12.07.2009  - Taraf Gazetesi

Nazar değmesin ama New York ve civarında son bir haftadır havalar bayağı güzel: Hem güneşli hem serin. Normalde bu mevsim, nemli, sıcak ve yapış yapıştır, bu nedenle insanlar pek dışarı çıkmak istemezler. Ancak Sybil ve ben geçen pazar günü dışarıdaydık, havanın sıradışı güzelliğinden istifade etmek istemiştik. Hudson sokağı üzerindeki Philip Marie’de brunch aldıktan sonra çıkıp yukarıya doğru yürümeye başladık. 11. Sokak’tan sola dönerek Meatpacking’e girdik. Aradığımız High Line Park işte tam orada, havada... Ankara’daki Sıhhiye köprüsü gibi. Onun daha da uzun hali. Eski bir demiryolu bu. Zamanında havada değil aşağıdaymış. Ancak raylar üzerinde yük taşıyan trenler, kalabalık sokaklarda çok kaza yapıyor, çok can alıyorlarmış. Şehir yönetimi çareyi, havada, uzun bir köprü-yol inşa etmekte bulmuşlar ve üzerine de rayları döşeyip treni yukarıya taşımışlar. Zamanında çok işe yarayan bu demiryolu, şehirdeki değişimle birlikte işe yaramaz olmuş. 1980’den sonra da hiç kullanılmamış. Şehrin yeni yönetimi 2006’dan beri burayı park yapmak için çalışıyordu. Bu park nihayet 1 ay önce açıldı. Bayağı bir ziyaretçi vardı o gün. Merdivenlerle yukarı çıkıp demiryolu parkında yürüyünce, Hudson nehrini, nehirden geçen yelkenlileri ve New York mimarisini daha iyi görüyorsunuz. Buraya öyle süslü püslü çiçekler ekmemişler. Bitkilerin hepsi doğal, rayların kenarında boy salmış çimenleri görmek güzel. Modern üslupla dizayn edilmiş oturma bankları da ilginç. Çok yaratıcı, çok güzel bir park burası. Ama Sybil bu güzel yürüyüşü burnumdan getirdi. Sürekli bilgisayarını çökerten virüslerden bahsetti durdu.

YA BEYAZ EV’DE NE OLDU?


Sybil’i bilirim, bana söylemese de bilgisayarına internetten bedava porno filmler indirdiği için virüs kaptığının farkındayım. Peki ya aynı hafta sonu, Beyaz Ev’deki bilgisayarlara ne oldu, onlar neden çöktü? Yoksa orada çalışan devlet yetkilileri de mi Sybil gibi porno film indirirken virüse kapıldılar? Yok yok değil... Onlar sadece cyber saldırının kurbanı oldular. Nasıl mı? Anlatayım... Bizim misafir gezdirdiğimiz o hafta sonu (yani Amerikan Bağımsızlık günü kutlamalarına denk gelen hafta sonu) boyunca Amerika’da ilginç bir saldırı yaşandı. Beyaz Saray ile birlikte, teknoloji hisselerinin işlem gördüğü NASDAQ, hatta FBI, hatta CIA ve Savunma Bakanlığı’nın bilgisayarına bile yoğun bir virüs saldırısı yapıldı ve sistemleri çökertilmeye çalışıldı. Saldırının, Çin, Japonya, Güney Kore ve ülke içindeki zombi bilgisayarlardan (kaydı bulunmayan, sahibi belli olmayan hayalet bilgisayarlar) geldiği tesbit edildi. Geçen salı günü Güney Kore’deki belli stratejik merkezler de cyber saldırıya uğrayınca, bazı Amerikalı yetkililer işin içinde Kuzey Kore’nin olduğunu düşündüler. Olayı Kuzey Kore’nin cyber savaş atağı olarak yorumlayanlar oldu. Ancak kalkıp Kore’ye bu nedenle savaş açmak da hiç olacak iş değildi, çünkü bu organize bir devlet saldırısı mı yoksa tek tek bireylerin saldırısı mı tespit edilemiyordu. Ancak anlaşılmıştı ki organize ve iyi bir cyber savaş, bir ülkeyi rahatlıkla kaosa sürükleyebilir ve hayatı felç edebilirdi, üstelik tek bir kurşun atılmadan, havadan en pahalı bombaları bırakmadan, tek bir insanın canını kıymadan... Bunun bir başka örneği 2007 yılında Estonya’da yaşanmıştı. Başkentte telefon sistemi çökmüş, devlet ofisleri çalışamaz olmuştu. Estonya saldırıyı Rus devletinin organize ettiğini iddia etmişti.

