07.09.2008 - Taraf Gazetesi

Geçen Pazartesi burada Labor Day'di, yani işçi bayramı, dolayısıyla pek çok iş yeri tatildi. Amacım o günü evde geçirip, temizlik yapmak, birikmiş çamaşırlarımı yıkamaktı. Nitekim planladıklarımı da yaptım. Hem de erkenden...


Bütün gün kendimi içeriye hapsetmekten sıkılmıştım, dışarı çıkmak istiyordum. Bu nedenle hemen telefonun tuşlarına pıt pıt pıt dokunup, arkadaşlarımı aradım ve onları bir barda buluşup, soğuk bir şeyler içmeye ikna ettim,


YÜRÜYEN OFİS Saat 6.30 gibi Kuzey Chelsea’de bir barın terasında buluştuk. Şansımıza havada çok güzeldi, püfür püfür esiyordu. İlk biraları ben ısmarladım, 5’er dolardan 5 bud light aldım, etti 25 dolar, 3 dolar da bahşiş verdim…


Arkadaşlarımdan biri Fransız-İtalyan karışımı, diğeri Tayvan kökenli, öteki Macar-Alman karışımı. Bunların hepsi burada doğmuş Amerikalılar. Ancak dördüncü arkadaşım 15 yıl önce ailesiyle birlikte Diyarbakır’dan Amerika’ya gelip yerleşmiş bir Kürt, ismi Baran. Kendisi hem TC hem de Amerikan vatandaşı. Çift vatandaşlı olduğu için kendini şanslı sayıyor.


Bizimkilere, birkaç gün önce Manhattan’ın kuzey batısında (Upper West Side), cadde kenarında rastladığım bir ofis arabayı anlatıyorum. Bildiğiniz 5 kişilik otomobillerden... İçinde dosya dolabından, fotokopi makinesine ve bilgisayara kadar her şey vardı. Otomobildeki genç adam, bilgisayarda bir şeyler yazıyor, bir yandan da çıkış makinesinden aldığı kâğıtları dosyalıyordu.


Baran, bu anlattığım olay karşısında hiç şaşırmadı, çünkü böyle bir trend olduğunu biliyormuş. Bu işin özellikle pazarlamacılar arasında giderek yaygınlaştığını söylüyor, Siparişi almak, gerekli anlaşma kâğıtlarını arabada hazırlayıp imzaya hazır hale getirmek, merkezle detaylar üzerinde konuşmak ve hemen oracıkta müşteriyle bütün işleri bitirmek için ideal bir yöntem. Hatta sırf arabalara ofis malzemeleri satan comfortchannel.com gibi web siteleri bile varmış.


TÜRK DEĞİL KÜRT Güzel bir akşamdı, çocuklar gibi şendik, kakara kikiri sohbet ediyorduk. Derken Baran’ın tam arkasında iki kişinin Türkçe konuştuğunu fark ettik. Baran hemen heyecanla yüzünü onlara dönerek Türkçe, “merhaba nasılsınız” dedi onlar da “iyiyiz, sağolun siz de Türk müsünüz” cevabını verdiler. Baran gayet saygılı bir tebessümle “yo hayır, Türk değil, Kürdüm ama Türkiyeliyim” dedi. İki Türk bu yanıtı aldıklarında buz kestiler sanki, derken suratlarını ekşiterek, Baran sanki hiç orada değilmiş gibi aralarındaki sohbete devam ettiler.


Baran’ın tebessümü yüzünde asılı kalmıştı. Bu tür davranışlarla daha önce karşılaşmasına rağmen her defasında yaşadığı durum nedeniyle üzüldüğünü söylüyor ve ekliyor, “Ne zaman bir Türkle karşılaşsam ve Kürdüm desem aynı tepkiyle karşılaşıyorum, bana kendimi suçluymuşum gibi hissettiriyorlar.


ALİYE RONA TOKADI Baran’a göre işin ilginç yanı bugüne kadar benzer tepkiyi veren Türkler’in aslında son derece eğitimli, kibar ve hoş insanlar olması. Ancak Baran “Kürdüm” deyince işler bir anda değişiyor ve bu kibar Türkler suratlarına sert bir Aliye Rona tokadı yemiş gibi oluyorlarmış. Baran, şu sözleri de söyleyip konuyu kapatmaya çalışıyor; “Biliyorum ki Kürt olduğumu söylemesem, onlar benim Kürt olduğumu anlasalar dahi hiç bir sorun yaşanmayacak. Ama ben kendimi niye gizleyeyim, neysem oyum, üstelik burası Amerika, özgür bir ülke, onların burada benim özgürlüğümü kısıtlamasına asla izin vermem.”
Baran’ı çok iyi anlayabiliyorum. New York gibi bin bir çeşit milletten insanın bir arada yaşadığı, birlikte ürettiği, birlikte mücadele ettiği, evlendiği, sevgili olduğu, öpüştüğü, seviştiği, yediği, içtiği, gezdiği, tozduğu bir şehirde, bazı Türkler’in hâlâ Kürt lafını duyunca hakarete uğramışçasına alınganlık göstermeleri anlaşılması zor bir davranış.


