Sadece ekonomik değil entellektüel kalkınma da gerekli

Sayım Çınar

Medyatava adlı internet sitesinde yazdığı ilginç analizlerle dikkat çeken Hıdır Geviş ile Türk ve Amerikan medyası üzerine konuştuk. Bu anlamda yoğunlaştığımız konular ise şöyle sıralanabilir; Türk ve Amerikan medyasının yaşadığı sıkıntılar neler ve bu sıkıntılar nasıl aşılabilir? Türk medyası kendini global pazara hazırlamak ve bu pazarda güçlenmek için ne gibi adımlar atmalı? Gazete ve televizyonlar, reklâm geliri her geçen gün artan internet medyasına karşı hayatta kalabilmek için kendilerini nasıl bir dönüşümün içine sokmalılar? Dünya üzerindeki milyarlarca sıradan insanın her türlü katkısına açık olduğu için zengin ve her saniye yenilenen taze bir içerige sahip olan Youtube gibi sosyal paylaşım odaklı internet siteleri, içeriği, sınırlı bir kadro tarafından hazırlanan televizyon ve gazeteleri ne kadar zorluyor? Amerika'da özgürlükçü ve liberal düşünce akımları kendi medyalarını nasıl yarattı ve bu medyalar şimdi büyük yayın organlarını nasıl etkiliyor? Türkiye'deki siyasi ve ekonomik yapı entellektüel hayatı nasıl kısırlaştırıyor? Özgürlükçü bir Türkiye, dünyadaki rekabet gücümüzü ne kadar yükseltir ve bizi nasıl her konuda cazip bir ülke haline getirir? Bu soruların yanıtlarını öğrenmek istiyorsanız bu röportajı okumanız gerekiyor.

Önce Medyatava.com adlı internet sitesinde yazmaya başladınız. Daha sonra Taraf gazetesine geçtiniz. Biraz Hıdır Geviş'in hikâyesini anlatırmısınız?

Mayıs ayının 5'inden itibaren Amerika'da yedinci yılımı doldurdum. 7 yıl olmuş dile kolay.

Önceki güz, Boston'dan New York'a taşındığımda United Nation Development Busines (UNDB) adına dünyanın farklı ülkelerindeki medya kuruluşlarıyla ilişkiye geçmem gerekiyordu. Bu arada üzerinde çalıştığım bu proje için Türkiye'de de bir kaç medya kuruluşuyla bağlantıya geçtim. Böylece medya ile 7 yıl önce kesintiye uğramış olan ilişkim yeniden canlandı. Show TV'nin internet sitesinde haber müdürü olarak görev yapan Kenan Mendekli, kendileri için New York'dan yazı yazmamı istedi, kabul ettim. Çok geçmeden Cengiz Semercioğlu Medyatava'da yazmam için ısrar etti. Benden Amerikan medya dünyasında neler olup bittiğine ilişkin yazılar yazmamı istiyordu. O'nu da kabul ettim. Medyatava'yı biraz ilginç buluyordum, blog haberciliğinin ilk ve en başarılı örneğiydi Türkiye'de. Böyle bir yapıya destek vermek benim için büyük keyifti.

Ardından Haber 7'den sevgili Ünal Tanık, inanılmaz nazik bir üslupla "Analiz yeteneğinizi çok beğeniyoruz." deyince onlara da yazmaya başladım. Birden çok yere yazma konusunu biraz abartmıştım anlayacağınız. Eee burada, yani New York'da da mesayi yapmam gereken bir işim vardı. Ama aksatarak da olsa bu üç internet sitesine yazıyordum. Taraf için yazmaya başlayınca durumun içinden çıkamadım ve internet sitelerini iyice aksattım. Şimdi Taraf'a düzenli olarak haftalık Pazar yazıları yazıyorum, bu rutinin dışında yine Taraf'a haber-araştırma-yorum ağırlıklı yazılar da yazdığım oluyor. Gazete yönetimi ve editörüm Candan Pekdaş ile çok iyi bir ilişkimiz var. Taraf'dan şimdilik çok memnunum. Taraf çok başarılı bir gazete çünkü… Göreceksiniz, çok geçmez tiraj olarak da birinci ligde oynamaya başlar.

Kendime döneyim. Ben 7 yıl önce bir medya kuruluşunda gece haber müdürü olarak çalışıyordum. Ekonomi krizdeydi, bu krizden en çok etkilenen sektörlerin başında da medya geliyordu, çalıştığım departman için "Ha kapandı ha kapanacak…" söylentileri dolaşırken, o güne kadar rafta beklettiğim bir planımı uygulamaya koydum. Hazırlıklarımı yaptıktan sonra istifamı verip Boston'a taşındım. İste benim hikâyem.

Amerika'ya gitme kararı almanızın gerçek nedeni neydi peki?

Bu benim kendimle olan didişmemle ilgili bir şey. Hem kişisel olarak hem de mesleki olarak kendimi aşma isteği.

Gazetecilik mesleğine başladığımdan beri en büyük hayalim önce bana kendi düşüncelerimi daha rahat ifade etme imkânı sağlayacak bir zemin bulabilmekti, bu da köşe yazısı yazmak ile mümkün olabilirdi. Daha sonra da bir medya kuruluşunun yönetiminde yer alarak o kuruluşa kendi rengimi verebilmek.

Türkiye'deki medya dünyasından, medyanın kullanım biçiminden, medyadaki iç işleyişten çok memnun değildim. Bir medya kuruluşunu manage etmek bana kendi mesleki doğrularımı ispatlama imkânı verecekti. İşte buna kendimi hazırlamak istiyordum. Amerika'ya göç etmek bu hazırlığın bir parçasıydı. Orada dilimi geliştirme, farklı bir ülkenin insanlarıyla birlikte yaşama, birlikte çalışma, birlikte düşünme ve üretme imkânı buldum.

Yöneticilik kabiliyetimi geliştirmek istiyordum, bu nedenle gazetecilik alanında master yapmak yerine Boston'daki bir üniversitede Business Management masterı yapmayı tercih ettim.

Okuldan aldığım teorik eğitimle sınırlı kalmak istemedim. Eğitimim süresince Amerikan PBS televizyonunda ve Birleşmiş Milletler Genel Merkezi'nde çalıştım. Daha sonra da bir finans kuruluşunun business development bölumünde... Bütün bunlar hiç kolay olmadı, öyle yerlerin kapasından içeri girmek zor, hele de belli bir yaştan sonra... Ben kendi zamanımdan çok yedim ve çok çalıştım. Yaşımın ilerlediği düşünülürse büyük bir kariyer riski aldığımı söyleyebilirim.

Amerika tecrübesi elbette benim vizyonumu çok değiştirdi. Artık dünyaya, kendi ülkeme ve medyaya çok farklı baktığımı itiraf etmeliyim.

Bu yeni vizyonunuzla Türk medyasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Medya kuruluşlarının, tıpkı dışa açılan Sabancı ve Koç şirketleri gibi kendilerini uluslararası rekabete açması ve bunun için de ciddi bir hazırlık yapması gerektiğine inanıyorum. Aksi halde ileride bu sektör onlar için verimsiz ve kârlı olmayan bir alan haline gelecek. Türkiye'deki korunaklı medya ortamında medya kuruluşları sahipleri biraz rahat davranıyor. Artık uluslararası kaliteyi yakalamaya çalışmalıyız. Dizi hazırlıyorsak bunu nasıl başka bir ülkeye de satabiliriz, ya da nasıl bir dizi yapalım da bunu Rusya'da yaşayan insanlar da izleyebilsin, diye düşünmeliyiz. Bir yarışma programı ya da bir araştırma, haber belgeseli hazırlıyorsak hesabımızı yine aynı şekilde yapmalıyız. Bu tür üretimler konusunda dışarıdan beyin göçüne de açık olmak gerekiyor; senaryoyu ille de Türkiyeli bir senaristin yazması şart değil, Ürdün'de daha yetenekli bir senarist varsa o senaristi kullanabilmeliyiz.

Ayrıca iç politikaya gömülmüş ve sayfalarını dış haberlere verme konusunda cimrilik yapan gazetelerin de bu tavırlarını biraz değiştirmesi gerektiğine inanıyorum. Dünyada neler oluyor, neler tartışılıyor, insanlar hayatı nasıl yaşıyor... Bence Türkiyeli okurlar bu konuda çok meraklı ama medya bu meraka yeterince cevap veremiyor. Dış haberlerin ille de asık suratlı politik haberlerle işgal edilmesi gerekmiyor, hayatın bir sürü yönü var.

Gazeteler belli yabancı başkentlerde temsilcilik bulunduruyorlar. Bence dünyanın en büyük ve en canlı metropollerinde, iyi yetişmiş tecrübeli gazeteciler bulundurulmalı. Başkent haberleri, örneğin Washington haberleri, çok sıkıcı, çok ciddi, çok spesifik ve halkın değil profesyonel olarak siyaset dünyası içinde yer alanların ilgisini çeken konular. Çok resmi konular çünkü. İnsanların merak ettiği şeyler ise dünyanın büyük kentlerindeki sosyal hayat ve kültürel yaşam. İstanbul basını işin bu yönünü çeviri haberlerle kotarıyor. Oysa Türkiye medyası, bu tür haberleri birinci elden, kendi muhabirleri aracılığıyla okurlarına yansıtmalı. New York, Montreal, Los Angeles, Tokyo, Pekin, Bombay, Meksico City, Rio de Jenerio'da temsilcilikler açılmalı ya da temsilci bulundurulmalı... Bu tür bir dış haber ve dış temsilcilik anlayışının gazetelere daha çok okur, televizyonlara da daha çok izleyici getireceğine inanıyorum.

Düşünün bir Wall Street de bir kriz oluyor ve bu kriz Türkiye ekomisini anında vuruyor. Nedir bunun anlamı? Bunun anlamı ekonomik olarak dünya ülkeleriyle çoktan nişan yüzüğünü takmışız bile. Aynı nişanlılığı sosyal alanda da dünya ile bir nişanlılığa çevirmeliyiz. İşte bu noktada medyanın her şeyden önce kendi varlığını devam ettirebilmek adına bu misyonu bir ucundan üstlenmesi gerekiyor. Maalesef Türkiye medyası biraz fazla ülke içine gömülmüş bir sektör, başka bir deyişle yorganı üzerine çekmiş, öyle nefes almaya çalışıyor. Bu nedenle kendini de ülkeyi de çok bunaltıyor, medyanın sanırım biraz taze hava teneffüs etmeye ihtiyacı var. Bunun yolu da dünyaya daha fazla açılmak.