Aslına bakarsanız Amerika’daki pek çok stratejik kuruluş, eskiden beri her gün binlerce kez cyber saldırıya uğruyordu. Bu saldırılardan bazılarının arkasında ise rakip devletler olduğu düşünülüyordu. Eski Başkan Bush, Çin’i ülke bilgisayarlarına sızıp bilgi çalmakla itham etmişti. Bunun yanı sıra çalıştıkları şirketlerin bilgisayar programlarına, mantık bombası denilen bir çeşit kod koyarak, çok önemli bilgileri ortadan kaldıran insanların saldırıları da vardı... İşte bütün bu saldırlar, ülke içinde hayati öneme sahip noktaların savunma konusunda ne kadar hassas olduğunu ortaya çıkardı. Başarılı bir saldırı ülkeyi felakete sürükleyebilirdi. Bu gelişme, cyber savaş kavramının daha ciddi tartışılmasını beraberinde getirdi. 2007 yılına gelindiğinde Amerikan Hava Kuvvetleri içinde bir Cyber Saldırı Komutanlığı kurulması gündeme geldi. Geçtiğimiz mayıs ayında, Başkan Obama, Cyber Güvenlik Koordinatörü atayacağını bile açıklamıştı. Son Rusya ziyaretinde, yine bu konunun da gündeme getirileceği söylenmişti, önümüzdeki güz yapılacak BM Genel Kongresi’nde de konu ele alınacak.

Türk ordusu bünyesinde cyber savaş adlı bir departman var mı yok mu bilmiyorum. Ama dünyadaki bütün ordulara tavsiyem şu olabilir, insan öldürme gibi vahşi bir mantıkla kurgulanmış askerî yapılar, yeni çağda hiç bir işe yaramıyor. Son 40 yılda dünyanın değişik bölgelerinde çıkan savaşların her birinden, taraflardan ikisi de yenik çıktı. O nedenle, diyorum ki alın zıpkın gibi bilgisayar programcılarını, yazın programları, yollayın virüsleri, ille de birilerini teslim alacaksanız, aklınızla alın, kansız ve acısız alın...
05.07.2009  - Taraf Gazetesi

Geçen pazar olanları anlatayım: 6. Cadde ile 23. Sokak’ın köşesindeki metro istasyonundan yeryüzüne çıkıyoruz. Şanslıyız, bugün yağmur mağmur yok. Ama biraz hızlı yürümemiz gerekiyor, bayağı geç kaldık, tüh. Bill ve diğerleriyle 27. Sokak’la 5. Cadde’nin kesiştiği noktada buluşacağız. Belki Rana da sonradan bize katılacak. Neyse buluşma yerine vardığımızda bir tek Bill oradaydı, diğerleri geçit törenini izlemekten yorulmuş ve gitmişlerdi. Daha sonradan, Karadenizli Özlem, Dersimli bir hemşerim ve Chris de dahil birçok kişi daha gelip bize katıldı; böylece birike birike kalabalık bir grup olduk.

