24.08.2008 - Taraf Gazetesi

Amerikalı pilot Paul Tibets, uçağını Hiroşima’ya doğru uçururken tarihin gelmiş geçmiş en büyük celladı olacağının farkında mıydı acaba? Benimki de amma da soru; elbette farkındaydı, koskoca bir komutandı ana sınıfı öğrencisi değildi ki.

Tibbets, Hiroşima saatiyle gece 2.45’de, Enola Gay adlı uçağı ile Tinian adasından havalandı. Günün tarihi, 6 Agustos 1945’di. Uçak, sabahın 8.15’inde şehir semalarına varmıştı bile. İşte tam bu saatte, bizim pilot, o meşhur atom bombasını 9600 metreden asağıya bırakıverdi ve sonra da hızla çekip gitti. Little boy adı verilen bomba, hesaplandığı gibi yerden 580 metre yükseklikte patladı. Bir kaç saniye içinde kenti bir alev fırtınası sardı. Bu fırtına önüne gelen herkesi ve her şeyi kavurdu: Okuluna gitmeye hazırlanan bir ilkokul öğrencisini, işbaşı yapan bir temizlik işçisini, yatakta sevişen iki sevgiliyi, ibadethanedeki yaşlı bir erkeği, hastenede ameliyata hazırlanan genç kızı, müşterisinin evinden yeni ayrılan bir hayat kadınını ve daha kimleri… Hala kesin bir rakkam yok ama ogün toplam 70 bin insanın yaşamını yitirdiği söyleniyor. Radyasyonun etkileri zamanla artınca ölümler 200 bini buldu.

Pilot Paul Tibbets, bu tarihi katliamdan yıllar yıllar sonra bile, “Allah kahretsin, ben ne yaptım, nasıl kıydim onca insana” demedi. Hatta her defasında hiç pismanlık duymadığını vurguladı ve “bugün yine aynı görev verilse yine yapardım” dedi. Çünkü O’na gore bu iş vatanın selameti için yapılmıştı.

Geride kalan 6 Ağustos günü, Hiroşima’ya atılan bombanın 63. yıl dönümüydü. Bu nedenle New Yorkda’ da çesitli etkinlik düzenlendi. Etkinliklerin amacı, insanlara barışın önemini göstermek, savaşın nasıl bir felaket olduğunu anlatmaya çalışmaktı. Ben bu etkinliklerin hiç birine katılamadım, ancak geçen akşam eve gelince youtube’dan Hiroşimayla ilgili pek çok video izledim.

O videolari izlerken aklıma ister istemez Sabiha Gökce düştü. Atatürk’ün manevi kızı ya da öteki adıyla dişi “Türk Kuşu” Sabiha Gökçe. O’da 1937’lerde tek motorlu teyyaresiyle Dersim semalarında uçmuş ve “haydut” dedigi TC vatandasi Kürtlerin üzerine tepeden bombalar yağdırmıştı.

Bir süre sonra izlediğim vidolardan yorulmuştum, elimdeki bilgisayarı sehpanın üzerine bıraktıktan sonra, recliner koltuğumun üzerinde öylece uykuya dalmışım.

GİZLİ TEŞKİLAT Rüyamda, Buğday tarlalarının arasından akıp giden bir yolun düzlüğündeyim. Etrafta in cin top oynuyor. Aaa tek motorlu bi teyyare uzaktan bana doğru yaklaşıyor. Teyyareye de bakın siz, alçalıyor galiba, yok düşüyor, hayır göğsünü saçlarıma sürüp tekrar havalanıyor. Belli ki bu kötü kalpli teyyare canımı almaya çalışıyor, Hitchcock’un Gizli Teşkilat filmindeki teyyarenin aynısı bu, bense o filmdeki oyuncu Cary Grant gibiyim, yolun üzerinde zigzag çizerek, bu at sineği gibi peşimden koşturan teyyarenin elinden kurtulmaya çalışıyorum. Teyyare vızıldayarak bir sağımdan uçuyor, bir solumdan uçuyor, bir bakıyorum tepemden geçiyor, Tir tir titriyorum. Besmele çekeyim diyorum (besmele deyince yanlış anlamayın, sadece “devrimciler ölmez” diyecektim) ama sesim çıkmıyor. En sonunda güçlü bir el ensemden tutup beni teyyarenin arkasındaki koltuğa atmasın mı.

Meğer bu güçlü el, teyyareyi kullanan Sabiha Gökçe ye aitmiş. Ben şoktayım. Sabiha hanım başlıyor, “Hıdırcım, sol gözümü pembe renkli, iri yarı, lezbiyen bir arı ısırdı. Bu nedenle sadece sağ gözümü kullanabiliyorum. Bana yardım etmen lazım; uçağın sol yanından aşağıya bakıp gördüklerini rapor edeceksin. Böylece Dersim’deki haydutları tek tek temizleyeceğiz; her şey vatanın selameti için” Bense içimden, “Hıdırcım, hayır, bu kadın kendinde değil, yol yakınken kaç kurtul” diyorum. Oradaki bir paraşütü üzerime geçirdiğim gibi hop aşağı atlıyorum.

15 Agustos, öğleden sonra, Uhni köyüne düşüyorum. Yıl 1937. Ortalık çok karışık. 16 Ağustos günü, çatışmalardan ve askerlerin saldırılarından etkilenip yerini yurdunu terketmeye çalışan 500 kişilik çoluklu çocuklu bir köylü grubuna katılıyorum. Bu grup yanlarına koyun sürülerini ve çadırlarını da almış. O an Sabiha hanımın uçak filosu yaklaşıyor. Atılan bombalar herkesi yere yıkıyor. Hala ayakta kalanların üzerine ise yine uçaklardan, makinalı tüfekle ateş ediliyor. Benim iki kolum birden kopuyor, yanıyorum sanki, Sarp yamaçlardan koşarak uçakları yakalamaya çalışıyorum. Delirmiş olmalıyim. Gökyüzü mavi, yeryüzu kırmızı. Haykırıyorum: “Sabiha hanım ne güzel bombalarınız var, ne güzel bombalarınız var, ne güzel bombalarınız var”

Derken bu tozlu dumanlı kan kırmızısı rüyadan nihayet uyanıyorum. Hızır sana şükürler olsun.

Bir rüyamı düşünüyorum bir de bugünün gerçeklerini düşünüyorum. Kürtler hala bombalanıyor. Söz gelimi Ahmedinejat’ın gaz cumhuriyeti İran’a ait uçaklar, kendi sınırları içinde bulunan Kürt eyaletleri üzerine bomba yağdırıyor, sınırı geçiyor Irak'daki Kürtleri bombalıyorlar. Bu bombalar köylerde yaşayan yoksul Kürt sivillerin yaşamını altüst ediyor.