Peki, bu nasıl olacak?

Bütün bu adımlar, iyi yetişmiş, kendini sadece Türkiyeli değil aynı zamanda dünyalı olarak tanımlayan kozmopolit mentaliteye sahip kadroların yapabileceği bir şey. Ben bu tür kadroları oluşturmanın çok da güç olmadığını ve sadece bir niyet meselesi olduğunu düşünüyorum.

Bu noktada iş biraz medya patronlarına ve yöneticilerine düşüyor. Bakın, basın sektöründe, bu işi asıl sırtlayan editör ve muhabir kadrosuna neredeyse hiç bir yatırım yapılmıyor. 15 yıl önce Türkiye'deki şirketler arasında bir Toplam Kalite modası başladı. Bu furyada finansdan, ağır sanayiye pek çok şirket, kendi çalışanlarının eğitimi ve verimliliğinin arttırılması için büyük yatırımlar yaptı. Medya sektöründeki büyük basın kuruluşları da ISO'nun verdiği bu kalite sertifikalarını aldılar. Ancak medya kuruluşlarının aldığı belgeler süslü birer kağıt parçasından başka bir anlam taşımıyordu. Çünkü bu belgeyi almak için gerekli hiç bir kriter yerine getirilmemişti. Örneğin bu kuruluşlarda, ürün kalitesinin yani haberin nasıl daha sağlıklı, doğru, detaylı, işlevsel, etkili, anlaşılır bir dille üretimine dair bir tek toplantı, tartışma ve yöntem araştırması yapılmadı ve uygulanmadı. Bir haberin üretiminden, en son şeklini alıncaya kadar geçirdiği prosesin nasıl işlemesi gerektiğine dair tek bir değisiklik olmadı. Bu proses zincirinde yer alan görevlilerin nasıl verimli hale getirileceğine dair de hiç bir yeni düşünce ya da uygulama söz konusu olmadı. Belki son ürün olan gazetelerin dağıtımı konusunda Toplam Kalite kuralları uygulanmış olabilir. Onu da ben bilmiyorum.

Size bir anımı anlatayım. Bostonda GRE sınavı için gittiğim kursda, Ming adlı Tayvanlı bir sınıf arkadaşım vardı. Bu kızcağız da gazeteciydi ve Boston'a çalıştığı medya kuruluşu tarafından gönderilmişti. Bütün masrafları bu kuruluşca karşılanıyordu. Ming önce 1 yıl boyunca ingilizce kursu almış ve o sırada Emerson adlı iletişim konusunda uzman bir okulda 2 yıl boyunca gazetecilik masterı yapmak için GRE sınavına hazırlanıyordu. Bu iki yılın tonca masrafinı da Ming'in bağlı olduğu medya kuruluşu ödeyecekti. Ming'in anlattığına göre bu basın kuruluşu, aynı yıl içinde 12 çalışanını yurt dışına okumaya göndermişti. Üçü Almanya'ya gitmiş, 3'ü Fransa'ya, 3'ü İtalya'ya ve diğer 3'ü de Amerika'ya. Tayvan dediğiniz, 22 milyon nüfusa sahip el kadar ülke, eti ne budu ne ama insana yaptığı yatırımı görüyor musunuz? Hangi Türkiyeli medya kuruluşu muhabirlerine ve editörlerine böyle bir yatırım yapmış söyleyin. Lüks binalar yapıp içini İtalyan ofis mobilyalarıyla döşemekle iyi gazete çıkarılmaz. Bu karnı açken Dolce Gabbana'dan gömlek giyinen insanların düştüğü duruma benziyor.

Neyse konunun bu yanını fazla uzatmayayım.

Bakın gençler artık Youtube izliyor. Bu, medya sektörünün nereye gideceğine ilişkin çok önemli bir göstergedir. Bu gençler, televizyonda aynı showun her defasında değişik versiyonlarını izlemektense, dünyanın dört bir yanından insanların kendi başlarına veya bir kaç arkadaşlarıyla ürettikleri görüntüleri, gösterileri, showları, belgeselleri izliyorlar. Bunlar daha ilginç geliyor. Çünkü daha yaratıcı. Milyonlarca insanın kendi kişisel yaratıcılıklarını gösterdikleri bir mecra Youtube. Bu nedenle daha eğlenceli, daha çeşitli ve daha ilgi çekici şeyler var. Üstelik dil farkına rağmen herkes aynı şeyleri izleyebiliyor. Bu arada bu noktada bir parantez açmak istiyorum. Ben büyük gazetelerin internet yöneticilerinden biri olsaydım. Youtube'daki malzemeyi türlerine göre sınıflandırır ve Türkçe alt yazı ile kendi web sitemde yayınlardım.

Demek istediğim şimdi durum böyleyse bir 10 yıl sonra ne olacak siz hesap edin. Belki de gençler, televizyonu ilkel ve kısır bir eğlence aracı olarak görüp, düğmesine bile basmayacaklar, gazetelerin ise sayfasını çeviren insan kalmayacak. Medya bu gelişmeye kendisini hazırlıyor mu?

Bazı rakamlara baktığınızda hayatın internete kaydığını görmeniz hiç de zor olmayacak. Günümüzde ekonominin önemli bir bölümü internet üzerinden dönüyor ve bu oran her geçen gün hızla artıyor. Örneğin 2007 yılında, Amerika'da internet üzerindeki perakende satış miktarı 175 milyar dolardı. 2006 yılı rakamlarıyla kıyaslandığında yüzde 21'lik bir artış olduğunu görüyoruz ki, bu çok önemli bir artış. Nitekim 2008 deki satış rakamının 200 milyar dolar olması beklenirken, 2011 yılında bu beklenti $300 miyar dolar civarında.

Ekonominin internete kayması reklam harcamalarını da etkiliyor. Şirketler artık internete önemli bir mecra olarak bakıyor ve bu mecraya yaptıkları reklâm harcamalarını her geçen yıl önemli ölçülerde arttırırken televizyon, gazete ve radyoya yaptıkları harcamaları düşürüyorlar. Çünkü bu mecraya verdiğiniz reklamları ölçebiliyorsunuz. O reklamı kaç kisinin gördüğünü ya da izlediğini biliyorsunuz. Bu da reklam veren için önemli bir avantaj. Örneğin TNS Media Intelligence'ın raporlarına göre 2007 yılının ilk üç ayında internet reklâm harcamalarında geçen yılın aynı dönemine göre 16,7'lik bir artış gerçekleşmiş. Buna rağmen televizyon reklam harcamalarında eksi 2.7 oranında bir düşme yaşanırken, bu oran gazetelerde eksi 4. 7 oranında, radyoda ise eksi 2.1 oranında olmuş.

Türkiye'deki gazetecilik örgütleri ise bu gidişatla ilgili bir şeyler yapmak konusunda reflekssiz. Örneğin Amerikan Profesyonel Gazeteciler Birliği'nin web sitesine bakın, gazeteciliğin teorisiyle ilgili yüzlerce makale yayınlanıyor bu sitede. Bu makaleler hem okurları hem de gazetecileri eğitmeye yönelik. Ayrıca Yurttaş Gazeteciliği'yle ilgili olarak sıradan insanları internet üzerinden eğitiyorlar. Batıda artık CNN ve Reuters bile yurttaş gazeteciliğinden yararlanmaya çalışıyor. Teknoloji artık her şeye imkân veriyor. Örneğin düşünün her ilde size gönüllü haber gönderen, o ilin yerlisi üç dört kişi var. Bunlar o ilde ilginç bir gelişme olduğu vakit, cep telefonuyla resimleri ya da videoyu çekip İstanbul'a merkeze yolluyorlar. Bilgileri de yine cepten yazıp gönderiyorlar, siz de elinize geçen bu haberi sıcağı sıcağına yayınlıyorsunuz. Fena mı olur yani? Çünkü basın nasıl dış haberler konusunda sadece belli yabancı şehirlere odaklanmışsa, iç haberler konusunda da İstanbul ve Ankara dışına pek çıkamıyor. Oysa bu alışkanlığı kırmanın sırası geldi de geçiyor bile. Bunu yapmanın da iki yolu var; ya yurttaş gazeteciliğini örgütleyeceksiniz ya da bütün yerel TV, radyo ve gazetelerle masaya oturup bir network ağı kuracaksınız. Bunu yapacak gazete ve televizyon, rekabet gücünü 10'a katlar.

Bu arada hemen muhalif sol ve liberal-özgürlükçü gazeteler için bir öneride bulunayım. Örnegin Birgün gazetesi ya da Taraf gazetesi kâğıt baskısı çok satan gazeteler değiller. Oysa kâğıt baskı için harcadıklarının çok az bir miktarını internet sitelerine harcadıkları vakit, internet üzerinden harikalar yaratabilirler. Her iki gazetenin de çok sıkı taraftarları var. Sadece Taraf'ın Facebook'daki taraftarı 2 binlere dayanmak üzere. "Bu taraftarlar nasıl değerlendirilebilir?" şeklinde bir soru ortaya atıldığında şöyle diyebiliriz: Bu taraftarların yaratıcılığını gazeteye katmak için Yurttaş gazeteciliği yöntemi kullanılabilir. İnternet, gazeteyle organik bağı olmayan sıradan insanların, gazeteye katkı sağlamasını çok kolaylaştıran bir mecra.

Düşünsenize yurdun her ilinden, her ilçesinden hatta köyünden Taraf'ın internet sitesine görüntülü haberler akıyor. Bu içeriği çok zenginleştirecek ve milyonları web sitesine çekecek bir gelişme olurdu. Çok ziyaretçi de daha fazla reklâm ve kârlılık anlamına gelir. Yurttaş gazeteciliği dışında yapılacak tonlarca şey var, onları da kendime saklıyorum.

Türkiye'ye dönüp kafanızdaki belli projeleri gerçekleştirmek istiyor gibisiniz.

Evet, istiyorum. Zaten şu an bir televizyon kanalında mizahi bir haber magazin programı hazırlayıp sunma projesi var, istediğim şartlar kabul edilirse döneceğim. Görüşmeler sürüyor, bakalım göreceğiz. Ben biraz dikkatli ve titiz davranıyorum, öyle de yapmak zorundayım. Çünkü burada da bir işim ve oturmuş bir düzenim var. Bu düzeni bozup gelmem için daha çok garantiye ihtiyacım var. Bunun yanı sıra epeydir üzerinde çalıştığımız wallstreetpioneers adlı bir finans sitesi var, bakalım...