Manhattan
’ın ünlü 5. Cadde’si o gün bir başka renkli yürüyüşe sahne oluyordu. O köşede buluşma maksadımız da bu yürüyüşü izlemekti. New York’ta, bu şehre hayat katan bütün toplumlar (İrlandalılar, İsrailliler, Portorikolular, Türkiyeliler...) senede bir defa, 5. Cadde üzerinde gurur yürüyüşü yaparlar. Bugün ise gey, lezbiyen, biseksüel, travesti ve transseksüellerin (kısaca GLBTT diyelim) Gay Pride Parade adı verilen yürüyüşü var. Central Park yakınlarında başlayan bu yürüyüş, 5. Cadde üzerinden devam ediyor ve aşağıya doğru ilerleyerek, Christopher Sokağı’nın oralarda bir yerde son buluyor. Bill’in dediğine göre eskiden tam tersine, yürüyüş Manhattan’ın aşağısından başlar, yukarıya doğru çıkarmış. Bunun nedenini size açıklayınca, bu yürüyüşün aslında ne denli manalı ve tarihî bir etkinlik olduğunu siz de anlayacaksınız. Anlatayım: Bundan yıllar önce 27 Haziran 1969 tarihinde, bugün hâlâ Greenwich Village semtinde bulunan Stonewall barı yine polisler tarafından basıldı ve gey müşterileri psikolojik olarak taciz edildi. O gün yaşanan durum, geylerin canına iyice tak etmişti, dolayısıyla bu kez sesiz kalmadılar, barın kapılarını kapatıp, içerideki polisleri bir temiz dövdüler. Bu olay sokaklara sıçradı. GLBTT’lerden oluşan kalabalık bardan çıkıp sloganlara atarak Manhattan’ın yukarısına doğru yürüyüşe geçtiler, onlara yol boyunca yeni insanlar katıldı ve tıpkı bir kartopu gibi çoğalarak yaklaşık iki bin kişi oldular. İşte Amerikalı GLBTT’ler, en önemli haklarını bu isyan yürüyüşünden sonra yani söke söke aldılar. Nitekim o gün bugündür her haziran ayında Manhattan’da gey gurur yürüyüşü yapılır. İşe bakın ki bugün New York Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı gey polisler de aynı konvoyda diğer geylerle omuz omuza yürüyorlar. Nereden nereye değil mi...

Yürüyüşte o kadar çok konvoy vardı ki geç geç bitmediler. Saatlerce yol kenarında bekleyip, konvoyları izlemekten ayaklarımıza kara sular indi. Bu arada yürüyüş, GLBTT’leri tek bir kalıba sokmaya çalışanlar için oldukça eğiticiydi: Motosikletleriyle kortejde ilerleyen kaslı ve deri kıyafetli maço gey erkekler vardı ama tertipli giyinmiş muhallebi çocuğu kılıklı geyler de vardı, mavi yakalı işçi geyler - büyük finans şirketlerinde çalışan beyaz yakalı geyler, top modelleri andıran güzellikteki kadınsı lezbiyenler - erkeksi lezbiyenler, kadınsı gey erkekler -yaratıcı ve ilginç kıyafetler içindeki travesti ve transseksüeller, gey din adamları - gey ateistler , futbol sevmeyen geyler - gey futbol takımı oyuncuları... Birbirine zıt gibi duran bütün gey gruplar 5. Cadde üzerinde omuz omuza yürüyorlardı.

Yürüyüş kortejinin içinde sadece geyler değil, onlara destek olmak için yürüyen straightler de vardı. New York Belediye Başkanı Bloomberg ve Vali Paterson bu isimlerden sadece ikisiydi. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da ellerine gey bayraklarını almış, gey saflarından, halkı selamlıyor. Cadde kenarlarına yerleştirilmiş demir bariyerlerin arkasında, ülke dışından ve şehir dışından bu etkinliği izlemek için gelmiş bir milyonu aşkın insan var.