Dünyada bombalar sadece Kürtlerin üzerine düşmüyor, Iraklıların üzerine bombaların nasıl yağdığını hepimiz naklen izlemiştik. Yakın zaman once İsrail, Lübnan a yagdırdı, 2. Dünya savasında Almanların başına yağdı, Vietnam savaşında Vietnamlıların tepesine yağdı.

Özellikle içinde bulunduğumuz yüzyılda bir ülkenin işini bitirmek istiyorsanız önce havadan stratejik şehirlerin üzerine bombalar yagdırır, hayati felç eder, sonra da o kente kara harekati düzenlersiniz.

İLK HAVA SALDIRISI OSMANLI ORDUSUNA YAPILDI:Askeri uçağın havadan bir saldırı cihazi olarak kullanılması 1. dünya savaşına kadar gidiyor. Tarihte ilk hava saldırısının 1911 yılında İtalyanlar tarafından yapıldığı iddia ediliyor. Üstelik bu saldırı Trablusgarb savaşı sırasında yapılmış, 4 bombacık 1 Kasım tarıhınde Libya’daki Osmanli birliklerinin üzerine bırakılmış.

ATEŞ UÇURTMALARI: Aslında hava harekatlarının geçmişi, biraz daha çesitlendirirsek görürüz ki çok daha öncelere uzanıyor; örneğin uçurtmalar, uçaklardan once askeri amaçla kullanılan ilk hava araçlarıydı. Ama bunlar bombalamak için değil, düşman mevzilerini gözetlemek ya da düşmanı şaşırtmak için kullanılıyordu. Kim Yu-Sin adlı Koreli general 637 yılında isyancıları bastırmak için uçurtmalarla havaya ateş topları kaldırtmıştı. Yine 1592-98 deki Japon işgali sırasında bir başka Koreli kumandan, 300’e yakın uçurtmayı birlikler arasındaki haberleşmeyi sağlamak ve direktiflerini bildirmek

Köroğlunun deyişini günümüze uyarlarsak diyebiliriz ki “Uçak icad olundu mertlik bozuldu”.

*********

KÜLDEN EVLER

“Yan Dersim Yan” başlıklı yazımın ardından, yazar Cemal Taş, “Külden Evler” adlı kitabını incelik göstererek adresime gönderdi. Cemal Taş’ın bu muhteşem çalışmasında Dersim’deki köy yakmalarla ilgili belgeler, tanıklıklar ve gazete haberleri bir araya getirilmiş.

Kitapta dönemin Köln Belediye Meclis üyesi olan Şengül Şenol’un da tanıkığına yer verilmiş, şöyle anlatıyor yaşadıklarını Şenol: “O günleri hatırlamak için hafıza zorlanıyor. Hatırladıklarını bile unutmak istiyor. Çünkü acı veren her şeyi hafıza unutmak istiyor. 94’ün sonbaharında ne olmuştu? Dersim’de o dönem süren çatışmalarda kimin aklına “iyi bir fikir” diye gelmişse, bir çok köy güneyden kuzeye ateşe verilmişti. Dersim köylerinin yüzde sekseni böyle yok olmuştu. İnsanlar kendi topraklarında mülteci durumuna düşmüş, Ovacık ve Hozat barakalarında yıllarca hayat tüketmişlerdi. Sağlıksız koşullar nedeniyle ölenler oldu. En çok da çocuk ve yaşlıların sağlıkları bozuldu. Hala oralarda hayatını devam ettirmeye çalışan insanlar var. Diğer ilçelerde de durum farklı değildi. On yıl önce nüfusu 170 bin olan Dersim, bugün nüfusunun yarısını kaybetmiş durumda.”

Bir belge çalışması olmasına rağmen, insanın yüreğini dağlayan bu kitabı herkese öneriyorum. Eğer kitapçılarda bulamazsanız yayinevi ile telefon yoluyla irtibata geçip bilgi alabilirsiniz. Tij Yayıcılık: 212 576 0136


Resimaltı, italyan pilotGuilio GevottiOsmanli birliklerinin üzerine tarihteki ilk hava saldırısını yaptı
17.08.2008 - Taraf Gazetesi

İSA KAMPI . Ah ben bu meyvelere verdiğim parayı biriktirip de yatırıma dönüştürseydim, şimdiye hanlarım hamamlarım olmuştu. Meyveyi çok seviyorum. Eee burada da çok pahalı. Geçen akşam iş çıkışı Çinli bir kadının islettiği küçük mahalle bakkalına gittim, meyve sebze orada nispeten daha ucuz. Buna rağmen bir avuç kiraza inanır mısınız 4 dolar verdim. (Bu paraya burada bir pound kıyma geliyor, 1 pound yaklaşık 450 gr. ediyor). İki küçük şeftali 1,5 dolar tuttu. İki yumruk büyüklüğündeki ufacık bir kavun 3 dolar, 2 pound beyaz üzüm ise 4,5 dolar, bir tane de muz aldım etti mi size bir sürü para. Bu arada bu ülkedeki en ucuz meyve muz, paundu 69 ile 99 cents (kuruş) arasında değişiyor.


Aldığım bu meyveler bizim Sybil’e bir hafta yeter ama ben o akşam oturup hepsini yedim bitirdim. Bitirmezsem, dolapta kalsa, içim rahat etmiyor. Ben de Allah’ın böyle tuhaf bir kuluyum işte.


HARRY POTTER BİR ŞEYTAN İŞİ . O akşam meyvelerimi lüpletirken çok ilginç bir belgesel film izledim. İsmi İsa Kampı (Jesus Camp). Bu filmde, küçücük küçücük, sevimli sevimli Amerikalı çocukların, dincilere ait yaz kamplarında nasıl eğitildiklerine tanık oluyorsunuz. Söz konusu kamplar, çok güçlü bir dini grup olan Evangelistler (Evangelic).


Kamplarda çocuklara verilen din eğitiminin dozu çok aşırı. Öğretilenler, o çocukların daha kıkırdak halindeki bilincinin kaldırabileceği şeyler değil. Bu çocuklar dünyaya geleli zaten topu topu 6-7 sene olmuş ve birden bir kampa yollanıyorlar. O kampta, kendini hakiki Hıristiyan zanneden ve bence ciddi bir psikolojik tedavi görmesi gereken Becky Fisher adlı kadın eğitmen var. Bu kadın, çocuklara, başka dinlerle ilgili kendi kafasındaki bütün ön yargıları ve düşmanlığı aşılıyor, günahtan, şeytandan ve Tanrı’dan korkmayı ama çok korkmayı öğretiyor. Hatta Harry Potter filminden uzak durulması gerektiğini bile tembihliyor ve onlara, verilen kurallardan şaşmamalarını tembihleyerek bir de yemin ettirtiyor. Çocuklar hep bir ağızdan başlıyor: “Ne denirse onu yapacağım, ne söylenirse onu söyleyeceğim”. Allah allah...


