24.05.2009 - Taraf Gazetesi

Havalar güzelleşince şehir insana dar geliyor, yeşillenen doğaya kaçmak istiyor insan. Bizim Muhsin davet edince, hayır mayır demedim ve Connecticut eyaletine doğru yola çıktım. Oraya gitmenin en kolay yolu 42. Sokak üzerindeki Grand Central adlı terminalden trene binmek. Öyle yaptım zaten. Bu arada Sybil de peşime takıldı, beni yolcu etmek istemiş, “iyi, gel” dedim. Ancak sıcaklar bizim kızın başına vurmuş olacak ki tuhaf tuhaf sorular sordu. Bilet kuyruğundayken başladı, “Balım sana Mega Million’dan (burada büyük ikramiye veren bir loto) 100 milyon dolar çıksa ne yapardın?” “Bilmiyorum Sybil, şu an bir şey düşünemiyorum, ya sen ne yapardın?” dedim. “Anneler Ne Evlatlar Doğurmuş Müzesi açarım” diye yanıtladı beni. “Nasıl yani?” derken hafiften tepinivermişim. Ona göre New York’a turist olarak gelen yabancılar, şehrin yakışıklı erkeklerini sokakta pek göremiyormuş. Çünkü yakışıklılar sabah 7’de işe gidiyor akşama kadar da işte oluyorlarmış. Yani bu erkekler tam turistlerin dolaşma saatinde sokakta yokmuş. Sybil’in kuracağı müze işte bu ihtiyaca cevap verecekmiş. Turistler New York’ta aslında çok yakışıklı erkekler olduğunu bu müze sayesinde göreceklermiş. Bizim hayalperest Sybil bu iş için kendine kadınlardan oluşan timler kuracak. Bu timler sabah saatlerinde metroların çıkışlarını tutacak ve oradan işine gitmeye çalışan yakışıklı erkeklere şu teklifte bulunacak, “Merhaba sıcak beyefendi, müsait olduğunuz zamanlarda müzemizdeki özel kaidelerin üzerinde iç çamaşırınızla durabilir misiniz. Size saatine 150 dolar ödenecektir.” Teklifi kabul eden erkeklerin müzede üzerinde duracakları kaidelerin önüne ise o erkeklerin ana adı, doğum yeri, etnik kökeni ve her türlü ölçüsünün yazılı olduğu bir plaka asılacakmış. Tabii bir de “dokunmak yasaktır” uyarısı.

DÜNYANIN EN BÜYÜK TREN GARI


Kredi kartıyla 14 dolar ödeyip bileti aldıktan sonra, trenin hareket edeceği istasyonu aramaya başladık. Burası dünyanın en büyük tren garı. Tamı tamına 44 tane tren kalkış platformu mevcut. Bütün bu platformlar, neredeyse bir futbol sahası büyüklüğünde olan, çok yüksek tavanlı bir yolcu bekleme salonuna açılıyor. Bu yapı bana hep 1001 gece masallarındaki kuyuları ve kuyuların dibinde her biri başka yöne giden tünelleri anımsatıyor. Biz New Yorkluların gurur duyduğu bir yapı bu. Çünkü 1913 yılından beri hizmet veren bu yapı, hem mimari açıdan, hem de mühendislik açısından muhteşem bir eser. Zaten bu değeri nedeniyle pek çok Hollywood filmi için de mekân olmuş. Brian De Palma’nın yönettiği Dokunulmazlar filmini izlediyseniz oradaki ünlü merdiven sahnesini hatırlarsınız. Hani bebek arabasının merdivenden aşağıya indiği, Kevin Costner’in elindeki silahla bir sürü adamı devirdiği sahne işte bu istasyonda çekildi.

Neyse, Sybil gitti, ben trene bindim. Bir buçuk saatlik bir yolculuğun ardından ineceğim istasyona yani Stamford’a geldim. Muhsin arabasıyla beni istasyondan aldı. Çok açtım, hemen Norwalk’da bir lokantaya gittik. Burası insanların hem yemek yediği, hem sağa sola yerleştirilmiş ekranlardan spor karşılaşmalarını izlediği ve de bir şeyler içtiği bir spor bar aslında. Sadece bir bardak siyah bira içtim. Yanında da döneri andıran ve Philly steak denilen bir sandviç yedim.

Ertesi gün arabayla bölgedeki kasabaları turladık, plajda yürüdük, ormanda kısa bir yürüyüş yaptık ve Westport’ta cupcake’i ve kahvesi meşhur olan Crumps da mola verdik. Oradan çıkınca hemen karşıdaki kütüphaneye uğradık. Kasaba küçük ama kütüphane inanılmaz büyük ve güzel, insanın ayrılası gelmiyor. Ne de olsa bu yöre insanları çok zengin ve yaptıkları bağışlarla burayı ayakta tutuyorlar. Bu kasabanın zengin sakinlerinden biri de 2008 yılında yaşamını yitiren Paul Newman. Newman bence önünde diz çökülecek bir adam. Biliyor musunuz bilmiyorum ama rahmetli, Newman’s Own, diye organik ürünler üreten bir marka yarattı (Ben limonatasını çok severim). Öyle bir şirket ki vergi ve diğer masraflar çıktıktan sonra kalan gelirin hepsi yardım kuruluşlarına bağış olarak gidiyor.

Bu arada Muhsin, Connecticut’tan sıkıldığını çünkü kendini yalnız hissettiğini anlattı. Bu nedenle daha önce yaşadığı Arizona’ya taşınmak istiyor. Oraya dönünce her şeyin daha iyi olacağına inandırmış kendisini. Oysa burada doğanın içinde çok güzel bir evde yaşıyor, işine çok yakın, hafta sonları bir saat direksiyon sallayıp New York’a inebiliyor. Muhsin’e, bizim gazetenin internet ortamında gönüllü tanıtımını yapan Fazıl Tar’ın bana facebook’dan gönderdiği bir Baudelaire dizesini hatırlattım: “Ben nerede değilsem, orada iyi olacakmışım gibi gelir”, sonra da ekledim, ”Muhsincim, sen de bu dünyevi yanılgıya düşme, otur oturduğun yerde, mutluluğu başka şehirlerde değil, kendi içinde ara.”

edit post

Comments

0 Response to 'Mutluluk, ben nerede değilsem orada mı acaba?'