Bu politikacılar yaptıklarından ne utanıyor ne sıkılıyor, ne de “ya eğer bizi de öyle sanırlarsa” gibi ucuz kaygılara kapılıyorlar. Aslında Amerika’da, aralarında, ünlü televizyoncu James Steward ve oyuncu Sean Penn’in de bulunduğu pek çok straight, fırsat bulduklarında ünlerini gey haklarını savunmak için kullanıyorlar. Çünkü onlar da fakındalar ki demokrasiye inancı olan her vicdanlı insanın, toplumun en çok haksızlığa uğrayan ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören bu kesimi için de bir şeyler yapması gerekiyor. Ben durumu çok iyi açıklayamadım galiba ama saygın bir siyaset bilimci olan Baskın Oran’ın Neşe Düzel’e söylediği şu sözler meseleyi çok daha iyi açıklıyor. “Bu ülkede insanlar sadece kendi türlerini savunuyor. Diğer ezilmişleri ve dışlanmışları savunmuyor. Feministler sadece kadınları, Aleviler sadece Alevileri, Kürtler sadece Kürtleri, dinciler sadece Müslümanları savunuyor. Bu yüzden biz bağımsız sol hareketin seçim kampanyasında, ‘Kürtler eşcinselleri, eşcinseller Ermenileri, Ermeniler Alevileri savunacak’ dedik. Ezilmişlikten ve dışlanmışlıktan ancak böyle kurtulabiliriz.”
28.06.2009 - Taraf Gazetesi

Buralarda iki haftadır sürekli yağmur yağıyor. Ne ıslak bir yaz Allahım. Neyse ben yağmur mağmur dinlemedim. Bu kez de üşenmedim ve yollara düştüm. Gide gide New York’un kuzeyine denk düşen Carmel diye bir yere vardım... Boston’dan arkadaşım Tracy ile orada buluştuk. Önce annesine gittik. Kendisi emekli öğretmen, Bronx’taki hayvanat bahçesinde yaşayan gorillerin bakımına gönüllü olarak yardımcı oluyor, 71 yaşında, son derece dinç, bakımlı ve hoş bir kadın. Dört aydır çıktığı sevgilisi kendisinden dokuz yaş küçük. Tracy’nin anlattığına göre bir defasında arabada giderlerken dayanamamışlar ve yolun kenarına çekip sevişmişler. “Aman Tracy ne var bunda, iyi etmişler darısı senin başına” dedim.

O gece annede kaldık. Ertesi gün arabayla 10 dakika uzaklıkta olan ve yine kırlık bir bölgede yer alan Tracy’nin matbaacı abisi Greg’in evine gittik. Evin altı yaşındaki oğlu Steward’ın doğum günü partisi vardı. Bahçede çocuklarıyla gelen anne babalar için mangal yapıldı. Çocuklar bizim yediklerimizi yemedi tabii, pizza yediler, karınları doyunca da Pinata sopalamaya başladılar. Pinata dışı renkli gramofon kâğıtlarıyla kaplı eşek şeklinde (at, yıldız, çocuk gibi başka şekillerde de olabiliyor), bir tür oyuncak. Bu oyuncak bir ipe bağlandı ve ağacın dalına asıldı. Çocuklar ellerindeki sopalarla habire eşeğe vuruyorlardı. Karton eşek dayanamadı ve en sonunda parçalandı. İçinde saklı olan bütün şekerler (bazılarından küçük oyuncaklar da çıkabiliyor) çimlerin üzerine saçıldı. Çocuklar bağıra çağıra şekerleri kapışmaya başladılar...

Burada adettendir, biri evinize ilk defa gelmişse, ona evi gezdirirsiniz. Tracy’nin abisi de bana evi gezdirdi. Eski bir okul binasını restore etmişler, bir kısmını ev bir kısmını da matbaa yeri olarak kullanıyorlar. Hepsinin kapıları açık duran üç odadan sonra, kapısı kapalı olan dördüncü odaya izin isteyerek girdik. İçeride bana ters ters bakan bir kız vardı. Evin kızı Christine bu, daha ortaokul öğrencisi. Odanın duvarlarında bir sürü posterler asılı: şarkıcılar, oyuncular... Çoğunu tanımıyorum bile, ancak onların arasında benim kuşağımın yıldızı olan bir isim vardı: Michael Jackson. Beyaz ceketi ve uzun kıvırcık saçlarıyla kol dirseğinin üzerine uzanmış, bana bakıyordu. Billie Jean albümünün kapak resmiydi bu, hatırlıyorum. Aynısı 15 yaşında bir lise öğrencisiyken benim odamın duvarını da süslüyordu. Onun yanında kirpi saçlı Limahl, altta Çingene kızı gibi giyinen Madonna, öte tarafta makyajıyla bana hep geyşaları anımsatan Boy George, biraz ileride ise Duran Duran grubu... Bütün bu yüzler, Ankara’daki bir apartman katında yer alan o daracık odamdaki yalnızlığımı unutmamı sağlıyor, beni o zamanlar tam tarif edemediğim rahatlatıcı bir özgürlük âlemine taşıyan sihirli köprü işlevi görüyordu.

