi gün New Jersey’deki Ulucami’ye namaza giden arkadaşlarım aradılar, “Futbolcuları sen göremedin ama biz gördük, hepsi Cuma’daydı.”


Erkekler için hepimiz lezbiyeniz

Christina Aguilera’nın yeni klipi I’m not myself tonight dolaşıma sokuldu, klipte çok belirgin bir lezbiyen vurgusu var, Christina, kadınlarla öpüşüyor ve neredeyse sevişiyor, tıpkı Lady Gaga’nın Telephone klipindeki gibi. Durumu Twitter arkadaşlarıma sordum, kanaatleri şu: Bunlar lezbiyenliğe bir faydamız olsun diye yapılmış klipler değil, sadece lezbiyen fantezisi olan hetero erkekleri çekmek için yapılmış.


Çay partisinin intikamı mı

İngiliz BP şirketinin Meksika körfezindeki tesislerinde başlayan petrol sızıntısı, Mississippi, Alabama ve Florida kıyılarında ciddi bir çevre felaketine yol açıyor. Bu nedenle bazı Amerikalılar şaka yollu “İngilizler çay partisinin intikamını mı alıyor” diyorlar. Bilen bilir, sömürgecilik döneminde, Amerikalılar, İngilizlerin yüksek vergilerine isyan ederek, 1772’de tonlarca İngiliz çayını Boston’da denize döküvermişlerdi.

16.05.2010 - Taraf Gazetesi

 Bu satırları yazarken bir yandan da Oolong adlı bir tür bitki çayı içiyorum. 100 paketlik bu çayın kutusunu kaça aldım biliyor musunuz, 1,5 dolara. Nereden aldığımı merak ettiyseniz bu yazıyı sonuna kadar okumalısınız, çünkü cevabı satırların arasında bir yerlere yerleştirdim.
Geçen pazar günüydü, o gün için hiçbir plan yapmamıştım, öğlene doğru dışarı gidesim geldi, çıktım gittim... Spor ayakkabı bakabilirdim mesela. 18. Sokak ile 5. Cadde’nin kesiştiği noktada tam H&M’in yanında Daffy’s adlı bir mağaza var, oraya gittim. Belki söylemişimdir, bu mağazada, dizaynır ürünler çok ucuza satılıyor, giysiler pek işe yaramıyor ama tam ağzımın tadına göre spor ayakkabıları burada bulabiliyorum, fiyatlar 20-35 dolar arasında değişiyor, eski sezonun malları ama olsun, ne fark eder...
Ancak o gün Daffy’s’de kafama göre bir ayakkabı bulamadım, hava rüzgârlıydı, olsun bana kâr etmez, benim içimdeki rüzgâr daha kuvvetliydi, alıp başımı gitmeli, biraz yürümeliydim, yürüdüm de...
Aşağılara doğru yürüye yürüye West Houston Sokağı’na geldim, karnım çok acıkmıştı, canım bir İtalyan lokantasında chicken parmesan yemek istedi. İtalyan mahallesi Minik İtalya’ya (Little Italy) çok yakın biryerdeydim, belki oraya gidebilir ve karnımı doyuracak iyi bir lokanta bulabilirdim. Yolun karşısına geçip sola döndüm ve Doğu Nehri’ne doğru yürümeye devam ettim, nihayet Mulberry Sokağı’na gelmiştim. Sağ yaparak sokaktan içeri girdim, bu sokak aşağıya, Çin Mahallesi’ne kadar gidiyor, yol boyunca sağlı sollu lokantalar var... Minik İtalya burası. Anneler Günü nedeniyle etraf kalabalık, herkes annesiyle dolaşıyor. Aslında Amerika’daki tek minik İtalya burası değil, her şehrin nasıl bir Çin Mahallesi varsa bir de İtalyan Mahallesi var ve pek çoğu da Little Itally olarak anılıyor. Örneğin San Diego, Baltimore ve Chicago, Little Itally’si olan şehirlerden. Eski kentim Boston’da da lokantalarıyla ünlü bir İtalyan Mahallesi vardı ama o mahalle Little Italy olarak değil, North End olarak anılıyordu.

Lokantalar dışında bu mahallenin İtalyanlığı pek kalmamış aslında
, fark edilir yoğunlukta bir İtalyan nüfusu yok. Bunun sebebi var: İtalya’dan Amerika’ya 1876’larda başlayan kitlesel göçler, 1970’lerde kesildi, çünkü İtalyan ekonomisi düzelmişti ve insanlar eskisi gibi Amerika’ya göç etmeye heves etmiyorlardı. Dolayısıyla yeni gelen İtalyan göçmenlerin iş ve kalacak ucuz yer buldukları New York’un İtalyan Mahallesi artık yeni göçlerle beslenme şansı bulamıyordu. Sonuçta bu mahalleye, New York’a taşınan başkaları sızdı ve bölgenin etnik yapısı değişti. Ancak buradaki lokantaların sahiplerinde ve onların işletme anlayışında bir değişiklik olmadı. Örneğin aynen Kapalıçarşı’daki gibi kapı önlerinde biri duruyor ve sizi lokantaya çekmeye çalışıyor. Amerika’da alışık olmadığım bir şey, hiç de sevmediğim bir şey, bir esnafın bir şeyi seçmem konusunda aklımı çelmeye çalışması hiç hoşuma gitmiyor.
Seç ki seçesin, bir sürü lokanta var, hangisi iyidir bilmiyorum, dışarıda yemek yiyeceksem ya bilen birine sorarım ya da internetten bakarım, ancak bu defa her ikisini de yapamadım, kedi kendime piyango oynadım ve Grotta Azzurra diye bir lokantaya dalıverdim.
Şık ve belli ki eski bir lokantaydı, oturduğum masanın karşındaki barda kocaman bir TV vardı ve sürekli McDonald’s reklamları dönüyordu. Kendime iştah açıcı olarak, kızarmış ekmek üzerine sarmısak, taze domates, reyhan otu ve zeytinyağı konulan Bruschetta ısmarladım. Fiyatı altı dolar, ancak ekmeği çok kötüydü; ardından, kızarmış tavuk bifteği üzerine domates sosu ve eritilmiş peynir, yanına pesto soslu makarna olan chicken parmesan tabağı aldım, 19 dolar da o tuttu. Herhalde sizin nazarınız değdi, bugüne kadar yediğim en berbat yemeklerden biriydi, daha doğrusu yemediğim. Paket yaptırdım, bundan akşam değil olsa olsa yarına öğlen yemeği olur dedim. Neyse, vergisidir, bahşişidir derken, hesap 30’u geçti 40’a dayandı. Oradan çıktım, bari bir cannoli yiyeyim de kendime geleyim dedim. Ferrara adlı İtalyan tatlı ve kurabiyeleriyle ünlü bildiğim bir yer vardı, önündeki uzun kuyruğu görünce, vazgeçtim, başka bir pastaneden dört dolar verip, içinde krema olan ve görünüş olarak iki ucu açık sigara böreğini andıran bir cannoli aldım. Cok para, üstelik kremayı saran kabuk kısmı çok kalın ve sertti. Allahım yiyecek konusunda ne bahtsız bir gündü. Haftaya Minik Çin’deyim, çayı oradan almıştım:))


TEK KELİMEYLE


Uy Zara koydun benu dara

New York’ta toplam altı mağazası olan İspanyol giyim markası Zara, New Yorklulardan çok New York’taki turistlere satış yapıyor. Nedeni aşikâr; giysiler, genişçe olan Amerikalıların değil, sıska Avrupalıların vücut ölçülerine göre dizayn edilmiş. Örneğin geçenlerde, 5. Cadde’deki Zara’ya girdim, extra-large gömlekler bile bana dar geldi. Alışveriş girişiminden çıkardığım fesat sonuç ise şu oldu: Zara, fizikî ayrımcılık yapıyor.


İsa’dan Said Nursi’ye herkes twitter’de

Sosyal paylaşım sitesi Twitter’de hayatta olan olmayan herkes var: Said Nursi’nin twitlerini okumak için kabul almanız lazım, Hz. İsa çok espritüel: “Bugün hava güzelmiş, Hawaii’ye doğru yürüyüşe çıkabilirim” diyor, Hz. Meryem ise “insanların aşka düşmesinde yer çekiminin bir suçu yok” diye yazmış... Ancak 16’lık popçu Justin Bieber (resimdeki), 2,5 milyona yakın takipçisiyle kutsal isimleri sollayıp en popüler twitçi oldu.