ÇILDIRMIŞ ÇOCUKLAR TIMARHANESİ . Hele o kamplardan birinde yapılan bir ayin töreni var ki insanın tüylerini diken diken ediyor. Aşırılığın nasıl bir noktaya varabileceğini kendi gözlerinizle görüyorsunuz. Söylemeye dilim varmıyor ama sanki çıldırmış çocuklardan oluşan bir tımarhanenin içinde gibisiniz. Görüntünün bir Aczimendi ayininden hiç bir farkı yok: Çocuklar dualar ederek ağlıyor, titriyor, aynı sözcükleri tekrar edip duruyor ve bazıları transa geçip yere yığılıyor... YouTube’a girin ve arama kutusuna “jesus camp” yazın sonra da çıkan videoları bir izleyin, görün.


Peki, bu aileler neden ısrarla çocuklarını böylesi kamplara yolluyor ve onların saf dünyasının Becky Fisher gibi insanların soyut dinsel öğretileriyle işgal edilmesine izin veriyorlar. Belki onları da anlamak lazım. Anne babalardaki korumacı dürtü onları böyle davranmaya itiyor olabilir. Belli ki çocuklarını din yoluyla korumaya, din ve Tanrı korkusuyla terbiye edip kötü alışkanlıklardan uzak tutmaya çalışıyorlar.


Şimdi kendime de sizlere de soruyorum: Dinî eğitim vermek, çocukların ve dolayısıyla toplumun karşılaştığı sorunları çözmek için gerçekten bir çözüm mü? Eğer çözüm olduğunu düşünüyorsanız, bir de şu soruyu cevaplayın: Çocuklara bir takım ahlaki değerleri öğretmenin tek yolu dinden mi geçiyor? Hiç bir dinin adını bile anmadan, bu çocuklara nasıl saygılı olunacağı, nasıl hak yenilmeyeceği, nasıl iyi davranışlar sergileneceği, nasıl dürüst olunacağı, nasıl yardım edileceği, nasıl insanların fiziğine, ırkına, cinselliğine, yaşadığı topraklara, yaşama hakkına, düşüncelerine, inanışlarına, beğenilerine ve zevklerine saygı duyulacağı öğretilemez mi? Sonuçta bunlar herkesin fikir birliği ettiği evrensel insanlık prensipleri, öyle değil mi?


EĞİTİMDE LAİK DİNCİ KAVGASI . “Dinî eğitim mi değil mi” konusunda, laikler ve dinci kesim arasında dünyanın her yerinde ciddi bir kavga var. Ama burada iki kesim arasındaki önemli bir farkı hepimizin bilmesi gerekiyor. Gerçek laikler hiç bir zaman çocuklara dinden uzak durulması gerektiğini öğretmeye çalışmıyorlar ama dinciler bütün çocuklara kendi inandıkları dini öğretmeye ve kabul ettirmeye çalışıyor. Bu nasıl oluyor, şimdi söyleyeceğim.


EVRİME KARŞI YARADILIŞ TEORİSİ . Kavganın Amerika tarafından başlayalım. Amerika’da sahici bir laiklik var, dolayısıyla Türkiye’deki gibi devlet okullarında zorunlu din dersleri okutulmuyor. Okutulmuyor ama hafta sonu okulları var, ya da örneğin Katolik okulları gibi dinî okullar da var ve bu okulların sayısı hiç de azımsanacak gibi değil. İsteyen çocuğunu dinî okullarda okutabiliyor. Fakat dinci gruplara bu da yetmiyor, onlar ısrarla Tanrı’nın ve Hıristiyanlığın devlet okullarına da sokulmasını istiyorlar. Evrim teorisiyle birlikte onun tam zıddı olan yaradılış teorisinin de okutulmasını istiyorlar. İstekleri bitmiyor. Onlara kalsa sadece din dersleri değil, diğer derslerde de Hıristiyanlığın toplumdaki, tarihteki ve insan psikolojisindeki etkisi vurgulanmalı. Yani nasıl ki Edibe Sözen Sünni Müslümanlığını devlet okullarına sokarak iyice kurumsallaştırmaya kalkıştıysa, aynı şeyi onlar da Hıristiyanlık için yapmak istiyor. Bu arada Edibe Hanım’a geleceğim, O’na biraz daha var.


Peki, karşı gruplar dincilerin bu politikasına ne diyor? Onlar da diyorlar ki ”Yahu kardeşim, etmeyin eylemeyin, her kültürden, her dinden, her ırktan ve milletten insanların birarada yaşadığı Amerika gibi bir ülkede, Hıristiyanlığı devletin okullarına sokmaya çalışmak hem adil değil, hem de doğru değil. Bu çeşitlilik göze alınarak devlet okullarının şimdiki gibi dinden arındırılmış alanlar olarak mevcut varlığını sürdürmesi gerekiyor. Dinî eğitim almak isteyenler için okul dışında tonca kuruluş var, öğrenciler oralara gidebilirler.”


TANRISIZ ÜLKE . Britanya’da şimdi benzer bir kavga sürüyor. Hıristiyanlığın resmî din olduğu bu ülkedeki din eğitimi sistemi biraz Türkiye ile Amerika arasında bir yerde duruyor. Pek çok devlet okulunda öğrenciler zorunlu olarak din dersleri alıyor. Bu derslerde nasıl bizde Sünni Müslümanlık ağırlıklı olarak öğretiliyorsa onlarda da temel olarak Hıristiyanlık ve bir kaç din daha öğretiliyor, o kadar. Britanyalı öğrenciler okullarındaki ibadet törenlerine de katılmak zorundalar. Başka dinden olanların bu dersi almama şansı var, ancak Hıristiyansanız almak zorundasınız. Fiiliyatta çoğu okul işin ibadet kısmını uygulamıyor, zor ve külfetli çünkü.


Anne-babalar isterlerse çocuklarının din dersi almasını engelleyebilirler. 2006 yılından beri ise son sınıftaki öğrencilerin kendi kişisel kararlarıyla din dersi alıp almama hakkı var.


Ancak şimdi Britanya’da işler değişiyor ve Amerika benzeri bir sisteme geçilmeye çalışılıyor. Parlamento İnsan Hakları Komisyonu şimdi 16 yaşının altındaki öğrenciler için de din dersinin seçmeli olması konusunda ciddi çalışmalar yapıyor. Gerekçeleri ise son derece mantıklı ve yerinde. Diyorlar ki çocuğu din dersi almaya zorlamak, onun düşünce özgürlüğünü ve kendi öz bilincini hiçe saymak demek. Ayrıca bu zorunluluk Avrupa Birliği İnsan Hakları Sözleşmesi’yle de uyuşmuyor. Britanya’daki sistemi değiştirmek isteyenlere göre, halkın kiliseye katılımının son 10 yılda inanılmaz ölçüde düştüğü bir ülkede, çocukların dinî etkinliklere ayırdıkları zamanın anne babalarına ayırdıklarından fazla olması yanlış.


Ancak bu tavır nedeniyle Katolik Kilisesi başındaki Kardinal Cormac Murphy-O’Connor kıyameti kopardı ve Britanya’nın Tanrıdan arındırılmak istendiğini iddia etti.