Televizyon dünyasında kimlerle çalışmak istersiniz?

Her şey benim gönlümün istediğine kaldıysa, şöyle diyebilirim: Faruk Bayhan gibi bir televizyon ustasının yanında eğitim almak ve O'nunla çalışmak isterim. TV yayıncılığını ve bu endüstriyi A'dan Z'ye çok iyi bilen bir isim Faruk Bayhan. O'ndan, O'nun bildiklerinin yarısını kapsam, kendimi dünyanın en şanslı insanı hissedeceğim. Ayrıca Faruk beyle kafa kafaya verip, en sıradan insanlara bile televizyonda program yapma şansı tanıyacak bir sistem geliştirme konusunda fikir yürütmek istiyorum. Televizyonun klasik kalıpları bence yine bu klasik yapı içinden çıkan biri tarafından kırılabilir.

Genç kuşak okurlar, gayler, lezbiyenler sizi daha fazla okuyor. Yazılarınızda ilginç sosyolojik gözlemlere yer verdiğiniz gibi çok ciddi sosyo-psikolojik değerlendirmeler de var. Örneğin isimlerin imajı ile o ismi taşıyan bireylerin imajı arasındaki ilişkiyi ele aldığınız "Kızım Bacardi Kalk Bir Bardak Su Getir" başlıklı yazı, bir gazetede yazılabilecek en ilginç makalelerden biriydi. Siz muhalif bir yazarsınız değil mi?

Dürüst olmalıyım, ben bu kadar okunacağımı tahmin etmiyordum. Eskiden aldığım mektuplara cevap verirdim, şimdi hepsini cevaplamanın imkânı yok. Ama hâlâ belli bir disiplin içinde belli okurlarımla düzenli yazışıyorum. Onları çok önemsiyorum. Böylece nasıl bir okuyucu profilim olduğunu, onların beklentilerini, sorunlarını, beğenilerini öğrenmiş oluyorum. Okurlarımla arkadaş bile oluyorum. Ben insanlarla ilişkimde fazlasıyla easygoing'im. Bu nedenle karşı taraf da benle ilişkisinde kendini rahat hissediyor ve yazar-okur ilişkisi çok kolay ilerliyor.

Gay ve lezbiyenlerin internet sitelerinde, yazılarımdan çokca alıntılar yapılıyor. Bu da bana gurur veriyor, çünkü onlar tarafından beğenilmeyi çok daha fazla önemsiyorum. Toplumun en dinamik, en cesur, en mücadeleci, en muhalif, en kendini geliştirmeye açık ve en duyarlı kesimi olarak görüyorum gay ve lezbiyenleri. Türkiyeli Gay ve Lezbiyenlerin kendilerini gizlemektense giderek açılmalarını ve cinsel kimliklerini özgürce ortaya koymalarını da elimden geldiğince desteklemeye çalışıyorum.

Hayat çok kısa, herkes kendini yaşamalı, başkasını değil. Bu konuda medyanın hakkını da yememek lazım. Türk medyasının eşcinsellere karşı tutumu bence çok olumlu. Türkiyeli kadın ve erkek gayler politik mücadelelerinde basından tam destek alıyorlar bence. Bu da sevindirici.

Bunun dışında ben her zaman yaşadığım sorunlardan yola çıkarak yazı konusu seçiyorum. Yıllarca içime işleyip de dert olmuş, ifade edemedigim, kimsenin de ifade etmedigi meseleler üzerine yazmaya gayret gösteriyorum. Dolaysıyla bu da okuyucu kitlesinde bir karşılık buluyor, ilgi çekiyor, çünkü yeni şeyler söylüyorum. Ben köyden kente göç etmiş, bu iki ayrı dünyanın değer yargıları arasında sıkışmış ve buradan kendine bir değer yaratmaya çalışmış bir aileden geliyorum. Ancak Türkiye'de burjuvazinin sahip çıktığı Cumhuriyet rejiminin sentetik kültür ideolojisi, benim gibi bir sürü insanı kendi ekonomik durumundan, kendi kültürel geleneklerinden, kendi ana dilinden ve aksanından utanmaya itti.

Avrupayı her zaman teorik olarak daha liberal ama pratikde çok tutucu bir kıta olarak görürüm, bu nedenle Avrupadan değil Amerikadan bir örnek vermek istiyorum. Bakın Amerikan CNN'in muhabirlerinin çoğunun aksanı vardır, örneğin özellikle Amerika'nın güneyinde yaşayanların aksanı çok belirgindir ama güneyli biri CNN'e muhabir olunca aksanını bırakmak için 10 takla atmıyor. Bunun bir ayıbı yok, kimsenin de onlara "Bırak bu aksanı, yoksa seni işe almam" dediği yok. Bir de Türkiye'ye bakın. CNN Türk'ün Karadeniz aksanıyla haber sunan bir bölge muhabiri var mı söyleyin bana?

Şu da var, Türkiye'de akademisyenler, özellikle de sosyologlar çok tembel oldukları için Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yaşanan sosyal şizofreni ile ilgili maalesef fikir beyan etmiyorlar, araştırma yapmıyorlar. Benim bildiğim akademisyenler toplumdaki düğüm noktalarından yani belli sorunlardan ve meselelerden hareket ederek araştırmalarını yaparlar. Onların yaptıkları araştırmalar da insanların kendi toplumunu anlamasını kolaylaştırır. Onlar görevini yerine yetirmeyince benim gibi gazetecilere de iş çıkıyor, ne yapalım. Size bir örnek vereyim. Bu ülkede tarikatlar var, marksist örgütler var. Bu örgütlerde yer alanların çoğu son derece inançlı gençlerden oluşuyor. Kimi islama inanıyor, kimi marksizme imanıyor. Ama aynı zamanda belli bir süre sonra bu gençlerin bu örgütlerden ayrılıyor. Böyle bir sirkülasyon var. Bu gencler örgğt dışına öıktıklarında hatayatın gerçeklerine karışıyorlar. Peki bu gençler ciddi bir kültürel şok yaşamıyorlar mı. O iki hayat arasındaki geçisi nasıl sağlıyorlar, marksizme kendini adayıp sonra birden kendini kapitalist bir sirkette bulmak nasıl bir şey onlar için. Ya da Gülen cemaatinde belli ahlaki değerlerle yetişenler bu cemaatten gün gelip de ayrıldıklarında nasıl dış dünyaya adapte oluyorlar. Sen hiç bu konuyu irdeleyen bir makale okudun mu. Okuman mümkün değil çünkü öyle bir makale ya da araştırma yok. Oysa pek çok insan bu ülkede bu sorunu yaşıyor. Peki onca akademisyen var birinin aklına bu konuyu kaba saba da olsa incelemek gelmiyor mu. Hayır, gelmez, çünkü akademik hayattaki bilim insanlarının çoğunun beyin hücreleri tembellikten yağ bağlamış, düşünme yeteneklerini kaybetmişler. Ben de bu tembellerin boşluğunu doldurmaya çalışıyorum.

.

Neden Taraf gazetesindeki köşenizin adı öteki Amerika?

Ah Sayım, cevabını bilsem de açıklaması çok zor bir soru. Türkiye'de insanların Amerika ile ilgili bakış açılarını belirleyen tek şey var o da Amerikan dış politikası. Amerikan dış politikası nedir, işgalcidir, adil değildir, şiddete dayanır, saldırgan ve küstahtır. Dolayısıyla Türkiyelilerin Amerika denilince tepeleri atıyor ve Amerikayı ve Amerikalıları hiç bir doğruluğu olmayan bir takım klişelerle tanımlamaya ve algılamaya çalışıyorlar. Amerikan düşmanlığı Türkiye'de her kesimi birleştiren tek olgu. İslamcısı da Kemalisti de sosyalisti de bu konuda benzer düşünüyor. Oysa bu son derece tehlikeli bir şey. Çünkü Amerika bu rezil dış politikasından ayrı olarak kendi başına bir konsept. Bizim de millet olarak bu konseptten alabileceğimiz çok şey var. Fakat işte bu önyargılar bu tür bir pozitif etkileşime engel oluyor.

Bu nedenle ben köşemde bizim tanımadığımız, bilmediğimiz Amerikan konseptini çizmeye çalışıyorum, kültürüyle, politikasıyla, tarihiyle, bilimiyle, iç dinamikleriyle, gündelik hayatıyla…

Eski Avrupa kıtası ile kıyaslandığında, Amerikanın daha bir dünya ülkesi olduğuna inanıyorum. Çünkü buradaki her şey dünyanın öteki toplumlarından göçüp gelen insanlar tarafından inşa edilmiş, hâlâ da öyle. Buna rağmen Türkiye ve Türkiyeli akademisyenler ve politikacılar her bakımdan Avrupa'yı referans alıyorlar. Teoride tersi söylense de Avrupa ırkçı ve Hristiyan bir kıta. Kendinden olmayana açık değil.

Avrupanın geçmişi, tarihi ve inançları sadece kendisini hantallaştırmıyor, onu örnek alan Türkiye gibi başka ülkeleri de hantallaştırıyor. Çünkü fazlasıyla geçmişine takılı kalmış bir ülke Türkiye. Sürekli geçmişle hesaplaşma çabası içinde olmak, içindeki öç duygusunu hep canlı tutmak demek, bu da vakit kaybına yol açıyor. Çünkü bugüne odaklanmanızı engelliyor. Bırakın geçmişi ve bir sonraki basamağa geçmeye çalışın, ileriye bakın, neler yapabileceğinizi hesap edin, hayaller kurun ve onları gerçekleştirmeye çalışın, kendinize acımayı bırakın artık, bunun kimseye bir faydası yok. Size de yok.

Amerika bugün, dünyadaki sanatı, edebiyatı, sinemayı, müziği, bilimi, yönlendiren bir ülke. Amerikan üniversitelerinde doktora yapan ögrencilerin çoğu başka ülkelerde doğup bu ülkeye gelmiş insanlar. Bu ülke her anlamda yaratıcılığa, yaratıcı insanlara açık bir ülke. Bu nedenle bir kalemde slinip atılamayacak bir ülke.

Yazılı basında kimlerle çalıştınız?

Yazılı basında daha çok gençlerle çalıştım. Onlarla çalışmak çok zor ve eziyetliydi. Aman çalışmaz olaydım. Ayrıca genç yöneticiler çok acımasız oluyorlar. Sürekli kendilerini ispat gayreti içinde oldukları için, çalışanlarını çok yoruyor ve psikolojik olarak taciz ediyorlar.