1856 yılında yayınlanan Madame Bovary romanının sinemadaki Vincente Minnelli uyarlamasını izleyenler bilir. Filmde (bu filmi sinema kardeşim Okan Arpaç çok severdi), Madame Bovary (Emma) daha genç bir kadınken, taşradaki sıkıcı yaşamını, benzer şekilde atmaya çalışıyordu: oda duvarlarını süsleyen ünlü posterler, kartpostallar, dergi kapakları ve okuduğu kitaplardaki kahramanlar aracılığıyla yapıyordu bunu. Bovary de benimle aynı yıllarda genç olmuş olsaydı, onun da oda duvarlarında bir Jackson posteri olacaktı büyük bir ihtimalle.

Bugün nasıl ki Ayasofya’nın iç duvarlarındaki ikonlar, koca gözleriyle ziyaretçilere bakıyor ve içlerinden bazılarını kendi mistik dünyalarına çekerek, ruhani bir dinginlik sağlıyorlarsa, gençler için de ünlü isimler benzer bir etkiye sahip. Bu anlamda Michael Jackson gibi isimlere pop ikonu denilmesi boşuna değil. Jackson, sesiyle, müziğiyle, dansıyla, şarkı sözleriyle, hayranlarını tıpkı bir ikon gibi etki alanına çekerken, bir yandan da onların içindeki duygusal ve fiziksel taşkınlığı bir şekilde emiyor, böylece onları rahatlatıyor.

İşte bu nedenle, şarkıcılar, oyuncular ve sporcular gençlerin yaşamında çok önemli. Gençler, kendi yaşamlarının, yetişkinlerin beklentileri ve direktifleriyle doldurulmuş, boğucu bir çuval olduğunu düşünebilirler, bu durumda nefes almanın en kestirme yolu pop ikonları oluyor. Bu benim zamanımda da böyleydi, Madame Bovary zamanında da böyleydi , Tracy’nin yeğeni Christina zamanında da böyle...

Ayrıca gençler, arzu ettikleri şeylere sahip oldukları için Michael Jackson gibi pop ikonlarına tapınıyorlar. Çünkü Michael ne komşunun efendi oğlu gibi oturup kalkıyor, ne maço abiler gibi dans ediyor, ne de kasıntı amcaoğlu gibi giyiniyordu. Bu anlamda Michael, yetişkinlerin gündelik hayat konusunda neredeyse ebedileşmiş standartlarına tekmeyi indiriyordu. Zaman zaman kendini korumak için onlardan biri gibi gözükse de, o kimseye benzeyerek kendini varetmeye çalışmamış, aksine kendi kendinin yaratıcı olmuştu.

Pek çok insan, bütün o estetik ameliyatlarını ve renk değiştirme girişimlerini ortaya koyarak, Michael’ı çok fazla ileri gitmekle suçlayabilir. Bana göreyse ondaki bu ileri gitme durumu, Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’daki bilimadamının, keşfetme ve deneme konusundaki cesur ve tutkulu merakına benzetilebilir. Arada büyük bir fark var tabii: O filmdeki Dr. Jekyll, Mr. Hyde’a dönüşüyor ve başkalarına zarar veriyordu. Michael’ın ise kime kimseye bir zararı olmadı.
21.06.2009 - Taraf Gazetesi