ALEVİ ÖĞRENCİLER TACİZ Mİ EDİLİYOR . Bizde işler nasıl? Bizde de durum pek kabul edilir gibi değil. Örneğin ben lisedeyken istemediğim halde zorunlu olarak din dersleri aldım. İsteksizliğimin sebebi şuydu: Alevi inanışına sahip bir öğrenci olarak bu dersin tümüyle Sünni Müslümanlığın propagandasını yapmaya yönelik bir ders olduğunu düşünüyordum. Üstelik din öğretmenlerinin hepsi de Sünni Müslüman ve inançlı insanlardı. Dolayısıyla benim inanışımı yok sayan, umursamayan bir dersi almak zorunda olmak ciddi bir psikolojik tacizdi. Hatta bu gerilim veli toplantılarına da hep yansıyor, ablam Fatoş her defasında din öğretmenleri ile tartışıyordu.


Şimdi AKP Genel Başkan Yardımcısı Edibe Sözen’e gelebiliriz. Türkiye’de okullar ve öğrencilerle ilgili ortada çözüm bekleyen tonca sorun varken Edibe Hanım ilk fırsatta, “Gençleri Koruma Kanun Tasarısı”nı hazırlayarak bir iman ve edep savaşına girmeye kalktı. Tasarının iman yönü şuydu, “Devlet, gençlerin sağlıklı ve dengeli gelişimi için, her seviyedeki okulda, her dine mensup öğrenciler için ibadethane alanı kurmakla yükümlü olacak”. Tasarının edep yönü ise porno yayıncılığına ve gece hayatına yönelik getirilen kısıtlamalarda kendini gösteriyordu.


AKP’nin bilinçaltını göstermesi açısından Edibe Hanım’ın sonradan geri çekilen tasarısının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu tasarının AKP onaylamadığı için değil, şartlar henüz uygun olmadığı için geri çekildiğine inananlardanım. Dolayısıyla bu bilinçaltının ne zaman ve ne şekilde hortlayıp geri geleceğini hiç birimiz bilemeyiz. Sırf bu nedenle, bu bilincin, şartlar olgunlaştığında geri gelmesini önlemek için şimdiden bu konuyu ciddiyetle tartışmakta fayda olduğuna inanıyorum.


BUNLARI HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ? . Türkiye’de gençlerin yaşadığı ve çözülmesi elzem olan çok büyük sorunlar var. Edep ve iman sorununa fokus olmuş Edibe Hanım, her şeyden önce bir sosyolog olarak bu sorunları görmüyor mu? O görmüyorsa ben görüyorum ve Edibe Hanım’a soruyorum:


* Gençlerin ve çocukların hepsi okula gidebiliyor mu? Gidemeyenlerin ya da gönderilemeyenlerin okula gidebilmeleri için bir plan ve projeniz var mı?


* Öğrenciler okulda karınları acıkınca bir şeyler yiyebiliyorlar mı, yoksa dersleri aç karnına mı dinliyorlar?


* Okula eski bir çantayla gelen öğrencinin okula gıcır gıcır bir çantayla gelen öğrenciye karşı yaşadığı eziklik nasıl giderilir?


* Defter ve kalem almaya gücü yetmeyen öğrencilere bu konuda nasıl yardım edilir, bu ihtiyaçları nasıl sağlanır?


* Sınıflarda azınlıkta olan Alevi, sünnetsiz Hıristiyan, Musevi, Çingene, gay, aşırı kilolu ve aksanlı Türkçe konuşan Kürt öğrenciler, sınıf arkadaşlarının psikolojik tacizlerinden nasıl korunabilir?


* Öğrenciler eve geldiklerinde ders çalışacakları sıcak ve sessiz bir odaya sahipler mi? Her mahallede çalışma odaları inşa edilebileceği geldi mi aklınıza hiç?


* Öğrencilerin boş zamanlarını değerlendirebilecekleri ve içlerindeki o inanılmaz enerjiyi harcayabilecekleri spor tesisleri var mı? Okul dışında kendilerini geliştirebilecekleri kurslar almaya imkânları var mı? Yoksa bütün gün daracık apartman dairelerinde anne, baba ve kardeşleriyle birbirlerini bunaltıp, içlerindeki enerjiyi kavga ederek ve tartışarak mı dışa vuruyorlar?.. Ya da köşe başlarında gruplaşıp şiddet eylemlerine mi yöneliyorlar?


* Öğrencilerin, ailelerindeki ve çevrelerindeki bireyler tarafından cinsel tacize uğrayıp uğramadıklarını hiç merak ettiniz mi? Tacizi önlemek ve ilk, orta lise çağı öğrencilerinin kendi kendilerini koruması için anne ve babaların da katıldığı bir eğitim programı düşündünüz mü hiç?


* Öğrencilik dönemlerinin çok zor olduğunu siz de biliyorsunuz. Dolayısıyla okullarında onlara psikolojik danışmanlık hizmeti verecek yetkinlikte danışman kadrosu var mı?


* Okullarda, anne babalara, çocuklarla ilişkilerini nasıl ayarlamaları gerektiği konusunda tavsiye ve önerilerde bulunacak bir departman kurmayı düşünüyor musunuz?

Ama Edibe Hanım galiba siz haklısınız, yukarıdaki onca sorunla kim uğraşacak, bir sürü iş, bir sürü hamallık... Siz iyisi mi okullara ibadethane yapıp, çocuklara din aşılamaya çalışın, böylece kestirmeden bütün sorunları çözmüş olursunuz. Cennette de yeriniz ayrılır, yani zannedersem.

03.08.2008 - Taraf Gazetesi


İlginç değil mi hâlâ rüyalarımda Dersim’i görüyorum. New York neresi Dersim neresi… Dağların tepesine kurulmuş, sırtını Düldül tepesine dayamış güzel mi güzel, şirin mi şirin bir şehir Dersim. Dizinin tam dibindeki Munzur nehri, her zaman aceleyle ve köpürerek akıyor. Bu asabı bozuk nehir, biraz ileride, ince belli, sakin bir Kürt kızını çağrıştıran Harçik çayıyla buluşuyor. Neyse ki bu birleşme Munzur’un maço karakterini birazcık yumuşatıyor.


Munzur’un oluşturduğu dar vadinin her iki yanı meşe, söğüt ve meyve ağaçlarıyla dolu.