Bununla birlikte basının iki usta mutfakçısıyla da çalışma imkânı buldum; bunlardan biri çok klasik bir isim olan Tevfik Yener, diğeri ise Yener'in 90'lı yıllardaki daha genç bir versiyonu olan Rıfat Ababay. İkisine karşı da saygım sonsuz ve ikisine de müteşşekkirim, çünkü her ikisinden de gazeteciliğin tekniklerine yönelik çok şey öğrendim. Rıfat Ababay tanıdığım en ilginç yayın yönetmenlerinden biri. Üzerinde çalıştığı bir haberin başlığını, ofisboyundan tutun da kendisini ziyarete gelen bir arkadaşına kadar herkese hiç yüksünmeden danışabilir, farklı bakış açılarını yakalamaya çalışır ve bir sentez oluşturur. "Ben en iyisini bilirim." gibi bir takıntısı yoktur. Başarısının sırlarından biri de bu olsa gerek. Ayrıca kendi naif kişiliğini gazetesine yansıtması da başarısındaki diğer bir sebep. Posta'yı bir insan karakteri gibi tanımladığımızda, karşımızda politik olarak muhafazakâr ancak sevimli, insancıl, renkli, alçak gönüllü, fazla iddialı olmayan, meraklı, detaycı ve biraz süslü bir şahıs buluruz. Posta'yı sattıran da bu karakteri işte. Sol ya da liberal-özgürlükçü gazeteler muhalif politik kişiliklerinin üzerine böyle sıcak bir karakter oturttukları zaman daha geniş kitlelere ulaşır ve çok satabilirler. Bakalım, Taraf gazetesi bunu başarıyor gibi.

Kendi kişisel blogunuz olan canakanten.com'da, köşe yazarlığının gazeteler için gereksiz olduğu, bu nedenle köşelerin gazetelerden sökülüp atılması gerektiği iddia edildi. Nasıl oluyor bu? Siz de köşe yazıyorsunuz, kendinizle çelişmiyor musunuz?

Hayır, kendimle çelişmiyorum, bu bir fırsat ve bunu kullanıyorum ama öte yandan köşe yazarlığının ne kadar gereksiz bir kurum olduğunu söylemekten de çekinmiyorum. Türkiyeli gazetelerin her birinde tonlarca köşe yazarı var. Sayıları neredeyse o gazetede çalışan muhabirlerden çok. Nasıl oluyor bu anlamıyorum. Televizyonlarda köşe konuşmacısı yok, işler de gayet güzel gidiyor. Peki, neden gazetelerde köşe yazarlarına bu kadar ihtiyaç duyuluyor. Bu gerçekten bir ihtiyaç mı yoksa günümüzde işlevi kalmamış eski bir gazetecilik anlayışı mı? Gazeteler de köşe yazarı olmadan gayet güzel yayın hayatlarına devam edebilirler. Geçenlerde bir hesaplama yaptım ve Haber 7 adlı web sitesine girdim. Orada bütün gazetelerden seçme köşe yazarlarının yazıları var. Her yazının bitiminde ise kaç kişi tarafından okunduğu yazılıyor. Aynı şekilde, yayınlanan haber yazılarının altında da kaç kişi tarafından okundukları yazılıyor. Orada görüyorsunuz, üç kuruş maaşa talim eden bir muhabirin hazırladığı haberler milyarlarca lira maaş alan en popüler köşe yazarlarının köşelerinden daha çok okunuyor. Yayın yönetmenleri bu durumun farkında değiller mi? Eğer köşe yazarı prestij olsun diye bulunduruluyorsa, bence prestiji kaliteli haberler hazırlayarak yakalamak en doğrusu.

Türk gazetelerinin köşe yazarı saplantısı web sayfalarındaki dizaynlarından bile ortaya çıkıyor. Sabah, Hürriyet, Vatan gibi büyük gazetelerin web sayfalarında sitenin menüsü haberlerle değil yazarlarla başlıyor. Bakın İngiliz gazeteleri The Times'a, The Independent'e, The Guardian'a ya da Amerikan gazeteleri New York Times'a, The Washington Post'a… Hepsinin internetteki menüsünde önce haberler gelir sonra yazarlar...

Türk gazeteleri, bu köşe yazarlarına harcanan onca parayla geniş bir uzman muhabir kadrosu kurabilir. Böylece muhabir ve editörler de içinde bulundukları yoksulluktan bir ölçüde kurtulur ve mesleklerini daha bir özgüvenle icra ederler. Muhabirlerin yaşamı ciddi bir mesleki trajedi çünkü. Yayın yönetmenleri ve patronlarsa bundan hiç rahatsızlık duymuyor gibiler. Muhabir takımı, özellikle ekonomi muhabirleri haber yapmak için paranın sahipleriyle muhatab oluyorlar, sonra belediye otobüsüne binip, çamurlu yollardan yürüyüp evlerine geri dönüyorlar.

Amerika'da aynı mesele başka bir yönüyle tartışılıyor. Orada da anchorlar çok para alıyor. Örneğin Katie Couric NBC'den CBS'e 3 yıllığına $39 milyon dolara transfer olmuştu. Bu çok büyük bir para. Ortalama bir muhabirin yılda 70–100 bin dolar aldığını düşünün. Dolayısıyla pek çok medya yazarı oturup, Katie'ye verilen bu parayla nasıl ülkenin en mükemmel haber merkezinin yaratılacağına dair hesaplar yaptılar. Ama kim dinler onları.

Ben inanıyorum ki Türkiye'de, patronundan güç alan, cesur ve yenilikçi bir yayın yönetmeni bunu yapabilir.

Köşe yazarlarını küçümsüyorsunuz...

Köşe yazarlarını değil köşe yazarlığını küçümsüyorum. Bir kere Türkiye'de okumaya değer çok az köşe yazarı var. Bir kaç isim dışındakilerin hepsi sanki beşiğimi sallıyor gibiler, okudukça uyumak istiyorum ve sıkılıyorum. Siz öyle düşünmüyor musunuz? Hele gazetelerin Ankara temsilcileri tam bir facia. Bu temsilcilerin yaşadığı çok ciddi bir mesleki şizofreni var. Bir kere politikacılarla çok içli dışlılar, bu noktada aradaki mesefeyi korumakta güçlük çekiyorlar. Bir süre sonra mesleki olarak sırtlarını bağlı oldukları gazetelere değil, bu politikacılarla olan ilişkilerine dayamış oluyorlar. Dolayısıyla Ankara radyosundan türküler dinlemek gibi, gazetecilerin Ankara temsilcilerinin FM kanalından da politikacıların sesini olduğu gibi dinliyoruz. Bazen Youtube'da bu gazetecilerin Başbakan dahil bazı politikacılarla katıldıkları tartışma programlarını izlediğimde utancımdan yerin dibine giriyorum. Koskoca gazeteciler, masal anlatan ninelerinin etrafına toplanmış saf ve terbiyeli küçük çocuklar gibiler. Arada bir sordukları sorular ise masalın mantık hatalarını ortaya çıkarmaya yönelik değil, ninenin ezbere geçtiği için unuttuğu noktaları ona hatırlatmak. Böyle gazetecilik mi olur? Birbirleriyle al gülüm ver gülüm ye kürküm ye piyesi çevirip halkı kandırıyorlar.

Gazeteci birlikleri ya da gazete yöneticileri, kendi aralarında toplanıp Ankara temsilcilerinin düştükleri bu etik çıkmaza nasıl son verecekleri konusunda çözümler geliştirseler hiç de fena olmayacak.

Diyelim ki Milliyet'e yayın yönetmeni oldunuz, köşe yazarları konusunda ilk icraatınız ne olurdu?

Ne mi yapardım? Köşe yazarlarının hepsini haberci yaparım. Oturdukları yerden yazmak yok. Mesela Hasan Pulur'un sokaktaki sıradan insanlarla (dilenci, tuvalet bekçisi, sinemadaki yer göstericiler, telekızlar, veznedar vs.) röportajlar yapmasını isterim. Melih Aşık'dan sosyete muhabirlerinin yaptığını başka şekilde yapmasını isterdim; köy düğünlerine gitsin, varoşlardaki nişan törenlerini izlesin, kasaba sosyetesinde neler konuşuluyor aktarsın, middle class ve low class cemiyetinde neler olup bitiyor, bunları renkli gözlemlerle bize aktarsın. Kısacası köşe yazarlarına diyeceğim ki, bırakın filozofluk yapmayı çünkü değilsiniz, siz iyisi mi gazetecilik yapın.

Kimseye sataşmayan, yumuşak bir yazım üslubunuz var.

Ben insan ilişkilerinde nasılsam öyleyim. Sakin, sessiz, az konuşan, etrafindakilere saygılı ve onlara değer veren, utangaç... Yani zannerdersem... Dolayısıyla yazdığım yazılarda da o kadar yırtıcı olamıyorum. İnsanları incitmekten çok korkuyorum. O nedenle bir durumu eleştirirken bunu kişiler üzerinden değil, o durum üzerinden yapıyorum.

Ayrıca yırtıcı olmak da zaten Türk gazetecilerine özgü bir durum. Türkiye'de köşe yazarları, aralarında reklâm anlaşması yapmış gibi, birbirlerine saldırarak ratinglerini arttırıyorlar. Sonra da birbirleri hakkında hakaret davaları açıyorlar. Bu çok tuhaf bir durum, bir yazar diğer yazarın kendi hakkında söylediklerini hakaret sayıyor ve dava açıyor. İşin daha da tuhafı bu yazarlar demokrasiden ve fikir özgürlüğünden bahsediyorlar.

Amerikan anayasasındaki ilk madde temel özgürlüklere ilişkindir. Buna dayanarak herkes istediği hakkında istediğini söyler. Baskan Bush'a baba avrat düz gidersiniz ama kimse sizi bu nedenle yargı önüne çıkarmaz. Cunku fikir özgürlüğü konusunda ortada bir anayasal garanti var ve bundan kaynaklanan bir politik gelenek var. Amerikan anayasasındaki o ilk maddede şöyle bir cümle vardır : "Kongre, hiç bir şekilde, konuşma ve basın özgürlüğünü sınırlandıracak, halkın barışçı bir biçimde örgütlenmesini kısıtlayacak yasa çıkaramaz."

Demokrasi getirmeye çalıştığını iddia eden AKP koysun Anayasaya böyle bir madde de boyunun ölçüsünü görelim. Basın da bu konuda çok üstelemiyor zaten.