DOLABA KİLİTLENMİŞ AZINLIKLAR Aslında Baran’ın o aksam o barda yaşadığı durum Amerikan standartlarına göre ciddi bir ırkçılık. Örneğin New York’ta bir iş yerinde benzer bir durumla karşılaşmış olsanız, o iki insanı İnsan Kaynakları departmanına rahatlıkla şikâyet eder ve derhal işten attırabilirsiniz. Ancak Türkiye’de bütün azınlıklar bu talihsiz durumu her an yaşıyor ve bunun karşısında yapacakları pek de bir şey yok, çünkü onları bu konuda koruyan hiçbir yasa yok. Bu nedenle Türklük olarak geçen, ırkçı mitoslar üzerine kurulu Kemalist ruh, bir şekilde ülkedeki bütün azınlıkları dolaba kilitliyor. Dolabın dışına ise ancak Türkmüş gibi davranırsanız çıkabilirsiniz.


İşte bu nedenle Türkiye’de, aslında Kürt olan, Musevi olan, Ermeni olan hayalet Türkler epey çoğunlukta. Aynı şey fikir azınlıkları ve cinsel azınlıklar için de geçerli; gerçekte sosyalist olan ya da İslamcı olup Kemalist gibi davranan bir sürü hayalet Kemalist var. Örnekleri çoğaltabilirsiniz; gay olup straight numarası yapmak zorunda kalanlar, üniversiteye girebilmek için başını açmak zorunda kalan türbanlılar…


Bu nasıl bir Cumhuriyet ki vatandaşlarına oldukları gibi görünme izni vermiyor ve toplumdaki bireyler kendi asıllarıyla mesafeli yaşayan birer hayalet vatandaşa dönüşüyorlar.


Aslına bakılırsa Cumhuriyetin kendisi de gerçek bir Cumhuriyet değil. O da kendini dolaba kilitlemiş ve dışarıda aslıyla hiçbir benzerlik taşımayan hayalet bir mekanizma olarak dolaşıyor..


SÜRÜM SÜRÜM SÜRÜN Bizdeki Cumhuriyet neden mi gerçek bir Cumhuriyet değil? Söyleyeyim, Cumhuriyetler’de insanlar fikir ve düşüncelerini ifade etme özgürlüğüne sahiptir değil mi; o halde Nazım Hikmet’ten günümüze kadar, yazdıkları ve söyledikleriyle sürüm sürüm süründürülen yazar, sanatçı ve politikacılara ne demeli…


Cumhuriyet halkın kendi kendisini yönetmesidir değil mi; o halde her on yılda bir yapılan darbeler ve son 20 yılda yapılan post modern darbelere ne demeli


Demek ki bizde gerçek bir Cumhuriyet değil onun halkı ürküten hayaleti hüküm sürüyor.


REBECCANIN R İşte bu hayaletten sırt alan Kemalistler, kendilerini nedense Cumhuriyetin ev sahibi olarak görürler, kendi dışındakileri, özellikle de azınlıkları, bu Cumhuriyetin ortağı değil, misafiri olarak kabul ederler. Bu nedenle, Kemalist olmayanların önünde sadece üç seçenek vardır, ya boyun eğecek ve aslını inkâr ederek hayalete dönüşeceksin, ya dağlara çıkacaksın ya da ülkeyi terk edeceksin.


Kemalistlerin bu tavrı, bana Alfred Hitchcockun, Rebecca filmindeki sadık hizmetçileri hatırlatıyor. Film, büyük bir şatoda yaşayan hizmetkârlarla, bu şatoya yerleşen, yeni gelin arasındaki çatışmalı ilişki üzerine kuruludur.


Evin eski hanımı Rebecca ölmüştür. Buna rağmen evin hizmetkârları ölen kadına saplantılı bir bağlılık gösterirler. Onun ruhuna sadık kalayım derken şatonun sahipleri gibi davranırlar. Onun yatak odasını olduğu gibi korurlar, elbiselerini, yastıklarını, çalışma masasında yer alan ve üzerinde ‘R’ harfi olan ofis malzemelerini...


Bu hizmetkârlar işi öyle bir boyuta taşırlar ki Rebecca’nın yerine geçen yeni gelini, bir türlü kabullenmez ve O’nu sürekli Rebecca ile kıyaslarlar. Zavallı yeni gelin, sonunda pes eder, ancak bu kez hem kendini kocasına beğendirmek, hem de bu hizmetkârlarla iyi geçinmek için Rebecca gibi davranmaya başlar. Böylece bir karakter parçalanması yaşar ve kişiliğini kaybeder. Bu durum O’nun mutluluğunu ve kocasıyla ilişkisini iyileştirmez, aksine zorlaştırır.


Diyeceğim şu ki herkesin kendi gibi olabildiği yeni bir Cumhuriyette hayat da daha kolay olacak
edit post

Comments

0 Response to 'Hayalet Cumhuriyet'