Sıcak bir günün öğlen arası, tek başıma oturmuş elimdeki sandviçi yiyorum. Dalmış gitmişim, derken Manhattan’daki gökdelenlerin arasından yukarıya doğru havalanıyor, gökyüzüne yükseliyorum... Sandviç mi zehirledi, öldüm mü ne. Bu yazıyı yazdığıma göre hâlâ hayatta olmalıyım. Durun, göğe yükselme olayının devamını getireyim. Sahiden uçuyordum. Uçarak okyanusları ve dağları aşıp Dersim’e vardım. Zaman ayarlı bir uçuş değil bu. Eskilere gitmişim. 1970’lerin sonuna. Pamuğumsu yaz bulutlarının üzerine yüzükoyun serilip, başımı uçtan sarkıtarak aşağıda olan bitenleri gözetliyorum. Kıyıda bir yerlerde, bir grup çocuk ağaçların serin gölgesine sığınmış, hummalı biçimde çalışıyor. Amaçları söğüt dalından olta yapmak.


Tam bir ekip çalışması içindeler. Ali Ekber Diribaş, içlerinden en usta olanı, diğerlerine işin inceliklerini öğretmeye çalışıyor. Kardeşi Muzaffer, şimdiden toprağı eşeleyip, yem olarak kullanılacak solucanları “Evet” yağlarının sarı renkli boş tenekesine dolduruyor. O’nun ikide bir elinin tersiyle burnundaki sümüğü temizlemesi, Devrim’i sinir ediyor. Muzaffer de Devrim’in sürekli osurmasına sinir oluyor. Yediği ezik eriklerin etkisine engel olamayan Devrim, çözümü gidip biraz ilerdeki minik su göletine kıçını daldırmakta buluyor, ardından da suyun üzerinde oluşan ve sonu bir türlü gelmeyen hava kabarcıklarını sayıyor: 1, 2, 3,… 14,… 28,… İnan ise bir süre sonra sıkılıp gruptan ayrılıyor ve bir başka minik gölete yönelip, kıyısına çöküveriyor. Elini suya daldırarak jet hızıyla hareket eden yavru balıkları yakalamaya çalışıyor.


Küçük bir kaz sürüsü gürültü yaparak çocukların arasından geçiyor.


Nihayet, suyunun soğukluğuyla meşhur Munzur’un lezzetli alabalıklarını yakalamak için oltalar hazır. Eğer iyi bir balık yakalarlarsa annelerini sevindirecekler. Akşama güzel bir yemek yiyecekler, sebze yemeklerinden bıkmışlar çünkü.


O çocukların arasında ben de varım, yani arkadaşlarımın seslenişiyle Xıdo. Henüz ilkokul 4. sınıfa gidiyorum. Üzerimde ıslak beyaz bir don var. Gülnaz ablamın, plastik leğende, Omo’nun etkili temizlik gücüyle çitileye çitileye yıkayıp bembeyaz ettiği donun rengi, gün içinde beyazlıktan çıkmış bile. Neyse donu boşverelim. Oltam tamamlanınca aniden yerimden fırlayıp koşa koşa nehre gidiyorum. Ayaklarım serin suya değince misinamı nehrin ortasına vın diye fırlatıyorum. Balıklara sesleniyorum, “şimdi yandınız güzelim”.


Dersim kentini çok seviyorum, orada çok mutluyum, Munzur nehrini seviyorum, nehrin etrafındaki bahçeleri seviyorum, dere kenarlarında sıralanan ve dalları Bob Marley’in saçları kadar gür ceviz ağaçlarını seviyorum, oraların yumuşak başlı insanlarını seviyorum, çünkü onlardan Alevi olduğumu saklamak zorunda değilim, herkes Alevi zaten. Köylerdeki ormanlara ise aşığım, aşığım da aşığım.


Bu ormanları görebilmek için türlü numaralara başvuruyorum. Köylerden gelin getirmeye giden düğün konvoylarına katılan minibüslerin içine gizleniyorum. Yollar ormanların içinden geçiyor, yol bitince yolculuk katır sırtlarında veya yaya olarak devam ediyor. Ormanların kıyısındaki köylere gidiyoruz…


Ormanı ilk Dersim’de görmüştüm. Ormana adım attığınız anda başka bir dünya başlıyor; serin havası, çeşit çeşit yaban hayvanları, bülbül sesleri, güzel kokulu bitkileri, yaban armutları, buz gibi kaynak suları, belki cinleri ve perileri...


Peki bu ormanlar şimdi ne âlemde? Duyduklarıma göre artık yerlerinde yeller esiyor. Peki, keçiler mi yedi bitirdi, yok… Peki orman siyasal baskılardan bezip yürüdü ve Kanada’ya iltica mı etti, yok… Peki müteahhitler söküp yerine apartman mı dikti, yok… O halde ne oldu? Tabii ki yandı bitti kül oldu. Peki, kim yaktı? Ben de bilmiyorum, yani zannedersem bilmiyorum. Aslında, ben çok saf ve temiz kalpli bir insan olduğum için hep münasebetsiz piknikçilerden şüphe ediyordum, belki de ormana geziye çıkmış izcilerden de şüphe etmek lazım, bilemiyorum. Bazen de aslında bir şeyler seziyorum ama başıma iş açmayayım diye “göremiyorum Cüneyt-duyamıyorum Hülya” numaralarına yatıyordum. Ta ki bir gün üç Hollandalı akademisyenin hazırladığı çalışmayı okuyana ve iyice ikna olana kadar. Onların “Türkiye’nin doğusunda, isyan bastırma yöntemi olarak orman yakımı” adını taşıyan çalışması, bana bir anımı hatırlatmıştı.


Yıllar önce Süleyman Demirel ve Halis Toprak’la birlikte Diyarbakır Lice’ye, Toprak Holding’in kurduğu mermer fabrikasının açılışına gitmiştik. Herkes Demirel’in konuşmasını dinlerken, ben başka âlemdeydim: O’nun söylediği basmakalıp, hiçbir samimiyet içermeyen, bir cümlesi diğerini diğeri ötekini inkâr eden, nereye çekseniz oraya gidecek kadar sakızlı laflarını dinlemekten sıkıldım. Tıpkı yavru bir dağ keçisi gibi takım elbiseli beylerin arasından, kendime yol aça aça, kalabalığın dışına çıktım. Yerli halkın arasında dolaşıyor, onları dinlemeye çalışıyordum. Bir gence sormuştum, “Bu yamaçlar çok çıplak, hiç mi ağaç yetişmez”. Cevabı şu olmuştu: “Oralar ağaç doluydu, hepsi yandı”. Devam ettim, “Peki niye yandı, şimşekten mi yoksa biri mi yaktı? O zamanlar çok tehlikeli bir soruydu bu, dolayısıyla o genç, cevabını sözcüklerle değil, gözlerindeki ifadeyle vermeye çalışmıştı? Dediğim gibi saf olduğum için anlayamamıştım, yani zannedersem anlayamamıştım.