“Bazı hayvanlar diğerlerinden daha eşittir”

Amerikan bağımsız basını, 22 yaşındaki Kuzey Iraklı gazeteci Sardasht Osman’ın 4 mayıs tarihinde kaçırılarak öldürülmesi olayına geniş yer verdi. Sardasht, yolsuzluğa batmış Barzani hükümetini çok sert eleştiriyordu, hatta Orwell’ın Hayvanlar Çiftliği adlı kitabından esinlenerek yazdığı makalede, Barzani ve Talabani ailelerini kastedip: “Hayvanlar eşittir ancak bazıları diğerlerinden daha eşittir” demişti.


Ölümümden kimse kârlı çıkamaz

Ölüm çok acı bir şey ama çoğu zaman ölenin bıraktığı miras, geride kalanları sevindiriyor. İşte bu soğuk gerçeğin farkında olan bazı zengin Amerikalılar malvarlıklarının çoğunu halk yararına iyi işler yapan kurumlara miras bırakıyor. Zengin olmayanlar ise, eğer evleri varsa, bankaya ipotek edip karşılığında ölene kadar para alıyor ve harcıyorlar, ölünce de ev, alacaklı bankaya kalıyor, çoluğa çocuğa değil.

09.05.2010 - Taraf Gazetesi

Cuma günü işten erken çıktım doktora gittim, bahar nezlesi olmuşum, polenler yayıldıkça suratıma yumruk yemiş gibi oluyorum. Doktor sonrası eve döndüm, duşumu aldım, dişlerimi fırçaladım, giyindim ve sonra Kadir, Buket ve Lorin’le (henüz iki yaşında) buluştum, birlikte arabaya atlayıp Staten Island’a doğru yola çıktık, 20 dakika sonra oradaydık. Çok büyük bir lokanta kapatılmış; Ahmet Türk, Emine Ayna ve Selahattin Demirtaş oradalar. Bu üç siyasetçi New York gezilerini iptal etmişlerdi, ancak son anda alınan bir kararla New York’a geldiler, buradan New Jersey, Boston ve San Francisco’ya geçecekler.
İçeriye girelim bakalım neler oluyor, hop, yemek parası peşin, 50 doları duyunca gözlerimden alevler çıkıyor, soruyorum, “Yemekte neler var?”, görevli karşılık veriyor, “somon, biftek ya da tavuktan birini seçiyorsunuz, yanında Yunan salatası, İtalyan usulü makarna ve meyveli kek, alkol yok, su ve soda var”.

Ahmet Türk
salonun başköşesinde oturuyor, her zamanki gibi çok kalender duruyor, önünde bir makarna tabağı var, yoldan gelmiş, yorgun belli ki ama sürekli birileri gelip ona ya soru soruyor, ya da ayağa kaldırıp birlikte resim çektirmek istiyorlar, Ahmet Bey hiç sinirlenmiyor, çok kibar.
New York’ta yaşayan Kürtler kadar Türkler de Ahmet Türk’ü çok seviyorlar, bu nedenle tıklım tıklım dolu olan bu yemek salonunda sadece Kürtler değil, Türkler de var. Yaklaşıp Ahmet Bey’in elini sıkıyorum, kısa bir sohbetten sonra, bana ayrılan yere doğru yürümeye başlıyorum, salonun ortasındaki bir masada Emine Ayna ile karşılaşıyorum. Bana karşı ilgili davranınca, yanına oturuveriyorum; biraz gerginim, ancak iki dakika sonra rahatlıyorum, medyada onunla ilgili haberlerin veriliş tarzı beni de dolduruşa getirmiş olmalı, öyle ki yaptığım bir şeye sinirlenecek de maşayı kafama indirecek diye bekliyorum nedense... Aslında onu hiç tanımıyormuşum, çok sakin, çok yumuşak... Karşısındakini saygıyla dinleyebilen ender politikacıdan biri. Küçücük elleri var, çok da güzel kokuyor, insanı rahatsız etmeyen, hafif, tam ayarında kullanılmış bir parfüm. Oradakiler memleket meselelerini sorarken, ben kendisine tuhaf sorular soruyor ve gayet güzel cevaplar alıyorum. Ankara’daki evinde tek başına oturuyormuş, annesi babası Diyarbakır’daymış, boş zamanlarında kitap okumayı ve yemek yapmayı seviyormuş, yoğurtlu çorbadan mercimeğe bütün çorbaları çok iyi yapıyormuş. “Sinemaya gider misiniz” diye sorunca beni “hayır” diye cevaplıyor, “Ben hiperaktif biriyim, koltukta oturup hiç kımıldamadan bir filmi başından sonuna izleyemem, video film alıp evde izliyorum, böylece arada kalkıp bir şeyler yapıyor, sonra dönüp kaldığım yerden devam ediyorum”. Sevgili okurlar size söylememde bir sakınca görmüyorum, ben hep annemden uzakta büyüdüğüm için yaşı benden küçük olsun büyük olsun, bana biraz şefkatli davranan iyi kalpli her kadını hemen annemin yerine koyuyorum, Emine Ayna’nın da yanından ayrılmak istemedim... Sonunda o benim yanımdan ayrıldı, çünkü başka masaları da dolaşıp oradakilerle de sohbet etmesi gerekiyordu. Kendi masama geçtim, çok geçmeden Selahattin Demirtaş masamıza geldi, Biri sordu, “Siz nerelisiniz?” , cevap şu “eş durumundan Dersimliyim, Hıdır Bey’in hemşehrisi yani”. Sonra da ekledi, “Kürtler anaerkil bir toplum, bizde önce kadının nereli olduğu önemli”. Selahattin Bey de kibarlığıyla dikkatimi çekiyor, aralarda espriler yaparak herkesi kahkahalara boğuyor, kara mizah kabiliyeti de çok yüksek. Kartını istiyorum, verdikten sonra geri istiyor, “bir saniye, arkasına ‘hamili yakinim değildir’ diye yazmalıyım”. Espriyi anlamadığımı fark edince, “yani beni tanıdığın için başın belaya girmesin sonra”. Demirtaş sadece politik arenada çok meşgul biri değil, evinin mutfağında da çok meşgul, çünkü evdeki küçük kızları Delal, Dilda ve eşine yemek yapmayı çok seviyor, güveç ve pirinç pilavı yapma konusunda ustaymış. Amerika seyahati sırasında elinden geldiğince dünya mutfağından çeşitli yemekleri tatmaya çalışmış, en çok Hint yemeklerini beğenmiş, “Hafiften de olsa ülkemizin yemeklerini andırıyor” diyor. “Peki, Washington’da ne yaptınız, anlatın biraz” diyorum. “Kürtlerin Türkiye’deki durumu konusunda, AKP hükümeti Amerikan halkına farklı bilgi veriyor, Amerikan halkı, olup bitenleri bir de bizden dinlesin ve hangisinin doğru olduğuna kendileri karar versin istedik. Tek taraflı enformasyon hiç adil değil, nitekim bunun sonucu olarak buradaki bazı siyasetçiler, ülkemizde Kürtçenin okullarda seçmeli ders olduğuna inanıyorlar. Partimizin Washington’daki temsilciliğini açarken sorun yaşamadık, demek ki Amerikalılar da bizi dinlemek istiyormuş.”
Güzel bir akşamdı sevgili okurlar, yazılacak çok şey vardı ama şu an çok uykuluyum, haftaya buluşuruz...


TEK KELİMEYLE


Teröristler aptallaşıyor mu

Amerika’daki son terörist eylemler insanı teröristlerin zekâ düzeyi konusunda şüpheye düşürüyor. Örneğin Farouk Abdulmuttalab, Christmas günü bindiği uçakta külotundaki patlayıcıyı iyi saklayamadığı için yolcularca yakalanmıştı, Faisal Shahzad beceriksizce yapılmış ev yapımı bombalarla yüklü arabayı Times Square’e park etmiş ve enselenmişti, şimdi Mother Jones dergisi soruyor, “Teröristler şapşal mı?”