İkimiz de çok açtık. Hell’s Kitchen’da Amish Market adlı bir yere girdik. Burası, Manhattan’ın diğer bölgelerinde şubeleri olan büyük bir bakkal zincirinin halkalarından biri. Sahipleri Türkiyeli ve çok kaliteli gıda ürünleri satıyorlar, iyi de iş yapıyorlar. Dükkânın sıcak yemek büfesi de var, istediğinizi seçip kabınıza koyuyor, tarttırıyor ve ağırlığına göre para ödüyorsunuz. Orada bir kenarda masa ve sandalyeler de var. Oturup yemeğe başladık. Susan, yemek boyunca, Virginia’dan gezmeye gelen ve üç gündür New York’ta bir otelde kalan görümcesi ve kaynanasından dert yandı. Onu dinleyince hay Allah dedim, 21. yüzyılda üstelik New York’un göbeğinde de gelin-kaynana-görümce çatışması yaşanıyor. Üstelik Susan’dan işittiğim hikâyeler, filmlerde gördüğüm ve abartılı klişeler diye düşünüp dudak büktüğüm gelin-kaynana çatışmalarına çok benziyor.

Aslında evet, ister tarihin derinlere inin ister uzak coğrafyalara gidin, gelin-kaynana çatışmasıyla muhakkak karşılaşıyorsunuz. Binlerce yıl öncesinde yaşamış olan zamanın önemli biyografi yazarı Plutarch’ın (Yunan ve Romalı asillerin yaşamları -Lives of the Noble Greeks and Romans) kitabına bakıyorsunuz, imparator Sezar’ın annesi Aurelia ile genç gelini arasındaki gelin-kaynana çatışmasına özel bir yer veriyor. Koreli Hyejeong Chung’un sosyolojik araştırmasına (Kaynana ile çatışmanın, evliliğe uyum sağlama aşamasında olan gelinler üzerindeki etkisi) bakıyorsunuz, dünyanın o yakasında da aşina olduğunuz manzaralara rastlıyorsunuz; Amerikalı akademisyen Deborah M. Merrill’ın kitabına (Gelin-kaynana çatışması: Onları dost ve hasım yapan nedenleri anlamak) göz atıyorsunuz, yine yabancısı olmadığınız gelin-kaynana hikâyelerine rastlıyorsunuz...

Bu sorun biraz da erkek egemen toplum yapısından kaynaklanıyor. Gelinler kocalarının ailesine kabul edilen bir çeşit evlatlık gibiler. Çünkü erkek onun ailesine girmez, o erkeğin ailesine girer. Üstelik gelinden, bu aileyle, tam olarak bir bütünlük sağlaması beklenir. Ancak bu bütünleşme süreci bir türlü istenildiği gibi yürümez. Çünkü gelin ile kaynana-görümce ittifakı arasında hiç bitmeyen yıldız savaşları yaşanır. Onlar, birbirini anlamakta zorlanan, dolayısıyla birbirine yabancı kalan iki ayrı gezegen gibidirler. Aralarında hep bir ego yarıştırma çabası vardır. Bu yarışın esas hedefi ise bir türlü paylaşılamayan evin oğlunu etkilemek ve her biri bir koldan tutup onu kendi yanlarına çekmek...

Yaşanan bu çatışmada, her iki tarafın da sorumluluğu vardır. İki taraf da birbirlerine iyi niyetle yaklaşmakta ve güvenmekte zorlanırlar. Bu tavır, çatışmanın önünü daha da açar. Anneler, evlenmek için oğullarını kendileri zorlasalar dahi, bir gün bir elkızının gelip oğullarını ellerinden almasını bir türlü hazmedemezler. Hazımsızlığın bir sebebi de annelerde gelişen “oğlum bensiz yapamaz” saplantısıdır. Bilmiyorum belki de kocalarında bulamadıkları sadakati ve sevgiyi oğullarında inşa etmeyi deniyorlar.

Nitekim, Amerikan televizyonlarında yıllardır gösterilen Everybody Loves Raymond adlı dizide olduğu gibi kaynana Marie, öz oğlu Raymond’a her zaman gelininden daha iyi olduğunu ispatlamaya kalkışır; ondan daha iyi yemek yaptığı, daha düşünceli olduğu, ayrıca içten sevdiği iddiasındadır. Marie bu özelliklerini her fırsatta vurgulayarak geliniyle anlamsız bir rekabete girer. Sex and the City adlı dizideki Charlotte’un kaynanası Bunny gibi kendilerini oğlunun sahibi sanan ve yatak odalarına bile kapıyı çalmadan girmeye kalkışan kaynanalar da var...