Kürt illerindeki ormanların neden yandığının cevabını Joost Jongerden, Jacob van Etten ve Hugo de Vosadli adlı üç Hollandalı akademisyen açıkça veriyor. Bu üç fesat akademisyene göre, ordu, bir savaş taktiği olarak Kürt illerindeki ormanları yakıyor. Böylece PKK adına savaşan gerillaları daha rahat takip edebileceklerini hesap ediyorlar. Ordu yetkililerine saf saf sormak lazım, “Hakikaten öyle mi, cidden yakıyor musunuz? Peki, ormanlar yanınca doğanın dengesi bozulur diye hiç mi endişe etmiyorsunuz? Orman ürünlerine bağımlı yaşayan bazı Kürt köylüleri açlıkla yüz yüze gelmiyor mu, ormanı vatan bellemiş geyikler yanarak can vermiyor mu, ormana âşık çocuklar üzülmüyor mu, çıplak kalan toprak, yağmurlarla sürüklenip gerisinde sadece çorak ve verimsiz bir arazi bırakmıyor mu, bütün bunların hiç bir önemi yok mu? Önce vatan, vatanın selameti için yan vatan yan ha… Bu ne yaman bir çelişki.


Şimdilerde Taraf sayesinde öğreniyoruz ki Dersim’in yanı sıra Elazığ, Hakkâri, Siirt, Mardin, Bingöl, Diyarbakır, Şırnak gibi Kürt illerinde ormanlar cayır cayır yanıyor. Halk bu işin sorumlusu olarak piknikçileri değil, orduyu işaret ediyor. Zaten söndürmek için yangına müdahale bile edilmiyormuş. Halk da edemiyor, kurşunu alınlarının çatına yemekten korkuyorlar. Bu haberleri okuyunca kafayı yiyecek gibi oluyorum. Nasıl bir politika bu: ormanları yak çöle dönsün, vadileri doldur baraj gölüne dönsün, tarihî eserler su altında yüzsün, Kürtler yerinden yurdundan kopup yolla düşsün, per perişan olsun…


Ordu her tarihte ordu, devlet ise her tarihte devlet. Dolayısıyla, orman yakmak da geçmişte pek çok ordunun denediği vahşi bir savaş taktiği. “Düşman” canına rahatlıkla kıyabilenler, düşman topraklarındaki ormana da rahatlıkla kıyabiliyorlar. Ancak bu devirde, hem de kendi vatanındaki ormanı yakıp, hayatı kendi halkına zindan eden ordu örneği başka bir yerde var mı bilmiyorum.


Georgetown Üniversitesi’nden J.R. McNeill’in Ormanlar ve Savaş adlı araştırmasına göre ormanları içindekilerle birlikte cayır cayır yakma konusunda Amerikan ordusunun sicili çok bozuk. Amerikan ordusu, Vietnam savaşında ormanların derinliklerinde gizlenen Vietkonglar’la bir türlü başedemeyip, çareyi onların üzerine Napalm bombası atmakta buldu.


Bu kararla birlikte tonlarca bomba yağdı Vietnam üzerine. İşi öyle abarttılar ki, 2. Dünya Savaşı’nın bütün cephelerinde atılan bombadan daha çok bombayı Vietnam’a attılar. Bir çeşit alev bombası olan Napalm’la güzelim yeşil ormanlar hayalet ormanlara dönüştü (YouTube’dan “Vietnam Napalm” diye arayın, bu bombanın nasıl işlediğini izleyin). Hayvanlar da insanlar da cayır cayır yandı. 1965-73 yılları arasında 22 bin kilometrekare orman yandı, bu oran ülkedeki tüm ormanların yüzde 23’ü demekti. Ancak uzun vadede bu bombalama sivil halkın nefretini daha da arttırdı ve bu nefret Amerikan ordusuna koca bir yumruk olarak geri döndü.


Tarihteki bütün sinir bozucu imparatorluklar gibi, hükümranlıkları boyunca, sağı solu, aşağıyı yukarıyı işgal etmekten geri kalmayan ve yüzölçümü olarak şiştikçe şişen Romalılar da orman yakma konusunda pek ustaydılar. Romalı yazar Lucretius, askerlerin orman yakmasının arkasındaki gerekçeyi şöyle özetliyordu: “etrafı aydınlatarak düşman birliklerini yakalamak”.


Nitekim Romalılar Galya ve Britanya’da planlı olarak pek çok orman yaktılar. Yine Avrupa’da süren 30 yıl ve 100 yıl savaşları sırasında özellikle Fransa ve Belçika’daki ormanlar çok tahrip oldu. 1. Dünya Savaşı’nda da aynı tahribat yaşandı.


Çin imparatorları da orman yakmayı bir çeşit düşmanı kolayca dize getirme taktiği olarak kullandılar. Ming ve Qing hanedanlıkları döneminde Guizhou bölgesindeki etnik azınlığı sürmek için bu yola başvuruldu. Bu bölge dağlık ve ormanlıktı. Hanedanlık, yerel yönetim karşısında her defasında bozguna uğrayınca, çareyi doğaya saldırmakta buldu. Ormanlar yakıldı, yollar açıldı, buna rağmen o bölgeye hâkim olmak Çin hanedanlığının iki yüzyılını aldı.


İmparatorluk Rusyası da eski Çin’in taktiğini aynen uyarladı. Kuzey Kafkasya’da, 1760’larda başlayan gerilla ayaklanmacılarını bastırmak için önce ormanları ortadan kaldırdılar.


1920’lerde başlayan Rif savaşında ise İspanyollar ve sonradan işin içine giren Fransızlar, Fas’ın kuzeyinde, güzelim sedir ormanlarını bombalayarak yaktılar. 1944-49 yılları arasındaki Yunan iç savaşında da benzeri manzaralar yaşandı. Komünist savaşçılar, ülkenin kuzeyindeki ormanları bir sığınma kalesi olarak kullandılar. Amerika ve İngiltere destekli Yunan ordusu, komünistlere yuva olan ormanları Napalm bombasıyla yakmakta hiç bir sakınca görmedi.


Her neyse, bu eski savaş âdetinin hayaleti şimdi Kürt illerinde dolaşıyor. Ama size bir şey söyleyeyim, Xıdo bu işe çok kızgın.

27.07.2008 - Taraf Gazetesi


Kimseyi hor gördüğüm sanılmasın. Sadece söylemek istiyorum, söyleyeceğim de: Türkiye’deki erkekler, saçlarını taramaktan neredeyse kafa derilerini yüzüyorlar ama nedense vücutları konusunda aynı özeni göstermiyorlar. Allah ne verdiyse onunla idare ediyorlar: omuzları dar, kolları ince. Yaş biraz ilerleyince göbek de çıkıveriyor. Bu aşamadan sonra vücudun nasıl bir şekil aldığını siz benden daha iyi biliyorsunuz.


Ben kızların yerinde olsam, bir organizasyon kurar, bütün diğer kızlarla birlikte erkekleri veto ederdim, ta ki vücutlarına çeki düzen verene kadar. Dost-ahbapla sohbet ederek harcanan zamanın yüzde 10’unu koşarak harcasalar, vaziyetleri böyle olmayacak. Vurgulamakta yarar var; spor yaparak vücudunu geliştirme konusunda galiba genç kuşak gay erkekler daha gayretli ama onların da kızlara bir faydası yok.