Dubai’nin Palmiyesi Çin’in Phonex’i

Çin’de faaliyet gösteren Mad Mimarlık ve İnşaat Grubu, gerçekleştirdiği projelerle sadece biz Amerikalıları değil, Palmiye Adası gibi mimari şaheserleriyle övünen Dubailileri de kıskandırıyor. Çin’in Sanya kentinde inşaatına başlanan Phonix Adası tümüyle yapay bir ada, üzerine ise tatil amaçlı bir yerleşim birimi kuruluyor: bu birimde, yedi yıldızlı oteller ve çok özel butik apartmanlar da var.


Üniversitelerin uzaktan eğitim avantajı

Amerika’da yaşayan ve mesleklerinde uzmanlaşmış benim gibi pek çok insan, iş deneyimlerini Türkiyeli üniversite öğrencileriyle paylaşmak istiyor, teklif de alıyoruz ama uzaklık büyük sorun. Amerika’daki üniversiteler bu sorunu müfredatlarına koydukları online derslerle aştılar, yani öğrenci ve öğretim görevlilerinin farklı şehirler ya da ülkelerde olmaları mühim değil, nasıl olsa dersler internetten üzerinden yapılıyor.


Filim senaryonuz mu var

Bir senaryo yazmak ve Hollywood’daki film yapımcılarının kapısını çalmak istiyorsanız The Atlantic dergisi yazarı Lynda Obst’in esprili tavsiyelerine kulak verin: 1- Çok iyi bildiğiniz çizgi filmleri, bilgisayar oyunlarını, çizgi romanları senaryolaştırın; 2- Başrol için Sandra Bullock ya da 24’ün altındaki bütün yakışıklı ve güzel TV yıldızlarını düşünebilirsiniz; 3- İçinde süper güçler ve kahramanlar olmalı; 4- Seyirciyi muhakkak güldürmeli...
02.05.2010 - Taraf Gazetesi


Koş Hıdır koş, geç kalıyorsun... Tren, Hudson Nehri’nin altındaki tünelden çıkıp, yıkılan ikiz binaların yerine yapılan inşaatın altına giriyor, burası son durak, fırlayarak yeryüzüne çıkıyorum, Broodway Caddesi üzerinden aşağıya doğru koşarak Manhattan’ın okyanusla buluştuğu burun bölgesine doğru ilerliyorum, buralara financial district deniyor, yani finans bölgesi.
Hava çok güzel, telefonuma bakıyorum, Naciye aramış üç kez, ikinci anam, niye arıyorsun anacım geliyorum işte... Gittiğim yer Alvan Center denen bir yer, bir binanın dördüncü katı. Burada bu akşam Ara Dinkjian ve arkadaşlarının konseri olacak. Konserin yapılacağı salon çok küçük, içeride yaklaşık 200 dinleyici var, dolayısıyla bir çeşit butik konser gibi, müzisyenlere çok yakın durarak müzik dinlemek büyük bir lüks benim için.
Kapıdan girerken internetten bilet için yaptığım 20 dolarlık ödemenin çıktısını gösteriyorum, çok ucuz bir konser. Naciye’yi buluyorum, Ara ile tanıştırıyor beni. Çok kısa sohbet ediyoruz (ısınıyoruz birbirimize, ne de olsa ailesi Harput ve Diyarbakırlı), gazetecilik tavırları takınıp adamcağızı esir almak ve sorularımla taciz etmek istemiyorum; onunla konuşmak isteyen başka insanlar da var çünkü. Ara, zaten çok iyi bildiğim bir müzisyen, hani bizim Sezen Aksu’nun Sarışınım ve Gülümse, Ahmet Kaya’nın Ağladıkça gibi şarkılarının bestecisi olan büyük ERMENİ MÜZİSYEN. Hatta Sarışınım, Dinata Dinata ismiyle Yunanistan’daki Olimpiyat Oyunları’nın kapanış törenlerinde, Yunan şarkıcılar tarafından seslendirilmişti.
Ara’yı keşke tanısanız, ne kadar mütevazı, sade, sıcak ve beyefendi bir insan olduğunu fark ederdiniz. New Jersey eyaletinde yaşıyor, bir kilisede org çalıyor, öğrencileri var, onlara ud dersleri veriyor.
Az kalsın unutuyordum, ARA, KARDEŞ TÜRKÜLER’LE BİRLİKTE KONSER VERMEK İÇİN HAZİRANDA TÜRKİYE’YE GELİYOR. Konserler İzmir ve İstanbul’da olacak. “Nasıl, Türkiye’deki yeni müzisyenleri pek takip edebiliyor musun” diye soruyorum, “Yok valla, pek edemiyorum, daha doğrusu yeni müzisyenleri takip etmemeye çalışıyorum, onların etkisinde kalıp değişmekten korkuyorum, ben farklı bir adamım, taş plak biriktiriyorum” diyor. Ara’nın evinde 500 adet taş plağı var.
Hadi bakalım, yerimize geçme vakti, Naciye’nin arkadaşı Paul ve erkek arkadaşı da orada. Bu arada yerime oturunca sırtıma bir el değdi, döndüm baktım Laila’ymış, uzun zamandır görmüyorduk birbirimizi, kendine bu defa da Faslı bir sevgili bulmuş, diğer sevgililerinin aksine gösterişsiz ama sevimli bir insan. Laila uzun, çok güzel bir Afgan kızıdır... Susalım, konser başlıyor.
Grupta dört kişi var: Ara ud çalıyor, Seido darbuka; bu adamcağız bana ilk adını söyleyince “Kürt müsün?” dedim, “Değilim valla, Makedonum” dedi. İste bende de böyle tuhaf bir alışkanlık gelişti, kimle tanışsam “Kürt müsün” diye soruyorum, neler oluyor, iyi miyim kendimde miyim acaba... Seido inanılmaz yetenekli bir darbukacı, izleyicileri, aralarda yaptığı sololarla mest etti. Gündüz bir ofiste çalışıyor, akşamları da fırsat buldukça müzikle ilgili şeyler yapıyor. Bu arada klarnetçi İsmail Lumanovski de Makedon. Gencecik bir çocuk daha, kızlar onun gamzelerine bayılıyor, bense klarnetteki inanılmaz yeteneğine, sadece ben değil, herkes... Kendisi müzik eğitimi görüyor, ileride adını bir yerlerde duyarsanız hiç şaşırmayın... Zaten NY Gypsy All-Stars Band adlı bir grupla çalıyor. İngilizce konuşmaya başladım kendisiyle, bana Türkçe cevap verdi, yarı Türkmüş meğer. Kanunda ise Tamer Pınarbaşı var. Ara’ya göre kanun çalma konusunda devrim yaratmış, iki parmağını değil, bütün parmaklarını kullanıyor, üstelik ne yüksük ne de tırnaklarını kullanıyor, parmak uçlarıyla dokunuyor tellere...
Konser, Tamburi Cemil Bey’den başladı, Ara’nın kendi bestelerine kadar gitti. Sezen’in seslendirerek meşhur ettiği Vazgeçtim şarkısı çalınca baktım Naciye kendinden geçmiş, ileri geri, sağ sol sallanıp duruyor, hafiften de şarkıları mırıldanıyor, ben de öyle. Aaa bir baktım Paul ve Allan de sallanmaya başladılar. Bu güzel anda bile ben halüsinasyonlar görmeye devam ediyorum. Bir ara pencerenin dışında Ahmet Altan’ın yüzünü gördüm sanki, göz göze geldik, bana dedi ki “Hıdır evladım, pazar günü bu konseri yaz da biraz gözümüz gönlümüz açılsın”, ben de dedim ki “Olmaz, ben başka bir konuyu yazdım”. Ahmet Bey’in gözlerinden alevler çıkmaya başladı, içimden küçük bir çığlık attım; annecimmm, kapatın perdeleri lütfen, tamam işte yazıyorum...


TEK KELİMEYLE

Ooo hanımlar maşallah maşallah

İnsanlar nedense türbanlı kadınları yarım insanmış gibi algılıyor; sanki onlar spor yapmazlar, fitness salonuna gidemezler... New Heaven’deki bir fitness salonunda çekilen bu resme bir bakın, demek ki örtünmek demek vücut görünümünü umursamamak anlamına gelmiyor. Zaten türban takan Amerikalı Müslüman kadınların sporla ilgileri günden güne artıyor, basketbol da oynuyorlar tenis de...