Gelin cephesine gelince... Gelin, kocasını ayartarak kendini ikinci plana atmaya çalışan kaynana ve görümcelere karşı boş durmaz. Bu savaşta kullanabileceği en büyük silah, karşı tarafın veremeyeceği şeyi, yani cinselliği kocasına vermektir. Bu gücünü kullanarak, kocayı görümce ve kaynanadan soğutma şansını arttırır. Stratejinin bir parçası olarak çocukları da kullanmak ve onlara taraf seçtirilmek isteyebilir. Bu nedenle kaynana ve görümceler, karşı atak yaparak çocukların kalbine girmeye çalışırlar. Çok baskın ve güçlü bir kaynana olan eski Amerikan başkanlarından Theodore Roosevelt’in annesi Sara, gelini Eleanor’un çocuklarına büyük ve pahalı hediyeler alırdı.

BEYAZ EV’DEKİ KAYNANALAR


Bu arada daha düşük yoğunluklu olsa da işin içinde damat-kaynana çatışması da var. Hatta Amerikan başkanları bile bu konuda bir hayli sorun yaşamışlar. Truman, kaynanası Mrs. Wallaceeski’den çok çekmiştir mesela. Mrs. Wallaceeski, koskoca Amerikan başkanını kızına layık göremediğini açıkça dile getirmiştir. Hatta bir keresinde kızını alıp zavallı başkanı bir Christmas günü Beyaz Ev’de yapayalnız bıraktığı bile söylenir. Ayrıca bu konuda Obama’nın tecrübesinin ne olacağı ise merak konusu. Çünkü Obama’nın karısı Michelle’in annesi, Marian Robinson, iki kız torununa göz kulak olmak için, Chicago’dan gelip Beyaz Ev’e yerleşti. Yer geniş nasıl olsa, 35 tane yatak odası var. Kaynana başlangıçta, yok ben evimi özledim arkadaşlarımı özledim diye epey bir afra tafra yaptı, ancak şimdi halinden memnun. Damadı Obama ile ilişkileri nasıl bilmiyoruz. Herhalde iyidir, Obama sevilmeyecek bir insan değil ne de olsa…
14.06.2009  - Taraf Gazetesi

Kendisi inançlı bir Musevi olan arkadaşım David ile Hudson nehri kıyısında yürüyor, bir yandan da kosher (Musevi usullerine göre hazırlanmış yiyecek) sandviçlerimizi yiyoruz. Hava çok sıcak, üstelik de nemli, ben etraftaki pek çok insan gibi üzerimdeki tişörtümü çıkarıyorum. İşte şimdi daha rahatım.

David az ilerideki The Perry Street Towers adlı iki cam binayı işaret ediyor ve soruyor: “Şu her tarafı camlarla kaplı olan şeffaf binalardan birinde yaşamak ister miydin Hidir?” Bu soru üzerine binalara daha bir dikkatle bakıyorum. Pek çok dairenin perdeleri bile çekilmemiş. İçerisi olduğu gibi görünüyor. “Elbette” diye cevaplıyorum David’i.

Bu iki bina, Hudson nehrinin Atlantik’e açılan ağız kısmına yakın inşa edildiği için, daireler hem nehir, hem de okyanus manzaralı...

Bu kez aynı soruyu ben David’e yöneltiyorum. “Peki, sen orada yaşamak ister miydin?” “Evet” diye yanıtlıyor beni David ve devam ediyor: “Calvin Klein ve Nicole Kidman’a kim komşu olmak istemez ki?” Bir söylentiye göre modacı Klein, bu binalardan birinin en üstteki dupleks dairesini sekiz milyon dolara, yani piyasa değerini altında bir fiyata satın almış. Müteahhitler bunu özellikle yapmışlar ki Klein sayesinde binaya zengin müşteri çekebilsinler... Nitekim daha sonra Nicole Kidman gelmiş ve hemen bir alt daireyi altı milyon dolara satın almış. Binada şimdi X-Man filmindeki Hugh Jackman de dahil pek çok ünlü yaşıyor.