Peki, biri sizle ilgili ağır hakaret içeren bir yazı yazsa tepkiniz gerçekten yumuşak mı olur?

Hiç önemi yok. Burada sizin önünüzde bir söz vereyim. Hiç kimse aleyhinde, hakkımda söyledikleri nedeniyle dava açmayacağım. Herkes benimle ilgili istediğini yazsın, isterse küfretsin, onlara karşı yargı yoluyla değil, yazılarımla yumruklaşırım. Ama uyarayım, çok kötü de nakavt ederim.

Amerikalılar en çok hangi yazarları okuyorlar. Amerikalılar Orhan Pamuk'u okuyorlar mı?

Ben Amerikalıların ne okuduğunu anlamak için New York' Times'ın "Best Seller " listesine gidiyorum. Galiba bu konuda en güvenilir listeyi onlar yapıyor. Çünkü verileri sadece büyük kitap zincilerinden değil, bağımsız kitapçılardan, marketlerden ve online satıcılardan da alıyorlar. Haliyle ortaya güvenilir bir liste çıkıyor.

Kitap satışları konusundaki resmi rakamlar bir yana, benim gündelik yaşamda gözlemlediğim şey şu; burada toplu taşıma araçlarına bindiğiniz vakit, insanları okurken görüyorsunuz. Türkiyede ise insanları daha çok konuşurken ya da söylenirken ya da kara kara düşünürken görüyorsunuz.

Orhan Pamuk a gelince. O Nobel almadan önce de Amerika'da çok ilgi göruyordu. "Benim Adım Kırmızı" Amerika da ilk çıktıği yıl New York Times'daki kitap listeside ilk 10'a girmişti. Hatırlıyorum Boston'da sürekli gittiğim Harvard Square'deki kitapçıda tavsiye edilen kitaplar listesinde yer alıyordu. Pamuk buradaki ağir entellektüellerin dergisi The New Yorker'da yazıyor, John Uptike gibi önemli bir edebiyat eleştirmeni Pamuk hakkında güzel şeyler söylüyor. Türkler sabah akşam yatıp kalkıp dua etsin ki aralarından Orhan Pamuk gibi bir değer çıktı. Türkiye uzaktan bakıldığında inanılmaz konservative bir ülke. Progresive düşüncelere açık bir toplum değil. Bu durum değişir mi hiç bir fikrim yok.

Türkiye'deki entellektüeller hakkında neler düşünüyorsunuz?

Ben bir zamanlar Jean Baudrillard'ın Fransız entellektüelleri için söylediği bir sözü Türk entellektüellerine uyarlamak istiyorum: Ortada entellektüel kalmadı ki çünkü medya hepsini imha etti. Türkiyeli entellektüeller birbirleriyle konuşmak, tartışmak, fikir alışverişinde bulunmak yerine, televizyonlara ve gazetelere konuşuyorlar.

Bunun dışında bir ülkedeki demokratik ve ekonomik gücün entellektüellerin de varlığını ya da yokluğunu belirlediğine inanıyorum. Türkiye'de demokrasi var mı, yok. Düşüncesini ifade edenlerin 301 gibi ilkel ve vahşice önü kesiliyor mu kesiliyor. Böyle bir ülkede gerçek anlamda özgür ve yaratıcı düşünce üretimi nasıl mümkün olsun.

İşin siyasi yönünün yanı sıra bir de ekonomik yönü var. Geçinebileceğiniz paranız olmalı ki entellektüel faaliyetlerinize vakit ayırabilesiniz. Ya da entellektüel faaliyetlerinizden para kazanmanız lazım ki kendinizi geliştirebilesiniz. Türkiye'de kaç yazar ele güne muhtaç olmadan sadece kitap yazarak geçinebiliyor.

İyi entellektüeller özgür ve zengin bir toplumda yetişir. İsterseniz dönüp tarihe bir bakın, ünlü hukukçular ünlü filozoflar Romanın-Yunan'ın en görkemli dönemlerinde ortaya çıktı. Çünkü entellektüelizme zemin hazırlayan en önemli iki şey var, iyi bir ekonomi ve nispeten demokratik bir toplum yapısı. Ancak bu teori nedense Osmanlı için pek işlemiyor. 600 yıllık ömründe dünya kültürüne edebiyatına felsefesine bilimine hiçbir şey bırakmamış koca popolu bir çadır imparatorluğu.

Türkiye entellektüeller için kireçli bir toprak, fena yakıyor ve olanı da yok ediyor. Cumhuriyet tarihi okuyup yazanların hapse tıkılma tarihi gibi bir şey. Günümüze gelelim. Siz gazetecisiniz, biraz sivri bir eleştiri yapın bakalım, bırakın devletin yasalarıyla mahkûm edilmeyi, hiç bir major medya kuruluşunda iş bulamazsınız.

Entellektüeller az satan gazeteler ve aylık kültür sanat dergileri etrafında öbekleniyorlar. Ancak buradan aldıklari telifler onların kendilerini ayakta tutmalarına yetmez. Başka işler yapmaları gerekecek. Bir entellektüel, entellektüel gücünü kullanarak ürettigi üründen geçinebilmeli ki kendini düşünsel yönde geliştirebilsin. Türkiye'de bu mümkün değil.

Peki, özel üniversitelerin entellektüellere öğretim üyesi kadrosu vermesine ne diyorsunuz?

Çok önemli bir noktaya parmak bastınız. Şimdi özel üniversiteler gidişatı biraz değiştirdi. Bakın Bilgi Üniversitesi'ne, Yıldırım Türker, Fatih Özgüven gibi entellektüeller buralarda ders veriyor. Yani entelektüel yetilerini kullanmak onlara finansal bir getiri de sağlamış oluyor ki, bu da çok olumlu bir gelişme.

Tabi bir yandan da şu var: özel üniversitelerin de gücü sınırlı. Bakın Harvard Üniversitesi'nin bütçesi 30 milyar dolara yakın. Düşünün dünyaya petrol satan koskoca İran devletinin yurt dışı bankalarındaki döviz rezervi 35 milyar dolar. Bu paranın Harvard'a sağlayacağı imkânları düşünebiliyor musunuz? Ayrıca Amerikan devleti ve özel kuruluşlar da pek çok araştırmayı bu üniversiteyle işbirligi halinde yaparak, üniversite için önemli bir gelir kaynağı yaratıyor. Yani Harvard, öğrencilerin ödedikleri paralara kalsaydı iflas ederdi.

Ayrıca bu üniversite, sadece Amerika'nın değil dünyanın her yerinden en çalışkan entellektülleri, düşünürleri, biliminsanlarını kendi çatısı altında toplayarak onlardan yararlanıyor. Dolayısıyla üniversitenin oluşturduğu bu kozmopolit ortamda üretilenler Amerika'ya önemli bir katma değer olarak geri dönüyor.

Biz de biraz artık şöyle düşünmeliyiz. Entellektüellerin hangi ülkede doğdukları önemli degil, önemli olan o insanlar bu ülkede bir kurumun çatısı altında üretim yapıyorlar mı yapmıyorlar mı? Merkezi İstanbul'da olan ve İngilizce yayın yapan uluslararası bir politika derginiz var mı ve bunun etrafinda belli düşünürleri toplayarak Foreign Affairs dergisi gibi dünya politikasına yön verebiliyor musunuz? Ya da bir sosyal araştırmalar enstitünüz var mı ve bu enstitüde dünyanın yetenekli isimlerini toplayip ortak bir uretim yapabiliyor musunuz? Şimdi fikir özgürlüğünün bir ülkenin entellektüel kalkınması için ne kadar önemli olduğunu görüyorsunuz değil mi?

Bu nedenle Turkiye'de 301 ile ciddi bir savaş yapılmalı ve konuşma özgürlüğü anayasal garanti altına alınmalı.

Yeni yeni Turkiye kokenli aydınlar, uluslararası dergilere yazıyorlar, sanatçıların, modacıların, akademisyenlerin, edebiyatçıların uluslararası platformlarda kısık kısık da olsa sesleri çıkıyor. Orhan Pamuk gibi cok ciddi bir entellektüel çıkıyor ve bu isim uluslararası platformda da hakettigi noktaya geliyor.

Muhalif entellektüellerin bu toplumdan çıkması zor mu demek istiyorsunuz?

Zor tabii. Çünkü bunun da yukarıda belirttiğim gibi belli koşulları var. Örneğin Amerika'da sivri diliniz nedeniyle hiç bir büyük gazete ve televizyon size kapısını açmıyor mu, açmasın, zararı yok, kendinize beş kuruş harcamadan internet üzerinden bir blog açarsınız ve kimseye eyvallah deme gereği duymadan bu bloga yazmaya başlarsınız. Amerika'da binlerce blog var ve bloglar müthiş reklamlar alıp çok da para kazanıyorlar. Yani hiç kimseye ihtiyacınız kalmıyor. Amerika'nın güzel olan yönü bu, 300 milyonun üzerinde bir nüfusa sahip çünkü. Her şeyin bir alıcısı var.

Hatta bu bloglar şimdi kendi aralarında örgütleniyorlar. Bloglar arasında reklam birliği bile sağlanmış durumda. Örneğin Liberal Blog Advertising Network adlı bir kuruluş var. Bu kuruluş, 150'den fazla özgürlükçü muhalif blogun reklam bulmasına yardımcı olarak onların finansal olarak ayakta kalmalarına yardımcı oluyor. Bakın Noam Chomsky gibi neredeyse politikanın peygamberi olmuş bir isme, NY Times ve CNN de dâhil Amerika'daki bütün büyük televizyon kuruluşları ve gazeteler ambargo koymuştur. Hatta halktan toplanan yardımlarla geçinen NPR gibi liberal bir radyo bile Chomsky'den mümkün mertebe uzak durmaya çalışmaktadır. Ama Chomsky yine de çok etkili. Bunun bir nedeni kitaplarıysa bir nedeni de Amerika'daki bu büyük yayın kuruluşlarından bağımsız corporation free denilen bloglardır.