Bari New York’ta kebap yemeyin

Türkiye’den New York’taki konsolosluğumuza gelen misafirler, yemek için Ali Baba adlı Türk lokantasına götürülüyor, hatta bu nedenle Ali Baba ikinci şubesini konsolosluğun tam burnunun dibine açtı... Benim bildiğim, konsolosluğun bir misyonu da iki kültür arasında köprü olmak. O nedenle, misafirlerin kebap yerine, New York’a özgü yemekleri tatmaları teşvik edilmeli, kebap kaçmıyor, Türkiye’de çok.


New York’ta bir mekân: The Park

Hep önünden geçiyordum, girmek kısmet olmamıştı, sonunda 10. Cadde ile 17. Sokak’ın kesiştiği noktada yer alan The Park’ta oturmak nasip oldu. Güzel ve çekici bir yer; kocaman bir serası var, yüksek tavanlı, her taraf bitkilerle dolu, sera içindeki küçük ağaçlara su kabakları asılmış, içine kuşlar yuva yapmış, bir kaç yerde şömineler yanıyor. Ancak yediğimiz avokadolu ton balığı da diğer yemekler de berbattı.


Arizona polis devleti

Arizona’da uygulamaya konulan yeni göçmenlik yasası bütün Amerika’ya kafayı yedirtti. Şimdi herkes bu ırkçı yasaya karşı kampanyalara katılıyor... Bu milde bulandırıcı kanuna göre, polis diyelim ki görünüşüne bakıp, Meksikalı olduğunu düşündüğü birine yanaşıp kimlik bilgileri sorabilecek ve o şahsın ülkede kaçak mı yoksa yasal mı olduğunu anlamaya çalışacak.
25.04.2010 - Taraf Gazetesi

Size sorsam, “Aileler için küçük çocuklarını gözü kapalı teslim edecekleri tek yer neresi” diye, cevabınız ne olur? Ne cevap verdiğinizi buradan duymuyorum ama gözlemlediğim kadarıyla insanlar, Tarının evine ve aile bireylerine bu konuda çok güveniyorlar. Ancak yaşanan gerçekler, birine çocuk emanet ederken çok da gözü kapalı davranmanın doğru olmadığını gösteriyor, yani haham da olsa imam da olsa rahip de olsa eş dost akraba da olsa, gerekli tedbirleri almadan savunmasız çocukları kimsenin vicdanına teslim etmemek gerekiyor.
Biliyorum, içinize kurt düşürdüğüm için bazılarınız bana sinir bile oldunuz. Ama sinir olmayı bırakın ve anlatacaklarımı dinleyin lütfen. 2000 yılı başlarında Amerikan Katolik Kilisesi’nde büyük bir skandal patlak verdi. O yıllarda bazı yetişkin insanlar birbiri ardına ortaya çıkıyor ve çocuklukların da gittikleri kilisenin rahipleri tarafından cinsel tacize ya da tecavüze uğradıklarını itiraf ediyorlardı. Ardından da bu insanlar Katolik Kilisesi aleyhine davalar açmaya başladılar. Durum çok ciddiye binince bu kez bizzat Kilise örgütünün kendisi bir anket yaptırttı: Anket sonuçları akıl almazdı, yüzde 80’den fazlası erkek olan binlerce çocuk cinsel taciz ya da tecavüze uğramış, bunların bazıları kilise yönetimlerine yansımış ve örtbas edilmişti. Yani çoğunlukla her şey yapanın yanına kâr kalmıştı.
Tecavüz kurbanlarıyla görüşüldüğünde, bu insanların geçmişte yaşadıkları travmayı bir türlü atlatamadıkları ve çoğunun hayatının bu nedenle hasara uğradığı görülüyordu. Bunun iki önemli sebebi, başlarına geleni yıllarca içlerinde saklamaları ve kimseyle paylaşamamaları, ikincisi ise faillerin cezalandırılmamasıydı. Daha bir ay önce İrlanda Katolik Kilisesi global bir tecavüz skandalıyla sarsıldı. Bu skandalın kurbanlarından biri de bugün yetişkin bir avukat olan Helen McGonigle’di. Helen altı yaşındayken Rahip B. Smyth’in tecavüzüne uğramıştı, hatta bu adam kızkardeşine ve annesine de tecavüz etmişti. Küçük kız durumu annesine anlatmış ancak anne çevreye karşı kutsal kiliseyi suçluyor olmamak için işin üzerini kapatmıştı. Sonuçta anne akıl hastası olmuş, kızkardeş intihar etmişti.
Bu arada kilise deyince bunu Hıristiyanları kötülemek için bir malzeme olarak kullanmaya kalkmayın sakın, yoksa ayağımdaki terlikleri çıkarır ve size doğru fırlatıveririm. Çocuklara tecavüzün bizim ülkemizde daha çok olmadığını nereden biliyorsunuz. Arkadaşım olduğu için söylemiyorum, başarılı bir gazetecilik olayına imza atan Hürriyet’in deneyimli muhabiri Gülden Aydın’ın ortaya çıkardığı Siirt’teki tecavüz olayını biliyorsunuz. Küçük kız çocuklarına, herkes bildiği halde göz göre göre tecavüz edilmiş. Yıllar önce de Adana’daki bir ilkokul öğrencisine tecavüz edilmiş, bunu öğrenenler re, birer birer çocuğa tecavüz etmişlerdi.
O halde bizim toplumun ciddi olarak kendine dönüp bakması ve bu sorunla yüzleşmesi lazım. Siz anne babalar, abi ve ablalar, soruyorum size, küçük çocuğunuz ya da kardeşiniz seksüel saldırıya uğradığında size rahatça gelip anlatacağından emin misiniz. Hiç çocuğunuzla oturup konuştunuz mu “Sana garip gelen bir dokunuş hissettiğinde ya da sözler işittiğinde hemen bana gel ve anlat” diye. Çünkü istatistikler gösteriyor ki çocuklar suçlanma korkusuyla, yaşadıklarını sizlere söyleyemiyorlar.
Amerika’da, çocuklara cinsel taciz olaylarındaki istatistiksel artışı öne sürüp konuyu saptırmayın hemen. Bu aslında eskiye göre gerçekten artış olduğu için değil, sadece eskiye göre bu tür olayların ortaya çıkmasını kolaylaştıran koşulların sağlanmış olmasından kaynaklanıyor. Çocuk hakları ile ilgili yüzlerce sivil toplum örgütü var, bunlar hem lobi yaparak yasaların sürekli yenilenmesini sağlıyorlar, hem de toplumu bilinçlendirmeye çalışıyorlar. Bizde ise ne devlet ne de aileler bu konuda bilinçli, çocuklarımızı koruyamıyoruz. Amerika’da devletin bu konuda nasıl bir kontrol sistemi geliştirdiğini hukukçu Jill Wade’e sordum. Jill şöyle diyor; “EĞER ÇOCUK İÇİN TEHLİKE söz konusu ise, öğretmen, terapist, hastane çalışanı, doktor ve sosyal yardım uzmanlarının, durumu, Çocuk Tacizi Yardım Hattı’na bildirmeleri kanuni mecburiyet, yoksa ceza yiyorlar.”
Dünya tatlısı çocuklarımızı korumak için Türkiye’de neler yapılmalı? Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanımız Sayın Kavaf benimle iletişime geçerse bu konudaki projemi kendileriyle seve seve paylaşırım.


ÜÇ SORU BİR KONU


Wall Street hâlâ bir lağım çukuru

Amerika’nın en çok kâr eden finans kurumu Goldman Sachs şimdilerde büyük bir yolsuzluk davasıyla yüz yüze. Olup bitenlerden belki Türkiye finans sistemi de ders çıkarır ümidiyle, konuyu, yolsuzluk uzmanı Sam E. Anta ile görüştüm. Bu adam nasıl yolsuzluk uzmanı olmasın ki, geçmişte Crazy Eddie skandalıyla en büyük finans yolsuzluklarından birini bizzat kendisi yaptı. Sam, zamanında nasıl soğukkanlı biçimde kimsenin gözünün yaşına bakmadan suç işlediğini artık her yerde yazıyor, söylüyor ve ekliyor: “Kusuruma bakmayın.” Bundan böyle bildiklerini öğrencileri ve okurlarıyla paylaşan Sam’e sordum:

HG: Sam, Goldman’a açılan yolsuzluk davası hakkında ne düşünüyorsun. Durum, Wall Street’in kural tanımazlığının apaçık bir göstergesi değil mi?