Zenginlerin malı çenemizi yorunca öylece susmuşuz: David sessiz, ben sessiz, yürüyoruz. Çocukluğumun evini düşündüm yürürken. Benimle neredeyse aynı yaşta olan geniş ama küçük pencereli bir evdi. Üstelik bu ev, bir insan boyu yüksekliğinde olan avlu duvarlarıyla çevriliydi. Bu duvarlar, geride bıraktığımız o cam binanın aksine, aile içinde olanı biteni dışarıdaki gözlerden saklamayı amaçlayan bir mahremiyet kalkanıydı aslında. Yıllar önce Mardin’i ziyaret ettiğimde gördüm ki orada yüzlerce yıl önce inşa edilmiş evlerin avlu duvarları çok daha yüksek. Yani tarihten geriye gittikçe, özel yaşamı, diğerinin bakışlarından ve yargılayıcı yorumlarından ayırmak için inşa edilen duvarların yüksekliği artıyor, buna paralel olarak da karşınıza daha kapalı toplumlar ve daha otoriter yönetimler çıkıyor.

Deborah Ascher Barnstone
’un Şeffaf Devlet adlı kitabı da yukarıdaki kanıyı destekler nitelikte. Yazar, Alman Parlamento binası Bundestag’ın, siyasi iktidarların ideolojisine göre, mimari olarak nasıl değiştirildiğini ortaya koyuyor: Yönetim demokratikleştikçe bina şeffaflaşıyor. Aynı şey bizim Meclis binası için de geçerli. Tek parti yönetiminin hâkim olduğu 1938 yılında, projesi çizilen Meclis binası, Hitler Almanyası’nda inşa edilmiş olan faşist mimari örnekleriyle rahatlıkla aynı kategoriye konabilir.

1900’lü yılar mahremiyet ve şeffaflık kavramalarında çok büyük değişimlere yol açmıştı. Krallıkların yıkıldığı ve nispeten daha şeffaf olan parlamenter rejimlerin doğduğu bir dönemdi bu dönem. Yaşanan dönüşüm, bireyin önemini arttırdığı gibi, mimaride de yeni akımları berberinde getirdi. Belçikalı mimar Emile Fourcault, bina yüzeylerinde düz cam plakalar kullanılması fikrini bu dönemde geliştirdi. Bugün onun açtığı yoldan gidenler, Chicago’daki Sears Tower, Kuala Lumpur’daki Cesar Pelli Towers ve Boston’daki Hancock Tower’ı kurdular. Aslında, günümüzde şeffaflık ve mahremiyet kavramlarının geldiği durumu anlamanın en doğru yolu internet dünyasına bakmak. Her yaştan insan, sosyal çevre yapma siteleri olarak adlandırılan facebook ve myspace’te arkadaş ediniyor, farklı konularda fikirlerini dile getiriyor, beğendikleri müzik, video, aile ve arkadaş resimlerini birbirleriyle paylaşıyorlar. Bu gelişme, otoriter devlet- mağdur toplum paradigmasına göre düşünmeye alışmış bazı entelektüelleri rahatsız ediyor. Onlara göre facebook’taki insanlar, kendi kendilerinin gönüllü ihbarcılığını yaparak, özel hayatlarına ait bütün bilgileri deşifre ediyorlar. Oysa burada kaçırılan bir nokta var: Sıradan insanlar artık sadece etki altında kalmak değil, etkilemek de istiyorlar. Teknoloji çok gelişti. Bu nedenle insanları etkilemek ne entelektüellerin, ne de sadece büyük gazetelerin tekelinde... Sıradan insanlar youtube’a koydukları videolarla binlerce izleyiciye ulaşabilirler. İkinci nokta ise şu: Yeni kuşaklar kendileriyle daha barışıklar, dolayısıyla başkalarının onlarla ilgili yargılayıcı düşüncelerinden korkarak kendilerini saklamaya kalkmıyorlar. Bu nedenle mahremiyetin kilidini kolayca kırıp şeffaflığın rahatlığında buluşuyorlar.