Bir de yaratıcı sanatçılar açısından durumu ele almak lazım. Diyelim ki çok underground bir rock star olduğunuz iddiasındasınız ve Müslümanlık dini ile olan sorunlarınızı da sahne showlarınızda ve şarkı sözlerinizde dile getirmek istiyorsunuz. Yapamazsınız. Çünkü biliyorsunuz ki DTP'nin bir toplantısı, bir grup yobaz serseri tarafından basıldığında polis seyretmiş. Aydınlar Madımak otelinde yanarken devlet seyretmiş, bir barmen vücuduna Arap harfleriyle "Allah" yazdığı için yobaz bir televizyonun kışkırtmasıyla mafya tarafından öldürülmüş. Turan Dursun, Kur'ân ile ilgili söylenmemiş şeyler söylemiş, öldürülmüş. Bu durumda nasıl sıradanın dışına çıkıp, yaratıcı ve muhalif olacaksınız? Kelle koltukta dolaşmak kaç babayiğidin harcı? Demek ki yaratıcılık ve entellektüelizm için ekonomik zenginlik ve demokrasinin yanı sıra güvenlik garantisi de gerekiyor. Türkiye can güvenliğinin olmadığı çok tehlikeli bir ülke.

İnternette daha çok neleri takip ediyorsunuz? Ekşi Sözlük'e nasıl bakıyorsunuz?

Ben Google cumhuriyetinde hayat süren bir dünya vatandaşıyım. Hani Alaattin'in sihirli cini lambadan çıkınca "Dile benden ne dilersen." der ya. Google da bu cin gibi bir şey. Ne dilersen önüne getiriyor. Pasta tarifinden, kendinizi nasıl tedavi edeceğinize kadar...

Google bütün bir insanlığa zamandan tasarruf etmesini sağlayan yüzyılın bence en büyük icadı. Mucitlerine kendi adıma tesükkür borçluyum. Yaşamın ivmesini arttırdılar. Eskiden bir makaleyi edinmek için evden çıkıp kütüphaneye gitmeniz ve orada o makaleyi uzun uğraşlarla bulmaya çalışmanız gerekiyordu. Ama şimdi buna gerek var mı, Google'a söyleyin o size anında buluyor o makaleyi.

Her şeyi internetten takip ediyorum. Bilimsel makaleleri okumak için üye olduğum bir kaç internet kütüphanesi var, bunun yanı sıra New Left Review'den Scientific American'a ve Economist'e kadar pek çok süreli yayına da aboneyim ve internet üzerinden okuyorum. Bütün bunlara bir sürü param gidiyor ama zamandan çok tasarruf ediyorum ve o tasarruf ettiğim zamanla daha çok şey okumaya çalışıyorum.

New York Times, Washington Post gibi majör gazeteleri takip ediyorum etmesine ama politik olarak onlara hep şüpheyle yaklaşıyorum ve habercilik konusunda da hantal olduklarını düşünüyorum. Bu nedenlerle daha çok internetteki bağımsız, halktan destek alan haber sitelerini ve blogları okumaya çalışıyorum. Bloglar bağımsız olduğu için doğruları onların yazdıklarında görmeniz mümkün. Ayrıca olan bitenler bu bloglarda ışık hızıyla yayılıyor. Daha hızlı habercilik yapıyorlar.

Sürekli takib ettiğim bir kaç siteyi ve bloğu saymamı isterseniz aklıma gelenleri söyleyeyim: motherjones.com, huffingtonpost.com, rawstory.com, frameshopisopen.com, dailykos.com, adage.com, americablog.com, concernedjournalists.org, pamshouseblend.com...

Ekşi Sözlük'e gelince... Çok yaratıcı bir fikir, belli prensipler ölçeğinde kapısını, hiç ayırt etmeden bütün insanlara açık tutuyor olması çok güzel.

Her ülkede, benim Engizisyona benzettiğim bir takım yetkili kurumlar vardır ve bu kurumlar belli konularda her şeye karar verirler. Bildik sözlükleri de bu tür kurullar hazırlar. Ama Ekşi Sözlük, sıradan vatandaşlara hayatlarının içinde yer alan her türlü motifle ilgili kendi tanımlarını geliştirme ve bunu yayınlayarak başkalarıyla da paylaşma imkânı sunuyor, insanların yaratıcılığına imkân sağlıyor, onları düşünme egzersizi yapmaya itiyor. Bir tür sivil-gündelik hayat sözlügü Ekşi Sözlük.

Yukarıda da söylediğim gibi çoğu zaman oraya yazanların yaratıcılıkları karşısında şapka çıkarasım geliyor. Sözlük yazarları, ülkede ne zekâ küpü insanlar varmış diye düşünmeme neden oluyor.


http://www.renkhaber.com/haberler/Roportaj.56/Entelektuel_Kalkinma_Gerekli/7002.html


15.06.2008 - taraf gazetesi

Bir bomba atarım sevişirsin


Sybil’e gerçekten çok bozuluyorum. Bir sevgili bulunca arkadaşlarını ihmal ediyor. Oysa bilmiyor ki sevgililer geçici, arkadaşlıklar kalıcı. Evvelki gün, üç kere telefonuma mesaj bırakmış, “Açmayacağım işte” diye inat ettim. Sybil’e kızgınlığımın asıl nedeni başka. Geçen gün East Village’daki Mehanata adlı Bulgar barına gidecek ve bir Yunan müzik grubunun canlı performansını izleyecektik. Ama hanımefendi son anda bize katılamayacağını söyledi. Nedeni yine o adamdı tabii.

FEMİNİST TERÖRİSTLER • Sybil’in yeni fikri ise feminist kadınları örgütleyerek onlardan bir tim kurmak ve çeşitli erkek hedeflerine terörist saldırılar düzenlemek. Haydaaa. Sybil’e dedim ki, “Bu bir çizgi roman projesi olsun, en azından konuşurken öyle diyelim ki durduk yere başımıza iş açılmasın. “Şimdi size Sybil’in çizgi roman planını anlatayım biraz. Sybil adlı kadın kahraman, biyoloji alanında çalışan feminist kadınları örgütlüyor ve onların illegal yollardan gay bombası üretmesini sağlıyor. Sonra bu bomba, kadınlara en çok eziyet çektiren ülkelerin meclislerine atılıyor. Haliyle ilk hedef Ahmedinecad`ın İran’ı oluyor. Gay bombasını yiyen mollalar, aniden birbirlerine ısınıp, birbirlerini sıradışı bir şekilde sevmeye başlıyor. Bombanın etkisi ne kadar sürüyor, Sybil’e sormayi unuttum.

GAY BOMBASI • Gay bombası ilk olarak 2005’te The Sunshine Project adlı, kimyasal silahlar karşıtı bir sivil toplum örgütünün sitesinde dile getirildi. Pentagon’un üzerinde çalıştığı bir bombanın savaş alanında savaşan askerlerin üzerine atıldığı taktirde afrodizyak bir etki yarattığı ve askerlerin cin çarpmışa dönüp, etrafında, güzel çirkin kadın erkek kim olursa olsun sevişmeye meyledecekleri iddia ediliyordu. Öneri ABD ordusunun Ohio eyaletindeki laboratuarlarından çıkmıştı ve geliştirilmesi için milyonlarca dolara ihtiyaç duyulduğu söyleniyordu.

TAŞLAYIN KAHPEYİ • Çok geçmeden olay pek çok televizyonun haber programlarına yansıdı. Çokbilmiş gazeteciler, bombanın bu geçici etkisini “bomba askerleri gay yapıyor” şeklinde yorumladı. Bu da, haliyle gay örgütlerini kızdırdı. Onlara göre bir bombayla cinsel kimliğin değişeceğini iddia etmek gay kimliğini aşağılamaktı. Bu arada ben şunu düşündüm; eğer askerin teki çölde yalnızsa ve bombanın etkisi ona kadar ulaşmışsa ne yapacak? Tüfeğiyle mi aşk yapacak? Peki, savaştan sonra tüfeğini anasının evine götürüp, “nişanlım” diye mi tanıştıracak. Sybil’i İran konusunda deliye döndüren sebep, hani bizdeki Vurun Kahpeye adlı kurmaca romanın İran’da “taşlayın kahpeyi” adlı gerçek bir oyuna dönüşmesi.

GAZ CUMHURİYETİ • Biliyorsunuz bu gariban ülke Şah’ın diktatörlüğünden kurtulayım derken, mollaların diktatörlüğüne teslim oldu ve koca Cumhuriyet eldeki demokratik hakları da kaybedip tam bir gaz cumhuriyetine dönüştü. Şimdi yasaların gücü adına habire kendi insanlarını asmaktan ve sağa sola kabadayılık etmekten başka ülkesine hiçbir sey verememiş bir rejimle karşılaşıyorsunuz. İşte bu rejim en çok da kadınlara kan ağlatıyor. Bizim Sybil’i kızdıran da işin bu yönü zaten. Özellikle de Zohreh ve Azar Kabiri adlı kız kardeşin trajik durumu Sybil’i çok üzüyor. Bu iki kızkardeş, Zohreh’in eşinin “zina” şikayeti üzerine, şubat 2007’de tutuklandı. Biri 27 diğeri 28 yaşında olan kardeşler, sözde eve erkek atmışlardı. Önce 99 kırbaç yediler. Sonra da taşlanarak idamlarına karar verildi. Uluslararası baskılar nedeniyle idam henüz gerçekleşmedi, belki de gerçekleşti de kimsenin haberi olmadı, İran bu, belli mi olur. İran’da şu anda 11 kişi taşlanarak öldürülmek üzere hapiste tutuluyor. 2007’de iki kişinin bu şekilde idam edildiği söyleniyor. Erkek kurbanlar taşlanmadan önce bellerine kadar; kadınlar ise göğüs hizalarına kadar toprağa gömülüyor.

BURUNLARINDAN GELDİ • Zina davalarında kanıtlar yeterince gözden geçirilmiyor ve kararlar çok kolay alınıyor. Çünkü yargıçlar erkek. Zohreh ve Azar’ın bir erkekle cinsel ilişkiye girdiklerinin bir kanıtı yok. Sadece evde bir erkek olduğu ispat edilmiş. Ayrıca kanıt olsa ne olur. Kadının namusunu temizlemek devlete mi düşmüş. Bu durum, devletin din adına vatandaşların bireysel hayatına tecavüz etmesi değil midir. Tövbe Yarabbim, sanki penisi kürek çekmek, vajinayı ise çiçek dikmek için üzerimizde taşıyoruz. Bırakın insanlar doya doya sevişsin. İşin içinde zorlama, kandırmaca, taciz, manipülasyon, dayatmaca, korkutmaca, yaş sınırını ihlal ve teşhir olmadığı sürece cinsel hayatlarında insanların kiminle düşüp kalktıkları devletin üzerine vazife değil, mahallelinin üzerine de vazife değil, kimsenin üzerine vazife değil.