SA:
ABD Sermaye Piyasası Kurumu SEC’nin (Securities and Exchange Commission) 76 yıllık “10b-5” maddesi, halka açık bir şirketin yatırımcılarına yanlış ve yanıltıcı ifşaatlarda bulunmasını, yani onları kandırmasını yasaklıyor. Ancak bu davada görülüyor ki Goldman bu kuralı ihlal etmiş. SEC’nin elinde çok sağlam deliller var. Anlayacağınız bu dava, Wall Street’in hâlâ bildiğiniz eski lağım çukuru olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.

HG: Hazırlanan yeni reform taslağı finansal piyasalarda amaçlanan şeffaflığı getirecek mi, bu anlamda Obama yönetimine tavsiyen ne?


SA:
Yahu olacak şey değil, sekiz milyonluk New York’ta 38 bin üniformalı polis var ama SEC’nin koskoca Amerikan para piyasalarını denetlemek için topu topu 3500 elemanı var. BEYAZ YAKA SUÇLARI çok komplike, dolayısıyla Goldman davasındaki türden yolsuzlukların ortaya çıkarılması çok zaman alıyor, çok geniş kapsamlı araştırmalar gerektiriyor. İşte bu nedenle de SEC, para piyasalarında dönen katakullileri etkili biçimde ortaya çıkaracak ya da baştan görüp önünü alacak donanıma sahip değil. Suçu işleyenler de durumun farkında oldukları için, rahatlar. İkinci sorun da şu: SEC muhasebe bilgisi yeterli avukatlara sahip değil, örneğin Madoff davasında SEC karmaşık alım satım işlemlerinin incelenmesi konusunda normal avukatlara çok güvendi ve başarısız oldu, oysa muhasebe bilgisi iyi olan avukatlar kullanılabilirdi. Obama yönetimi SEC’nin eksikliklerini bu yönde tamamlamalı.

HG: Wall Street kuzu kuzu bekleyip devletin hazırladığı yeni finans yasasının yularını boynuna geçirmeyi kabul etmeyecek herhalde. Ortada bir savaş var, kim galip çıkacak, politik güç mü finansal güç mü?


SA:
Valla ben de bilmiyorum. Denir ki para piyasaları sırtını finansal verilerin doğruluğuna yaslar. Wall Street şirketlerinin, şeffaflığa karşı atacakları her adım, aslında kendi sonlarını hazırlar, yani benimsediklerini söyledikleri kapitalizmi bizzat kendi elleriyle boğazlamış olurlar.

18.04.2010 - Taraf Gazetesi

Ne filmlerde ne de edebiyat eserlerinde ütopyalara pek yer verilir. Ütopya, her şeyin mükemmel biçimde işlediği, dertsiz tasasız bir sistemdir, dolayısıyla bu sistemde çatışma yoktur, hayat tekdüzedir. İnsanların, ütopik sanat eserlerine karşı, distopik eserleri yeğlemesinin sebebini de işte bu çatışma kavramında aramak lazım; çünkü distopya, kaotik ve sorunlarla dolu bir sistemdir; otoriter yönetimler, açgözlü insanlar, haksızlıklar, yabancılaşma, isyan, korku, kavga ve bütün bunların yol açtığı çatışmalar...
Çatışma ekseninde gelişen olaylarla örülü distopik sanat eserleri, çoğu zaman geleceğe yönelik sevimsiz ama hayal gücü çok gelişkin bir mimari ve sosyal kent projesi olarak çıkarlar karşımıza. Almanyalı yönetmen Fritz Lang’ın iki Dünya Savaşı arasının karanlık psikolojisiyle yaptığı Metropolis filmi, günümüz kentlerine ilham veren bir mimari dizayn harikasıdır aynı zamanda. Fransalı Luc Besson’ın The Fifth Element filmi ve Hollywood sinemasındaki yüzlerce örnekten biri olan I, Robot filmi de böyledir...
Bizim sinemamızda ise bir iki “uzay filmi” dışında ciddiye alınır distopik film yok, edebiyatta ise aklıma nedense Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ındaki bir bölüm geliyor: Pamuk, “Boğaz’ın suları çekildiğinde” adlı bu distopik bölümde, Boğaz’daki suların çekilmesinden sonra ortaya çıkan manzarayı tasvir eder.

Peki, Boğaz’ın suları taştığında nasıl bir manzara ile karşılaşırız?
Oturup düşünmek lazım. Örneğin New Yorklu mimarlar, biraraya gelmiş ve bu konuda bir beyin fırtınası yapmışlar, tabii onların derdi kendi kentleriyle; ortaya şu soruyu atmışlar, “Eğer bir gün aşağı Manhattan’ı çevreleyen okyanus suları yükselir ve New York sular altında kalırsa ne olur, böyle bir durumda hayatın normal seyrinde yürümesi için, kent anatomisinde ne gibi değişiklikler yapmak gerekir?” Bu mimarlar sonuçta düşüncelerini toparlamış ve ortaya gerçekleştirilebilir bir proje çıkarmışlar, üstelik bu projeyi, maketler, grafikler ve ilüstrasyonlarla görselleştirerek daha da somutlaştırmışlar.
Bu hafta, güya şarkıcı Lady Gaga’yı yazacaktım ama elimde daha taze bir konu var; yukarıdaki mimarların New York Modern Sanatlar Müzesi’ndeki (MOMA) sergisi, serginin ismi benim özgün çevirimle: Yükselen dalgalar ve New York Rıhtım Projesi (Rising Currents: Projects for New York’s Waterfront)
Aslında bu proje devletin yürüttüğü bir araştırmaya cevap niteliği taşıyor, çünkü o araştırmada küresel ısınmanın böyle gitmesi durumunda önümüzdeki 70 yılda suların yükseleceği ve bu durumun New York için sorun olacağı öngörülüyor. Anlayacağınız mimarlar yarattıkları projeyle New York’u bekleyen distopik geleceği (cehennem), ütopik bir geleceğe (cennet) çevirmeye çalışıyorlar. Yollar, asfalt yerine, üzerindeki delikler nedeniyle suyu emen, yeşil çimen görünümüne sahip bir maddeyle kaplanıyor. Kent suları dev bir çukura akıtılarak oradan denize pompalanıyor. Kıyılarda istiridyeler yetiştiriliyor, çünkü istiridyeler çabuk gelişiyor, yayılıyor ve birbirlerine yapıştıkları için bir süre doğal bir duvar oluşturup muhtemel büyük dalgaların hızını kesen adacıklar haline gelecekler; üstelik istiridye deniz suyunu temizleyen ve berraklaştıran bir yapıya sahip.

Köprü entelektüel

Evrim Alataş’la yıllar yıllar önce tanışmıştık. Ben o zamanlar, Kürtçü gazete olarak anılan Özgür Gündem’de kültür-sanat muhabiri olarak çalışıyordum; gazete bombalanmış, hem gazetesiz hem de işsiz kalmıştım. “Büyük basın”da iş aramış, bulamamıştım, damgalı gibiydim, üniversiteden arkadaşlarım bile bana referans olmaya çekinmişlerdi. Sonunda yine kanserden kaybettiğim dostum Kenan Mendekli ile birlikte, Newroz adlı bir gazete çıkarmaya başladık. Evrim’le ilk orada karşılaşmıştım, ben gepegençtim, o ise daha çocuktu, ama yaşından olgun davranıyordu, kafamdaki politik Kürt kızı imajının aksine süslü ve pozitifti. Bu kendiyle son derece barışık karakterli güzel kız, sonraları yeniden açılan Özgür Gündem’de çalışmaya başladı, ben Newroz’u terk edip bizim solcuların “boyalı basın” dediği Sabah grubunda iş buldum. Yıllar sonra Evrim’le Taraf’ta buluştuk, Evrim’in bu gazetede yazmasına sevinmiştim. Bana göre Evrim, Kürtler ve Türkler vadisini birbirine bağlayan bir çeşit köprü entelektüel olması nedeniyle stratejik bir isimdi; iki tarafın da rahatlıkla sahipleneceği bir isimdi. Dolayısıyla Evrim gibi Kürt entelektüellerinin varlığı, her iki yakada çakan kızgınlık şimşeklerini nötralize edebiliyor, her şeye rağmen Kürtler ve Türklerin birbirine iliklenmesini sağlıyordu... Şimdi ne diyeyim bilmiyorum, insan çok üzülüyor... Tüm Türkiye’nin başı sağolsun.