Şimdi, ben ne haldeyim onu size söyleyeyim. Ağzımdan çıkanları duyunca diyeceksiniz ki “dinime küfreden bari Müslüman olsa”. Deyin bakalım… İki ay öncesine kadar, “Allah bağışlasın” dedirtecek ölçüde kocaman bir göbeğe sahiptim 1,5 yıl boyunca spora ara vermenin cezasıydı bu. Aslında omuzlarım, kollarım ve göğüs kafesim fena değildi ama göbek vardı işte..


Her şeyin farkındaydım, insan içine çıktığımda, eskiye oranla daha az kişi beni kesiyordu... Fakat bütün bu sosyal yan etkiler, göbek sorununa el koymam konusunda bende en ufak bir kıpırtıya yol açmadı. Fakat günün birinde, internette, Ahmet Altan’ın boydan çekilmiş bir resmini görünce her şey değişti. Çok açık saçık belliydi ki Ahmet Bey’de bir gram yağ, bir santim göbek yoktu. Allah allah, bu yaştaki insana bak, ben yaştaki insana bak… Onu öyle görünce kıskançlıktan burnumdan dumanlar çıkarmaya, ardından sağ ayağımla toprağı eşelemeye başladım. Nasıl oldu hatırlayamıyorum, kendimi bir anda New York Sports Clubs’da (NYSC) buldum, sanki oraya ışınlanmıştım.


Bu spor kulübünde, aylık 74 dolar ödemeyi kabul ettiğim 1 yıllık bir kontrata imza attım. Ayranım yok içmeye ama ne yapayım, ben de böyleyim işte, harcamaktan elimde üç kuruş birikmiyor, Böyle giderse sonum Cahide Sonku gibi olacak. O hiç değilse otel odasında ölmüştü, zannedersem ben sokakta öleceğim. Amaaaan ölürsem öleyim.


Benim katıldığım NYSC şubesi yeni açılmış. Her şey pırıl pırıl, yer geniş. Her koşu, yürüme ve merdiven bandına bağlı kişiye özel küçük televizyon ekranları var, koşarken kulaklığınızı takıp istediğiniz kanalı izliyorsunuz. Benim umurumda değil gerçi, çünkü ben bu aletleri kullanmıyorum, daha çok ağırlık kaldırıyorum, bazen saunaya girip ter atıyorum.13 sokak ötede yer alan bu spor salonuna gitmek için koşuyorum. Eve dönüşte yürüyorum.


Eee sıkı çalışmamın karşılığını iki ay sonra aldım. Göbek neredeyse kayboldu, bunun üzerine Kadir bana önünde Batman amblemi olan daracık bir tişört hediye etti. Ben de yeni tişörtümü göbeksiz vücuduma geçirip, hemen bir vapur gezisi partisine katıldım, kendimi dosta düşmana göstermeliydim.


Arkadan çarklı, eski ama şirin bir buharlı nehir vapuruyla yapacaktık bu geziyi. Vapurumuz Chelsea’deki iskeleden kalkacak, Manhattan’ın güney burnunu, yani Financial District denilen kısmı dolaşıp, Ellis adasının önünden, Doğu nehrine geçecekti.


Ahhh ahhh. Bir zamanların en gözde, en güvenilir, en romantik ve en hızlı yolcu taşıma aracı olan vapurlardan geriye kala kala, turistik gezi amaçlı kullanılan bir kaç vapur kalmış. Oysa eskiden bu nehirlerin üzerinden vızır vızır yolcu vapurları geçermiş. Hele 1861’de hizmete giren The Mary Powell adlı bir vapur varmış ki görenleri kendine âşık edermiş. O’na Hudson nehrinin kraliçesi derlermiş. O güne kadarki buharlıların en sükselisi, en şıkı, en hızlısıymış.
Bu kraliçe, tam 55 yıl boyunca Hudson üzerinde fing atıp durmus.


New York’ta nehir üzerinde ilk buharlı gemi ile yolcu taşıma işi 1807’de başlıyor. Seferler New York ile Albany arasında yapılıyor. O zamanlar vapur ulaşımı Robert Fulton’a ait şirketin tekelindeydi. Ancak 1824’te bu tekel kırılıyor. Rekabet hareketlilik getiriyor ve işler hızla büyüyor: Nitekim 1819’larda sekiz buharlı gemi varken, 1840’a doğru bu sayı 100’ün üzerine çıkıyor. The Erie, Champlain, Delaware-Hudson kanallarının açılmasıyla, buharlı gemiler, yolcu ve yük taşımacılığı için daha da ucuz araçlar haline geliyor. The Erie kanalı, tahıl ambarı olarak bilinen Orta Batı (Midwest) bölgesinin tarım ürünlerinin New York’a ulaşmasını sağlıyordu. The Delaware-Hudson kanalları ise Pennsylvania kömürlerini şehre ulaştırıyordu.


Çok eskilere daldım, afedersiniz. Günümüze dönüyorum hemen. Vapurumuz Chealse’deki iskeleden hareket etti. İçindeki insanlar pek bir rahattı. Pek çok erkek tişörtünü çıkarmış, ben de çıkarmak istiyorum ama utanıyorum . En sonunda nasıl oldu hatırlayamıyorum üzerime kazayla bira döküverdim, Hay allah, ne fena. O ıslak tişörtü üzerimde taşıyamazdım, dolayısıyla çıkarmalıydım, nitekim çıkardım da. İyi ki de çıkarmışım; başkaları tarafından hayranlıkla süzülmek ne güzel bir duyguymuş; yeniden hatırladım.


Ben deniz, Bill, Edward, Jorge ve diğerleri vapurun en ön güvertesindeyiz, serin serin... Doğu nehrine girmek üzereyken nehirdeki şelaleler göründü, hepimiz çok heyecanlanmıştık. Suyun içinde şelale deyince, gerçek şelale sanmayın. Gerçek bir şelaleye benzetilerek yapılmış yapay bir şelaleden söz ediyorum. Aslında bu bir sanat projesi. İzlandalı sanatçı Olafur Eliasson tarafından gerçekleştirilmiş Toplam dört tane olan ve 90 ile 120 foot (1 feet 30,48 cm, siz hesaplayın artık) yüksekliklerinde olan bu şelaleler, belediyeye 15 milyon dolara malolmuş. Nehrin içine kurulmuş demirden bir inşaat iskelesi düşünün, o iskeledeki borular yukarıya su taşıyor ve sonra su o yükseklikten aşağıya nehre düşüyor, Şelaleler sabah 7’den akşam 10’a kadar her gün çalışıyor. Belediye başkanımız Bloomberg, bunun şehre 50 milyon dolarlık katkı sağlayacağı görüşünde. Çünkü turistler sırf bunları görmek için şehre akın ediyor. Aydınlatma için kullanılan lambalar güneş enerjisiyle çalışıyor, suyu yukarıya çıkaran pompaların çalışması için gerekli enerji ise nehirdeki akıntıdan elde edilen enerji.