HAYDİ, HAYAT KURTARMAYA • Şimdi siz okurlar, bu kız kardeşler için ne yapabilirsiniz? Bugün pek çok uluslararası sivil toplum kuruluşu İran’a bu insanlık dışı cezaların kaldırılması için baskı uyguluyor. Bu baskıyı siz de yapabilirsiniz. Hiç üşenmeyin, hemen, internette Zohreh ve Azar Kabiri için İngilizce yazılmış çağrı mektubunu bulup İranlı yetkililerinin mail adreslerine yollayın. Böylece sadece bu zavallı iki kız kardeşi değil, gelecekte idam edilmesi muhtemel kadınların da hayatını kurtarabilirsiniz. Haydi, hayat kurtarmaya.

01.06.2008 - taraf gazetesi

Geçtiğimiz pazar, kalabalık bir arkadaş grubuyla birlikte, New York’taki Metropolitan Sanat Müzesi’ne gittik. Yanlış anlamayın, müzeyi basmak için değil, sadece oradaki Superheroes: Fashion and Fantasy (Süper Kahramanlar: Moda ve Fantazi) ismini taşıyan sergiyi görmek için...
Çizgi romanlardan doğup, sinema dünyasına transfer olan ve orada kendilerine yeni bir hayat kuran süper kahramanların kostümlerine hepiniz aşinasınızdır. İşte sergide, ünlü modacıların bu kostümlerden nasıl etkilediklerine ilişkin örnekler yer alıyor.
Metropolitan’daki bu ilginç sergide, Kıbrıslı modacı Hüseyin Çağlayan’ın da bir eserine yer verilmiş. Yarattığı mühendislik ve dizayn harikası giysilerle beni her seferinde kendine hayran bırakan Çağlayan’ın, Aeroplane Dress adını taşıyan bu yapıtı, Flash adlı çizgi roman kahramanından esintiler taşıyor. Flash, çok hızlı hareket eden, çok hızlı düşünen ve çok hızlı koşan bir karakter. Flash’ın bu yerçekimini zorlayan yetisinden olsa gerek, Çağlayan’ın giysisi de hem materyal hem de şekil şemal olarak uzay mekiğinin dış yüzeyini hatırlatıyor.
Sergide, Çağlayan’ın yani sıra, Dolce Gabbana, Christian Dior, Julien Macdonald, Jun Takahashi Yves Saint Laurent, Armani gibi isimlerin geçmişte yaptıkları giysiler de bir araya getirilmiş. Bu giysiler, Örümcek Adam, Kedi kadın, Süpermen ve Demir Adam gibi süper kahramanların bildik kostümlerinden esinlenerek hazırlanmış.
5 mayısta açılan serginin tantanası o günden bugüne hâlâ sürüyor. Zaten açılışa da Hollywood ve moda dünyasından isimler yağmur gibi yağmıştı. George Clooney, Julia Roberts, Giorgio Armani, Gisele Bundchen, David Beckham, Tom Cruise, Beyonce, Christina Ricci, Jennifer Lopez ve daha pek çok ünlü açılış galasındaydı.
Sergiyi gezince ister istemez kendi kendime sordum; “Neden popüler kültürümüzde, olağanüstü güçlere sahip olan fantazi ürünü kahramanlar yok” diye.
Hakikaten, neden Amerika’da ortaya çıkan Iron Man, Batman, X-Man bizde değil de orada ortaya çıkmış. Bunun bir nedeni olmalı. Türkiyeli bir sosyal psikolog ortaya çıkıp da bu konu üzerinde düşünse, koca bir kitap yazar, böylece hem beynindeki yağ tutmuş hücreler biraz erir, hem de işe yarar bir eser ortaya çıkarmış olur. Ama nerdeee...
Süper kahramanlara kaynaklık eden comic books’lara geçmiste “funny book” deniyordu. İlk funy book olan Yellow Kid 1896’da basılmıştı.
İlk kostüm giyen karakter ise 1936’da yaratılan The Phantom oldu. Fakat Phantom’un öyle insanüstü güçleri yoktu. Sadece cesurdu, gözü pekti ve güçlüydü.
The Clock ise maske takarak yüzünü gizleyen ilk çizgi roman karakteri oldu. Bundan iki yıl sonra yani 1938 yılında ise Superman geldi. Süpermen göğsündeki S harfiyle değil, insanüstü güçlere sahip ilk karakter olduğu için ünlendi. 1939 ise Süpermen’le neredeyse aynı özelliklere sahip olan Wonderman ortaya çıktı. Yine aynı yıl Detective Comics, Batman’i yayınlamaya başladı. Ardından Amerikan bayrağının renklerini ve yıldızlarını taşıyan kostümleriyle milliyetçi Wonder Woman boy göstermeye başladı. Amerika’nın altın çağı denilen 1936-58 yılları arasında ortaya çıkan kahramanlardan biri de The Spectra idi. Bu kahraman, neredeyse her şeyi yapabilme kabiliyetine sahipti, yani gücü sınırsızdı. Belki de bu nedenle piyasada çok tutmadı ve ortadan kaybolup gitti.
Yıllar geçtikçe bu çizgi kahramanlara yenileri eklendi ve hepsi de Amerikan popüler kültürünün önemli bir parçası haline geldi. Kahramanların bu toplumda sürekli üremesi bazı yazarlar tarafından olumsuz eleştirilere neden oldu.
Değerli yazar Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü adlı kitabında, özgür toplumlarda kahramanlara yer olmadığını yazmış ve onların totaliter toplumlara özgü unsurlar olduğunu belirtmişti. Çok tartışmalı ve bir yere vardırması çok zor bir iddia bu. Kahramanları bilmiyorum ama süper kahramanlar nispeten daha özgür ve gelişmiş toplumlarda ortaya çıkıyorlar.
Geçmiş zamanlarda nam salmış süper kahramanların çoğu, doğuştan ayrıcalıklı varlıklardı.
Eski Yunan’da, Tanrılar Tanrısı Zeus’tan ateşi çalan ve ölümlülere veren Promethus büyük bir kahramanlığa imza atmıştı. Promethus’un kendisi de bir tanrıydı.
Yine Gılgamış, hem kendi şahsı için hem de halkı için ölümsüzlük iksirini elde etmeyi amaçlamış ve büyük kahramanlıklar göstermişti. Humbaba gibi bir yaratıkla bile savaşmıştı. Gılgamış, Mezopotamya krallarından biriydi.
Hayber kalesinin kapısını elleriyle koparıp kendine kalkan yapan Hz. Ali de ayrıcalıklı bir sınıftan geliyordu.
Oysa Amerika’nın en tutulan çizgi roman (comic books) kahramanları görünürde gayet sıradan insanlar ve bu sıradan insanlar, ihtiyaç anında sahip oldukları olağanüstü güçlerini kullanarak, halkın başını büyük belalardan kurtarıyorlar. Süpermen herkes gibi bir ofiste çalışır ve gerek duyduğunda bir telefon kulübesinde üstünü başını değiştirip, süper bir güce dönüşür.
Süpermen gibi kahramanlar, bireyselliğe ve tek bir insanın kendi gücüyle neler başarabileceğine vurgu yapıyor. Ancak gel gelelim ki Ortadoğu toplumlarında birey, önce ailenin, sonra cemaatin ve en son olarak devletin sıkı otoriter yapısı içinde eriyip yok olur. Birey tek başına bir güç ifade etmez. Bu nedenle Türkiye toplumunda insanlar, tek başına durduklarında eziktir, kısık sesle düşüncelerini ifade ederler ve kendi dillerini zorlukla konuşurlar, hatta yazarlar bile konuşma konusunda güçlük çeker.
Fantazilerimizde bile tek bir insana olağanüstü güçler vermeye neden çekiniyoruz acaba? Cevabı zor bir soru. Belki de tepemizden hiç eksik olmayan ve bize, “otur oturduğun yerde bakiim” demeye ayarlanmış bir gücün varlığından kaynaklanıyor bu. Bu gücün standartları da tam belli değil, herhangi bir şey onu kızdırabilir ve bize çıkışabilir. Risk almak istemiyorsanız, sizin için en iyisi fazla ileri gitmemek, derinlerde yüzmemek, sınırları zorlamamak oluyor. Unutmayalım hâlâ 301’in tehdidi altında yaşayan bir ülkeyiz ve böyle bir ülkenin çocuklarından özgürce düşünmelerini, yaratıcı olmalarını, uçuk kaçık hayaller kurabilmelerini beklemek belki de pek gerçekçi bir beklenti değil.
Bizdekinin tersine, Amerikan toplumunda insanlar düşüncelerini gür bir ses tonuyla ifade eder, en küçük başarılarıyla bile gurur duyar ve etrafındaki insanlardan da onların bu başarısını onaylamalarını beklerler. Bireye verilen bu önem nedeniyle Amerikan toplumunda doğum günü kutlamaları çok önemli bir olaydır. Ancak bizde hâlâ pek çok kişi doğum gününü etrafındakilere hatırlatarak kendisine vurgu yapmaya çekinir. Toplumun amaçları, içinde bulunduğumuz cemaatin amaçları derken, bireyler kendini yaratmak ve kendini yetiştirmek konusunda sakatlanırlar.
Amerikan toplumunda, önce bireyin kendi düşünceleri, kendi istekleri gelir, daha sonra başkalarınınki... Ayrıca bir Amerikalının, düşünce ve isteklerini özgürce dile getirmekten korkmasını gerektirecek hiç bir neden yoktur. Çünkü anayasanın birinci maddesi bireyin konuşma ve düşünme özgürlüğünü garanti altına almıştır.
Anlayacağınız, ben kendimi de dahil ederek söylüyorum: uzaktan tokmağı davula vurup da “Bu Amerikalılar moron, bu Amerikalılar tek tip, bu Amerikalılar aşırı tüketici, bu Amerikalılar demokrasi nedir bilmiyor” derken, üç kere düşünmemiz ve biraz kendi üzerimize başımıza bakmamız gerekiyor. Amma velâkin, kendimizi iyi hissetmek için kendi uydurduğumuz bütün bu klişelere inanmaya devam edebiliriz de. İste o zaman da kimsenin bizim için yapabileceği bir şey kalmamış demektir.
Bir öneri Eskiden köylerde herkesin evinde bir duvar halısı olurdu; üzerinde otlayan geyikler, fal bakan çingene kadınları vardı... İstanbul’daki genç müzelerden biri, bu halılardan oluşan bir koleksiyonu sergileyerek ilginç bir işe imza atabilir.