TEK KELİMEYLE

Amerikalı erkeklerin suyu mu çıktı

 

Britanyalı aktörlerden sonra Hollywood şimdi de Avustralyalı erkek oyuncuların akınına uğruyor; Heath Ledger, Eric Bana, Hugh Jackman ve Russell Crowe’un başlattığı bu göç hâlâ sürüyor, yeni gözdeler, Avatar’dan sonra Clash of the Titans’da oynayan Sam Worthington ve The Last Song’un yıldızı Liam Hemsworth (resimdeki).

Boyun bosun devrilmesin Tiger

Karısını onlarca (belki de yüzlerce) kadınla aldatan golfçu Tiger Wood, bu skandal nedeniyle milyonlarca dolarlık reklam anlaşmalarını kaybediyordu, ancak Nike onun bu durumunu bile reklamlarında kullanarak paraya çevirdi... Yeni Nike reklamında, babası Tiger’a nasihat veriyor, Tiger da ağlamaklı ağlamaklı ekrana bakıyor.

Hata mı yoksa maksatlı mı

Geçen hafta internete düşen ve Amerikan askerlerinin, helikopterden ateş açıp sivilleri ve gazetecileri öldürdüğü görüntüleri hatırlarsınız; konuyu CNN’in kurucularından olan Eason Jordan’a (ortadaki) sordum, çünkü Jordan, 2001’de Amerikan askerlerinin gazetecileri maksatlı olarak öldürdüğünü iddia etmişti. Ancak Jordan’ın bana söylediği tek şey, savaş sisinin bu tür trajik hatalara yol açabileceği oldu.

Genç Müslümanların New York toplantıları

New York’ta yaşayan öğrenci, akademisyen ve profesyonel çalışanlardan oluşan bir grup Türkiyeli genç Müslüman, her cuma kendi aralarında toplanarak farklı bir konuyu tartışıyorlar... Brooklyn’deki IQRA adlı mescide devam eden bu grubun toplantılarına, Alevilikten ekonomiye farklı alanlarda uzman olan konuklar çağrılıyor.
11.04.2010 - Taraf Gazetesi


Berbere hiç gitmem, nedeni sadece cimriliğim değil; uzun saçın bana yakışmadığını düşünüyorum, dolayısıyla haftada bir muhakkak saç tıraşı olmam lazım, ee berbere gitsem, saç kesme 15 dolar, beş dolar da bahşiş, eder 20 dolar. Hem burada berberler, size altı dakikadan fazla zaman harcamıyorlar, nerede o başınızın etrafında dönen İstanbul berberleri.
Peki, saç işimi nasıl hallediyorum. 19 dolar saydığım elektrikli bir makinem var, onunla kendi saçımı kendim kesiyorum. Geçen cumartesi spordan döndükten sonra banyoya girdim, saçımı trrrr diye tıraşladım, duşumu alıp salona dönünce de bilgisayarımdan, Teoman’ın “Ruhun Sarışın” adlı video klipini izledim. Ancak hayal kırıklığına uğradım, çünkü bu müzik klipi abazan straight erkeklere hoş vakit geçirsin diye yapılmış bir çeşit soft pornodan başka bir şey değildi. Başta bu çıplaklık bir yere bağlanacak, bir mesaj verilecek, bir çeşit estetik deneme yapılacak diye beklemiştim ama yok, bir şey çıkmadı. Teoman, cinselliğin yüzeysel biçimde kullanıldığı müzik piyasasında, konu mankenlerini daha da açmış o kadar; Serdar Ortaç ve benzerlerini düşünün... Çektikleri kliplerde, arabalarına bir kucak yarı çıplak kız yüklüyorlar... Sıfır koreografiyle, sürekli aynı tekdüze dans hareketlerini yapan bu kızcağızlar, insanda karın ağrısıyla kıvranıyorlarmış intibaı uyandırıyor. Peki ya kadın şarkıcılar? Bu kez de 80’lerin 90’ların çoğu kilolu Türk sanat müziği sanatçılarını anımsayın. Üzerilerinde Çolpan İlhan’ın arkadan V dekolte allı pullu tuvaletleriyle, arada bir sırtlarını seyirciye dönüp, önce kafalarını, ardından kalçalarını hafiften bir sağ bir sol sallandırdıktan sonra yüzlerini yine seyirciye dönüyorlardı.
Amerika’da erkek şarkıcıların cinselliği kullanma biçimleri de Serdar Ortaç’tan faklı değil, bütün o Kanye Westlerin, Usherlerin, Fat Joeların Snoop Doggların kliplerini izleyin, hepsinde esas şarkıcı en fazla dövmeli ve kaslı kollarını gösterir, cinselliği ön planda olan ise, bikini tipi kıyafetleriyle onların yanında yöresinde dans eden kadınlardan başkası değil. Kendi cinselliklerini gerçek anlamda kullanan erkek şarkıcılar nadir; David Bowie ve Prince gibi biseksüel karakterli şarkıcılar dışında aklıma kimse gelmiyor. Aslında erkek çalışanların ağırlıkta olduğu müzik endüstrisinde video kliplerin straight erkek tüketicilerin ağızlarının tadına göre hazırlanması fazla şaşırtıcı değil; ancak fazla anlaşılır da değil; kadın seyirciler neden yok sayılıyor, orası soru işareti. İşte bu erkek hâkimiyeti nedeniyle kadın şarkıcıların cinselliklerini sergilemeleri konusunda, Lady Gaga rahatlığına ulaşmaları kolay olmadı. 60’lara kadar kadın şarkıcılar sadece sesleri ve müzikleri ile ön plana çıktılar. 60’lardan sonra parlayan Janis Joplin, Joan Baez ve daha sonra gelen Patti Smith gibi dünya starları, kendi şarkılarını yazmanın yanı sıra, kendi karakterlerini, politik görüşlerini ve hayat felsefelerini de müziklerine entegre ettiler, ancak o dönem esen cinsel özgürlük rüzgârına rağmen, cinsellik konusunda hâlâ içe kapanıklardı: 80’lerin ortalarında ünlenen ve androjen bir kimlik sergileyen Annie Lennox da bu konuda pek bir farklılık yaratmadı. Kendi cinselliğini radikal biçimde sergileyen ilk popüler kadın şarkıcı ise Madonna’ydı. Like a Prayer’in video klipinde göğüs dekolteli elbisesiyle Hz. İsa’yı baştan çıkaran Maria Magdalena oldu. Like a Vigin de (Bir bakire gibi) erkeğe duyduğu aşkı diğer şarkıcı ablaları gibi edepli bir dille ifade etmiyordu. Kimileri, Madonna’nın kadın cinselliğini erkeklerin perspektifine göre yansıttığını düşünüyorlardı. Hatta Sheila Whiteley gibi akademisyenler, benim Teoman’ın klipi için yaptığım değerlendirmeyi bayağı ileri giderek Madonna için yapıyor ve kliplerini “soft pornografi” olarak değerlendiriyorlardı. Oysa yine bazı feministlere ve bana göre Madonna devrimci bir adım atarak kendi cinselliğini rahatça ayan beyan yansıtabiliyor, bu anlamda hem ekonomik hem de cinsel özgürlüğünü ele geçiren yeni kadın kuşağını temsil ediyordu. Üstelik sadece cinsellik konusundaki cesaretiyle politik bir sanatçı değildi, yakıcı sosyal tabulara dokunduğu için de politikti; örneğin Like a Prayer klipinde, İsa beyaz değil, siyah bir Afrikalıydı... Sözde, bu yazının konusu Lady Gaga, başlığı da cinsel anarşi olacaktı, kısmet haftayaymış...