Ben özellikle Brooklyn köprüsünün ayaklarının dibindeki şelaleyi çok beğendim, hava kararınca daha da güzel gözüküyor. Vapur, Governor adasına yaklaşınca, Bill herkesin şelalelerle ilgili bir düş kurmasını istedi. Bende düşten çok ne var, ilk ben başladım zaten. Düşüm şuydu: Şelalenin yüksekliği Empire State binasının yüksekliğiyle eşitleniyor. Ortaya çıkan yeni şelalenin tam tepesine çıkıyorum, üzerimde bir tek mayo var, kaslarım dört kat daha büyümüş. Şelaleden tarihî bir rekor denemesi atlayışı gerçekleştireceğim. Herkes başaracağıma o kadar inanmış ki daha atlayış yapmadan boynuma sıra sıra altın liralar takmışlar. Bütün New York toplanmış, beni izliyor. Düdük sesini duyunca hop diye atlıyorum, yer çekimine meydan okurcasına yavaş yavaş, tıpkı bir yaprak gibi düşüyorum nehre. Bu arada beni çekmek için yarışan TV kameramanlarına el bile sallıyorum düşerken. Sonra aniden dev bir kuş beliriyor, hızla yaklaşıyor ve beni gagasına aldığı gibi güneşin battığı yöne doğru uçuyor. Bütün liralarım dökülüyor. Dolayısıyla ne New York şelalesinden atlayabiliyorum ne de dökülen liralarımı toplayabiliyorum. Ortalık inanılmaz derecede karışıyor, herkes, hatta başkan Bush bile “Hıdır’a ne oldu? Çabuk Onu bulun getirin!” diye emirler yağdırıyor. Solcu sinemacı George Clooney ise “Hıdır olayı, ülkeyi mahveden Bush rejiminin ihmalkârlığının yeni bir örneğidir, ya O’nu bulursunuz ya da bu ülkeyi terk ederim” diyor.


Bu manasız düşe kendimi öyle kaptırmışım ki şarkı söylerken gözlerini kapayan sanat musikisi sanatçısı Nesrin Sipahi gibi ben de gözlerimi kapamışım. Gözlerimi tekrar açtığımda ise etrafımda kimse yoktu, bizimkiler vapurun üst güvertesine çıkmış, diğer yolcularla birlikte dans ediyorlardı. Hay Allah…


*** *** *** ***


“YA SEV YA DÜZELT”


Bizdeki “Ya sev ya terk et sloganı” (Leave it or love it) Amerika’da da çok kullanılıyor. Birileri bir şeyleri eleştirmeye kalktığında bundan gocunan milliyetçiler, hemen onların önünü kesmeye çalışıyor ve “kardeşim, ya sev ya terk et” diyorlar. Bu lafa sinir olanlarsa, “kardeşim, başlatma şimdi, ne severim ne de terk ederim, vatan sizin tapulu malınız mı, istediğimi söylerim” karşılığını vermekten kendilerini alamıyorlar tabii.


Good Magazine adlı yayın, milliyetçilerin bu meşhur sloganından yola çıkarak yeni bir slogan geliştirdi: “Ya sev ya düzelt” (Love it or fix it). Yani eğer ortada sevilmeye değer bir şey varsa otur ve sev, yok eğer yoksa o zaman onu sevilecek hale getir yani bozuklukları düzelt.


Bu sloganı yaratanlar 12 güzel sanatlar okulu öğrencisi. Hayatında reklamcılıkla haşır neşir olmamış bu öğrencilere Good Magazine adlı yayın için bir reklam kampanyası yapma projesi veriliyor. Öğrencilere göre reklam toplumu eğitmek için önemli bir potansiyel taşıyor. Bu nedenle amaçları reklam yaparken aynı zamanda belli bir konuda insanların gözünü açmak. Bu grup, çalışmaları sonucu “ya sev ya düzelt” sloganını buluyor. Çünkü Amerika’nın mükemmel olmadığını düşünüyorlar ama karamsar da değiller. Onlara göre bireyler bir şeyleri düzeltme konusunda aktif olurlarsa gelecek çok daha iyi olacak.


*** *** *** ***


“ALLAHIM NE OLURSUN OĞLUMU GAY YARAT”


Geçen gün Blossoms of Fire (Ateş Tomurcukları) adlı belgesel bir film izledim. Unutmadan hatırlatayım, bu belgeselin fragmanını YouTube’dan izleyebilirsiniz.


Ateş Tomurcukları, Meksika’daki Juchitan adlı bir taşra kasabasını anlatıyor. Ekonomik azgelişmişlik açısından bu kasabanın Anadolu’daki yoksul kasabalardan hiç bir farkı yok. Ancak Juchitan, zihniyet olarak çok ama çok gelişkin. Bu konuda bırakın Anadolu kasabalarıyla karşılaştırmayı İstanbul’la bile karşılaştıramazsınız, çünkü İstanbul’dan da ileri.


Juchitan’da hayatın her alanında hâlâ anaerkil toplumun izlerini görüyorsunuz. Yani kadınlar her konuda erkeklerden daha baskın ve daha aktif: ticareti onlar yapıyor, büyük kararları onlar alıyorlar. Her konuda onların sözü geçince, işler değişiyor tabii. Sonuç şu: Juchitan, diğer yoksul Meksika kasabalari gibi sokaklarını toz toprak götüren, bakımsız bir yerleşim birimi değil. aksine her yer gıcır gıcır ve bakımlı Sadece kasabanın görünümü değil, sosyal yaşam da farklı: insanları daha saygılı, daha hoşgörülü, daha açık fikirli ve daha rahatlar. Özellikle de gayler, ne karışanları ne edenleri, ne yargılayanları ne dövenleri, ne sövenleri ne hırpalayanları, ne şantaj yapanları ne de öldürenleri var. Canlarının istediği gibi yaşıyorlar. Hatta bu kasabada anneler çocukları gay olsun diye Allaha dua bile ediyorlar. Çünkü biliyor ki diğer evlatlar evlenip evi barkı terk edecek, kendi çoluklarının çocuklarının derdine düşecekler. Peki, gay evlatlar? Onlar ömür boyu anne babalarının yanında olacak, onlara hep el uzatacaklar.


Yukarıda demiştim ki Juchitan İstanbul’dan bile ileri. Biliyorsunuz yakın zaman önce İstanbul’un orta yerinde gencecik bir gay erkek katledildi. Ahmet Yıldız adlı bu gencin katlinin arkasında ise kendi öz ailesinin olduğu iddia ediliyor. Peki, aile niye böyle bir şey yapmış? Oğulları gay olduğu içinmiş her şey... Meksika’nın Juchitan kasabasında anneler “oğlum gay olsun” diye Tanrıya yalvarırken, bizde gay olduğu için oğullarının hayatını almaya hazır aileler varmış demek ki. Yazıklar olsun.