25.05.2008 - taraf gazetesi

Biliyorum, kesin içinizden geçiriyorsunuzdur, “bu Hıdır da hep barlar sazları, deliyi doluyu, çayırı bayırı yazıp duruyor, kültür beşiği koca New York’ta ne bir sergi gezdiği var, ne bir tiyatro oyunu izliyor, ne de film görüyor.”
Ben de diyorum ki, böyle düşünüp de günahımı almayın. Tiyatro da izliyorum film de. Ama şimdiye kadar hiçbiri hakkında yazı yazmak gelmedi içimden. Zaten “Chicago” ve “Operadaki Hayalet” dışında izlediğim bütün Broadway showlarının yarısında çıktım. Param telef oldu ama olsun, cana geleceğine mala gelsin. O oyunları izlemek görevim değildi ki sonuna kadar kalayım. Keyif almak için oraya gidiyorsam, sıkılınca da alıp başımı çıkabilmeliyim. Boş yere kendimi niye sıkıntıya sokayım, kanser mi olayım... Oyunları sonunu kadar izlemeyi ise eleştirmenlere ve parasının karşılığını ille de almak isteyenlere bırakıyorum.
Neyse geçtiğimiz çarşamba “A Jihad for Love” adlı bir film izledim. Çok sevdim ve hakkında yazma kararı aldım. Film, bu hafta başından itibaren New York’ta gösterime girdi. Bu belgesel filme kapısını açan sinema ise IFC Center. Tarihi Wawerly sinemasının yeniden düzenlenmesiyle oluşturulan bu sinemada, büyük film stüdyolarının değil, küçük yapımcıların ürettikleri filmler gösteriliyor. Sinemanın çok iyi bir tarafı var: film başlamadan önce reklam göstermiyorlar. Oysa Loews sinema zincirlerinde 15 dakikadan fazla reklam var. Üstelik Loews’da ticari filmler gösteriliyor ve biletler de IFC ile aynı paraya satılıyor.
Her neyse. Film sonrasında yönetmen Parvez Sharma ile buluşacağım için, biri Gümüşhaneli diğeri Karslı olan iki saz arkadaşımla birlikte sinemanın yolunu tuttum. Onlar da film hakkında çok şey duydukları için bu filmin yönetmeniyle tanışmak istemişlerdi. 6. Cadde üzerinden Vest Village’e doğru yürürken kimi görsek iyidir, Chris’i. Ayaküstü ilk söylediği şey, 26 yaşında bir Japon gençle çıktığı. İyi hayırlı olsun, gözümüz yok.
A Jihad for Love, dokunaklı ve etkileyici bir film olmanın ötesinde, Müslüman ülkelerde yepyeni tartışmalara kapı aralayacak bir film. Bu önemi nedeniyle de Amerikan medyasında çok büyük bir ilgiyle karşılandı. Televizyonlarda, radyolarda, gazetelerde filmin --kendisi de Müslüman olan- parlak zekâlı yönetmeni Sharma ile yapılmış röportajlar yayınlanıyor şimdilerde.
Film, farklı Müslüman ülkelerde dinine sıkı sıkıya bağlı kadın ve erkek gaylerin yaşadığı çıkmazı ve trajediyi dile getiriyor. Gay oldukları için önce dinlerinden sürülen bu insanlar, bir süre sonra bütün sevdiklerini geride bırakarak, yanlarından hiç ayırmadıkları Kur’an’larıyla birlikte ülkelerini terketmek zorunda kalıyorlar. Ne ilginçtir ki bu çarpıcı belgeselde, ülkesini terketme gereği duymayan, sokakta sevgilisiyle birlikte rahatça yürüyebilen, birlikte camiye gidip namaz kılabilen sadece İstanbullu lezbiyen bir çift. Bu çiftin filmdeki varlığı Türkiye için son derece pozitif bir propaganda bence.
Filmdeki gaylerden biri olan Muhsin, Pakistan’da yaşıyor, evlenmek zorunda bırakılıyor, çoluk çocuğa karışıyor ve sonunda çareyi Güney Afrika’ya gitmekte buluyor. İranlı gayler Amir, Arsham, Payam ve Moctaba Kanada’ya geçmek için Ankara’da bekliyor. İçlerinden biri, kendi ülkesindeki bir gay partide eğlenirken tutuklanıyor, bir saat içinde 100 kırbaç yiyor ve yüzü gözü mosmor olana kadar dövülüyor. Mazen Mısır’da yaşıyor, hapse atılıyor, işkence görüyor ve tecavüze uğruyor, sonunda Fransa’ya gidiyor.
Yani onlara ülkelerini terketmekten başka bir çare bırakılmıyor.
Filmde hayat serüvenlerine yer verilen gaylerin ortak noktası ise İslama olan güçlü inançları. Onlar İslam içinde kendi kimlikleriyle bir yer aramaya çalışıyorlar, Kur’an’ın kendilerini kabul ettiğine ve Tanrı’nın onları sevdiğine inanıyorlar. Ancak bu konuda İslam inancını tekelinde tutan ve straight erkeklerden oluşan İslam âlimlerini pek ikna edemiyorlar. Bu dışlanma bile onları inançlarından vazgeçirmiyor.
Hatta Güney Afrika’ya yerleşen Muhsin, orada Müslüman cemaatine mensup olup daha açık görüşlü olan her yaştan insanla bir araya gelip toplantılar düzenliyor. Katılımcılarla birlikte eşcinsellik ve İslam konusunda tartışıyorlar. Bu toplantılardaki türbanlı kadınların gay kimliği konusunda ortaya koydukları açık görüşlülük çok şaşırtıcı.
Aslında eşcinsellik ve İslam arasındaki ilişki, Türkiye’de ve diğer Müslüman ülkelerde ciddi ciddi tartışılması gereken bir konu. Öyle görünüyor ki bu mesele İslam âlimlerini ikiye bölecek. Eğer İslami çevreler cemaatlerindeki Müslüman sayısını artırmak istiyorlarsa, Mevlana’nın felsefesinden yola çıkarak camilerin kapısını gaylere de açmalılar.
Benzer sorunu Amerika’da, Hıristiyanlık da yaşadı. Ama gelin görün ki bugün sadece New York eyaletinde 60’a yakın gay friendly, yani gay dostu kilise var. Presbyterian, Methodist, Baptist, Lutheran, Episcopal ve hatta en katı mezhep olan Katolik kiliseleri bile gay dostu kiliseler listesinde yer alıyor. Bu kiliselerin kapısı resmî olarak kadın ve erkek gaylere açık. Kendini Hıristiyan olarak tanımlayan her gay, bu kiliselere gidip ibadetini yapabiliyor.
Müslüman âleminde insanlar değişiyor. Film sonrasındaki konuşmamızda Parvez bir anısını anlattı. Filmin gösterimlerden birinde, Müslüman bir kadın, Parvez’in filmini büyük bir kızgınlıkla izlemeye gelmiş. Ancak sinemadan çıktığında Parvez’e söylediği şey şu olmuş: “Bu filmi izlemeye geldiğimde yumruğumu öfkeyle sıkmıştım. Ancak filmi izledikçe yumruğum açıldı, yumruğumla beraber kalbimi de açtım...”
Şimdi bu ciddi meseleleri bırakalım ve benim asıl ciddiye aldığım resim meselesine gelelim. Ben Parvez ile sarmaş dolaş resim çektirirken, beraberimde gelen saz arkadaşlarım sürekli dikkatimi dağıttıkları için, yüz ifadem tutmamış yoğurt gibi çıktı, ağzım da yamuk...
Bir şey daha: Parvez’le yaptığım röportajı ileriki bir zamanda Taraf’ta okuyacaksınız.
25.05.2008 - taraf gazetesi

Hazır İngiltere kraliçesi Elizabeth Türkiye’yi ziyaret etmişken, bu ziyareti bahane edip kraliçelerle ilgili içime dert olmuş başka bir konuyu dile getireyim.
Biliyorsunuz, prensesler de prensler de pek çok çocuk masalının ana kahramanıdır. Ne hikmetse hepsi de ay parçası gibidir, güzelliklerinden yüzlerine bakmaya kıyamazsınız. Anlayacağınız hiç biri ne gerçek hayattaki kraliçe Elizabeth’e (ki gençliği de alımlı değildi), ne de onun oğlu Prens Charles’a benzer. Masallardaki çirkinler ise her ne hikmetse kötü adam ya da kötü kadın konumundadır.
Peki, ben küçük bir çocuksam ve anam babam uyumam için bana klasik masal kitaplarını okuyorsa, ne olacak halim. Ne olsun ben de oradaki stereotype’lara inanacağım. Keşke çocukların ebeveynlerine diklenip, “neden sadece çirkinler kötü oluyormuş canım” diye sorma güçleri olsa. Gerçeğe dönelim: alın Tansu Çiller’i gayet güzel bir kadın, alın Bush’u gayet güzel bir adam. Söyleyin bana bunlardan hangisi iyi.
Şimdi diyorum ki insanlık, bu prensleri de prensleri de hayatından silmek için az çekmedi, şimdi sıra onları masallardan silmekte.
Ben bu fikrim konusunda yalnız değilim. Yapılan bir araştırmaya göre bu masallarla yetişen çocuklar gençliğin ve güzelliğin hayattaki en önemli değerlerden biri olduğuna inanıyorlar. Üstelik bu masallar beyaz zengin ve güzel insanlarla ilgili çok pozitif bir imaj üretiyor. Bu kalıplarla yetişen çocuğun psikolojisi de hasara uğrayabiliyor tabii. Çünkü ileriki yıllarda karşılaşacağı gerçekler çok farklı.
Purdue Üniversitesi’nden sosyolog Liz Grauerholz bu anlamda Shrek’in çok olumlu bir örnek olduğunu belirtiyor. Çünkü Shrek, Walt Disney’in klasik masal formatlarını alt üst etti. Üstelik seyircisinden de büyük ilgi gördü. Hâlbuki 1800’li yılların Alman masalcıları Wilhelm ve Jakob Grimm kardeşlere kalsa, Fiona’ya ve sevgilisi Shrek’e asla masal kahramanlığı rolü verilmezdi, Shrek’i gardiyan, Fiona’yı da cüzamlı büyücü yaparlardı.
Benzer konu bir yönüyle de Time dergisinin 10 Mayıs 2007 tarihli sayısında işlenmişti. Dergi yazarlarından James Poniewozik, Shrek’in yeni dünyanın masalı olduğunu, bu masalda pop kültürle beslenmiş eski masal kalıplarıyla dalga geçildiğini ve politik olarak da daha adaletli bir atmosfer resmedildiğini yazmıştı.