04.04.2010 - Taraf Gazetesi

Buraları son bir haftadır sular seller götürüyordu, yağ yağ bitmedi yağmur. Yaşadığım evin önü, işe gidiş saatlerinde göl gibi oluyordu, her ne kadar ceylan gibi sekerek suya batmamaya çalışsam da, yine de çoraplarıma su kaçıyordu. Allahtan geçen perşembe yağmur durdu ve insanın içini karartan kapalı hava, açmaya başladı. Merak ediyorum böyle kötü havalar psikolojimi ne derece etkiliyor diye? Bunun için bilinçaltıma inmem lazım, oraya da merdivenle inilmiyor, tek yol var; Freud ne diyor, “rüyalar bilinçaltının yansımasıdır”, o halde rüyayı anahtar olarak kullanıp, ne var ne yok diye bilinçaltımın kapılarını açabilirim.
İşte o günlerde gördüğüm bir rüya: Bir basın gezisine katılmak için Türkiye’ye geliyorum, gazetecilerle birlikte İstanbul’da bir kuleyi ziyaret ediyoruz. Yeni inşa edilmiş bu kule, Türkiye’nin gururuymuş. Kulenin tepesine çıkınca donakalıyorum: gök kubbe ikiye bölünmüş gibi, bir tarafı karanlık ve kapalı, hiçbir yeri göremiyorsunuz, diğer tarafı ise güneşli ve açık. “Neden böyle” diye soruyorum. “Binanın terasından İstanbul tarafını görmek yasak bu nedenle o yön karartıldı, açık taraftan ise sadece Manhattan’ı görebilirsiniz” diyorlar. Manhattan mı, ben neredeyim... Derken kule sallanmaya başlıyor, yere kapaklanıyorum ve kulenin aslında süngerden yapılma olduğunu fark ediyorum, sünger kule rüzgârın etkisiyle yandaki Empire State binasına doğru eğilip dururken, terastan yuvarlanıp aşağıya düşeceğim diye çok korkuyorum. Etraftakilere, “İnelim” diyorum, kimsenin tıngırdadığı yok. Asansöre koşup, Z’ye basıyorum, asansör yok oluyor, ben bir çoraba tutunmuş, boşlukta salınırken buluyorum kendimi, yağmur yağıyor, aşağı bakıyorum, düşeceğim, annecimmmm...
Eee rüyalar, gündelik hayatta ne yaşanıyor ne hissediliyorsa bunların farklı bir kombinasyonu gibi. Siz yatağınızda uyurken birden ötüveren çalar saatiniz, rüyanızda da çalabilir... Mesela o kule, bir kaç gün önce Semih’le önünden geçtiğimiz Village’deki kilise binasının kulesiydi, kapalı gök kubbe buradaki havanın durumuydu, peki İstanbul? Hâlâ bir tarafım orada bir tarafım burada, o nedenle... Peki, bütün bu sembollerin anlamı ne? O kule Türkiye’yi sembolize ediyor, her an sallantıda, her an dengeler değişebilir, istikrarsız bir ülke. Yarısı karartılmış gök kubbe ise yine Türkiye’deki sansürcülüğü, özgürlük eksikliğini ve YASAKSEVİCİLİĞİ sembolize ediyor.Ya benle birlikte geziye katılan insanlar?... Onlar da medya sektörünün güvenilmezliğini ve vurdumduymazlığını sembolize ediyor... O asansörden düşme olayı ise benim hem medya sektöründe hem vatanımda kendimi güvende hissetmediğimi sembollüyor.

Polemiğin sorgulanması gerek

Gerçekten de öyle Türkiye’deki medya sektörü beni korkutuyor. Yakın zaman önce polemiğe giren dört yazardan her birinin yazısını okuduğumda buz kesiyordum. Geçmişteki ortak yaşanmışlıkları ele veriyor, birbirlerinin iş arama ve bu konuda uğraş sarf etme hakkını küçümsüyorlar, işten atılmayla alay ediyorlar, hatta biri, elinde ciddiye alınır belge olmadan diğerini ajanlıkla itham etme hoyratlığını bile gösterdi. Bugün gelinen noktada kötü bir alışkanlık olan polemiğin ciddi ciddi sorgulanması gerekiyor. Nitekim filozof Foucault, polemiğin aslında yararsız ve ciddiyetsiz bir tartışma yöntemi olduğunu çok açık ifade etmişti. Tümüyle onun düşüncelerinden ilham alarak devam edeyim; Gazeteciler arasındaki polemiklerde, bir meseleyi açıklığa kavuşturmaktan öte, karşı tarafı vurmak, yıkmak ve güvenilirliğini zedelemek hedefleniyor, bu nedenle doğru ya da yanlış olduğu önemsenmeden, ele geçirilen (hatta uydurulan) bilgiler eteğe toplanıp öldürücü taşlara çevriliyor, sorumsuzca, çoğu zaman haddini aşarak, taş yağmuruna tutuluyor karşı taraf. Bu süreçte, polemiği başlatan kendini nedense erdem sahibi bir otorite olarak görüyor ve düşmanını yargılayıp oracıkta ipini çekmeye çalışıyor. Polemikçi genellikle vahşi bir üsluba sahip, gözü kara ve manipülatif. Peki, düşman taraf? O taraf, çoğu zaman ayağının önüne kurulan tuzağın kapanına kendini kaptırıveriyor, çünkü sessiz kalmayı, kabullenmek olarak görme hatasına düşüyor. Bir kere cevap verilince de ister istemez karşı tarafın çirkin üslubunu kullanmak durumunda kalıyor. Yani aslında, kuralları öteki tarafça belirlenen oyunun parçası oluyor. Sonuçta bu tür kavgalar, bazı okurlara eğlenceli gelen bir çamur güreşine dönüşüyor. Bundan kazançlı çıkansa polemiği başlatan kişi, çünkü yaratıcı incelemeler yazmak, belli ilkeler üzerinden eleştiri yöneltmek yerine, asalak bir tutum sergiliyor ve başkalarına çamur atarak onlar üzerinde güç sahibi oluyor. Şimdi, köşe yazarlarının, polemik konusunda ayaklarını biraz denk almaları ve modası geçmiş olan, saygı, sorumluluk, ayıp, terbiye, alçak gönüllük ve hakkaniyet kavramlarını ilke edinmelerinin vakti geldi.

TEK KELİMEYLE

Easter yumurtaları

Arkadaşlara gönderilen eğlenceli e-maillerin ve facebook gibi sosyal paylaşım sitelerine eklenen esprili videoların bu haftaki yıldızlarından biri yumurtaydı, çünkü Hıristiyanlar, Easter’i kutluyor (Türkiye’de Paskalya Yortusu deniyor) ve Easter’in en önemli sembolü de haşlanmış yumurta. Fırsat bu fırsat, bütün Hıristiyan okurlarıma mutlu bir paskalya günü diliyorum.

Pardon, etnik kökeniniz ne?

Amerika’da her 10 yılda bir yapılan nüfus sayımı için evlere formlar gönderildi. Doldurulup nüfus bürosuna gönderilen formlarda etnik köken de soruluyor. Seçenekler şunlar: Siyah, Beyaz Latino, Hintli, Alaska yerlisi, Havai yerlisi, Kızılderili, Çinli ve ek olarak da “başka’ seçeneği var, şimdi bazı Türk dernekleri, Amerikalı Türklerden, o boşluğa “Türk” yazmalarını istiyor.

Her apartmana bir sanat eseri

New York’ta, yaptıkları binalara değer katmak isteyen müteahhitler yeni bir moda başlattılar: Binaların önlerine ya da lobilerine, heykel sanatçılarına sipariş edilen özel heykeller konuyor, tıpkı Silver Tower’ın önündeki bu yapıt gibi... Bizde de eskiden benzeri şeyler olurdu, eski Halk Sigorta binası önündeki Akdeniz heykelini hatırlayın.

Ricky abisi bu tavşanlar da gey

Burada herkes, “Ben geyim” diyen Ricky Martin’i konuşuyor. Resimdeki bu iki yakışıklı tavşan da çok konuşulanlar arasında yer alıyor; çünkü NY Times pazar eki, bu ikiliyi kapağına taşıdı ve sordu: “Onlar gey mi?”... Okurlardan biri yorum yazmış: “Hayvanlar da insanlarla aynı hislere sahip: korku, acı, mutluluk ve sevgi gibi, o halde neden tıpkı insanlar gibi onlar da gey olmasın.”
28.03.2010 - Taraf Gazetesi


Geçen hafta hava bir güzel, bir güzeldi ki inanamazsınız... Dışarı çıkınca hemen yorulup eve kaçan ben, önceki cumartesi günü gece yarısına kadar dışarılardaydım. O gün sabah beş gibi uyandım, bilgisayarımın başına geçip Taraf yazımı tamamladım, ardından New York Times gazetesine baktım, e-maillerime cevap verdim, abonesi olduğum Business Week dergisinin kalan kısmını okuyup bitirdim, sonra aç karnına, spor salonuna gidip bir saatten biraz fazla sporumu yaptım; her hareketten sonra kaslarım büyümüş mü diye aynaya bakmayı da ihmal etmedim, sonra eve döndüm, hazırlanıp kendimi Manhattan sokaklarına atıverdim. Bir çeşit kahvaltı ve sandviç salonu olan Murray’s Bagels’da kahvaltımı yaptım; bagelleri çok güzel, kendileri yapıyor, sarmısaklısından aldım, arasına krem peynir koydurttum, kahve ve taze sıkılmış portakal suyuyla iştahlı iştahlı yedim. Sonra 14. Cadde üzerindeki Union Square denen meydana gittim, burada haftanın üç günü Green Market açık hava pazarı kuruluyor, şehir civarındaki küçük çiftliklerde yetişen sebze ve meyveler çiftlik sahipleri tarafından buralara getirilip satılıyor, üstelik bu taze sebze ve meyveleri markettekilerin aynı fiyata bazen daha düşüğüne bile alabiliyorsunuz. New York Belediyesi bu tür pazarların sayısını arttırmak için özel bir çaba harcıyor, Valilik çiftliklere teşvikler veriyor... Bugün sadece Manhattan’ın 11 ayrı noktasında, gökdelenlerin dizinin dibinde bu pazarlardan kuruluyor. Benim gibi pek çok insan buralarda alışveriş yaparak küçük üreticileri desteklemeye çalışıyor, sebzeyi ucuza ve taze yemenin en iyi yolu yerli üreticilerden alışveriş yaparak, onların işlerini arttırmak. Biliyorsunuz buralarda süpermarketler hep zincir ve bunlar sebze fiyatlarını aşırı yüksek tutuyorlar çünkü bu zincirler bir çeşit tekel oluşturmuşlar ve fiyatları istedikleri gibi belirliyorlar.
Obama ve ekibi bu konuyu ciddi ciddi düşünüyor. Çünkü ekonomik Pazar, önemli sektörlerde üç beş şirketin çiftliğine dönmüş durumda. Finansa bakıyorsunuz paranın yüzde 90’ı JP Morgan Chase, Bank of America, Goldman Sachs, Citigroup ve Morgan Stanley gibi beş büyük kuruluşun cebinden geçiyor; otomobil sektörüne bakıyorsunuz yine öyle. Bu kodamanlar yüzünden ne küçük bankalar büyüyüp gelişebiliyor ne de piyasada 15-20 tane otomobil firmasi var oluyor; biraz boy verenler büyüklerce yutuluyor. Bank Of Amerika’nın New England bankası olan Fleet’i alması böyle bir şeydi mesela, yine AT&T ve Verizon da benzeri satın almalar yapmışlardı, hatta geçen yaz Apple ve AT&T arasında tekelleşmeye yol açacak bir anlaşma olduğu söylenmiş ve Adalet Bakanlığı harekete geçmişti. Yine Microsoft ve Google, alanlarında rakipsiz olmanın avantajını kötüye kullanarak aşırı fiyat çekiyorlar.
Hatta Microsof daha 1998 yılında resmî olarak tekelcilikle suçlanmıştı. Çünkü bu ülkede aslında tröstleşme ve tekelleşmenin önüne geçmeyi amaçlayan bir yasa var: 1890 yılında uygulamaya konulan The Sherman Antitrust Act. Yasanın çıktığı dönemlerde büyük şirketler alavere dalavereyle, rakiplerini yok edip piyasaya tek başlarına hâkim olmaya çalışıyorlar; dolayısıyla kapitalizmin özü sayılan rekabeti ortadan kaldırıyorlardı. Rekabet koşullarının bozulması, hem tüketicilere hem piyasayı çeşitlendirecek ve geliştirecek olan küçük ve orta ölçekli işletmelere hem de tekelciler kadar büyük olamayan diğer şirketlere zarar veriyordu. Nitekim bu yasa nedeniyle 1911’lerde American Tobacco gibi bazı şirketler bölünmeye zorlandı, Standart Oil şirketi, piyasada haksız rekabet ortamı yarattığı için suçlu bulundu. Yani anti-tröst yasası şirketlerin pervasızlığının önüne geçme konusunda oldukça yararlı oldu... Ancak bu yasa, değişen ekonomik koşullara göre eskiyince 1914 yılında The Clayton Antitrust Act. adlı yeni bir yasa çıkarıldı. Aradan nerdeyse 100 yıl geçti ve bu yasa da artık yeterli gelmiyor, bazı şirketlerin piyasaların feodal beyleri haline dönüşmelerinin önü alınamıyor.

Ya Türkiye’de bu işler nasıl oluyor

 

Peki, Türkiye’de bir anti-tekel yasası var mı, var: Anayasa’nın 167. maddesi, “devlet, tekelleşmeyi ve kartelleşmeyi önler” diyor. Ancak bu yasa oracıkta öylece uyuyor, Ayrıca OECD raporlarından edindiğim bilgilere göre, Avrupa Birliği’ne uyum sözleşmeleri gereğince bir Türk Rekabet Mercii oluşturulmuş, fakat bu kurum ne kadar verimli? Sonuçta Koç ve Sabancı gruplarının piyasadaki konumlarına bakınca bu konuda pek yol alınamadığını görüyorsunuz. Bu iki büyük güç gıdadan enerjiye, otomotivden bankacılık ve perakendeciliğe, her alanda varlar. Onların her sektöre girmeleri haksız rekabete yol açıyor. Madem yeni bir anayasa hazırlanıyor, 167. Madde detaylandırılarak yeni bir anti-tröst yasası oluşturulmalı ve bu yasa tıpkı AB ülkelerindeki gibi titizlikle uygulanmalı. Her işte bir hayır vardır, böyle bir yasa Koç ve Sabancılar için iyi olur; belli sektörlerde yoğunlaşır, markalaşır ve gerçek anlamda dünyaya açılırlar.

TEK KELİMEYLE

 

Yaşasın organik yiyecekler

 

Daha beş yıl öncesine kadar tezgâhlarında tek tük organik ürün bulunduran Star Market ve A&P gibi süpermarket zincirleri artık organik ürünler için bünyelerinde ayrı bölümler bile açıyorlar, hatta bu gidişata Walmart gibi bir dev bile ayak uydurdu... Eee dünyada 70 milyar dolarlık bir sektör bu ve aşırı bir hızla büyüyor, Türk şirketleri kendilerini bu yeni trende hazırlıyorlar mı?

MBA mezunlarının gözü uzaklarda

 

Kellogg School of Management gibi en iyi okullarda işletme mastırı yapan (MBA) öğrenciler bile ülkede durum pek iç açıcı olmadığı için geleceği dışarıda arıyorlar. İlk göz koydukları bölge ise Uzakdoğu, çünkü Pekin ve Kuala Lumpur gibi  büyük şehirlerde çok lüks apartmanlarda New York’takinden daha ucuza oturuyor, iyi maaş alıyor ve daha fazla para biriktirebiliyorlar. 

New York’un prezervatifleri

 

New York Valiliği her sene, barlarda, şurada burada 40 milyon bedava prezervatif dağıtıyor;  siyah prezervatif paketlerinin üzerinde ise metro hatlarının numaraları var... Valilik bu yıl özel sayıda (altı milyon) basılacak prezervatif paketleri için halka açık bir logo dizaynı yarışması düzenledi. Yarışmanın birincisi ise, Luis Acosta adlı New Yorkluya ait yandaki logo.

Modeller dünyasının çirkin yüzü

 

Ralp Lauren’in ve H&M’in modelliğini de yapan Sara Ziff, sevgilisi Ole Schell ile birlikte hazırladığı Picture Me adlı belgeselde, model olmanın kirli ve itici yönlerini ortaya koyuyor. 20 yaşında New York’a gelen genç kızların nasıl model ajansları tarafından kullanıldıklarını, hüsrana uğrayanları, büyük paralar kazanıp ne yapacaklarını şaşıranları, her şeyi...