28.02.2010 - Taraf Gazetesi

Işten çıktım, Abdullah’ın evinde çiğköfte partisi var, çabuk olmalıyım yoksa bana kalmaz. E trenine bindim, Downtown yönüne gidiyorum. World Trade Center (Dünya Ticaret Merkezi) durağında indim. Kentin bu tarafını pek sevmiyorum, yüksek binalar var ve akşamları çok sessiz oluyor, bana İstanbul’daki Mecidiyeköy’ü anımsatıyor.

Ding-dong! Zili çaldım, kapıyı tanımadığım biri açtı, içeri daldım, Allah sizi inandırsın, santimetrekareye bir kişi düşüyor, ayakkabılar çıkarılmış, ıhğğgğ, çorapların kokuları havada bulut olmuş, yerlerde gazeteler, bir uçta bir leğen, diğer uçta başka bir leğen, çiğ etler leğenlerin içinde, çok vahşi bir manzara, üstelik bu insanların bazıları Türkçeyi bozarak yani Anadolu aksanıyla konuşuyorlar, bu halleriyle bir de kalkmış New York’a gelmişler, bir Amerikalı burada olsa, medeni Türkiye imajı ciddi ciddi yara alacak.

He he he ŞOK OLDUNUZ değil mi: olmayın olmayın, çünkü şaka bu, elbette böyle düşünmüyorum, ne haltlar karıştırdığımı ileriki satırlarda anlayacaksınız. Baştan alayım, o gün o kalabalık salonda çok iyi vakit geçirdim, hatta kendimi ailemle geçirdiğim kalabalık yılbaşı akşamlarından birindeymişim gibi hissettim. Mastır öğrencileri ve beyaz yakalıların çoğunlukta olduğu bu insanların her biri işin bir ucundan tutuyordu; kimi marul yıkıyor, kimi servis yapıyor, kimi çay demliyordu, sevimli bir manzaraydı. Adanalı mühendis Mehmet Çoban ve Diyarbakırlı eğitimci Mustafa Elaldı’nın yoğurdukları çiğköfte ise çok lezzetliydi, yalnız Diyarbakır tarafı acıyı çok koymuştu, netekim o gün bugündür içim fena yanıyor.

Odanın başucundaki sazlı Cahit Oktay ve udlu kayınpederi Yavuz Aydın güzel türküler çaldılar. O gece bayağı iyi beslendik, sağolsun bu parti Necmettin Hoca (Erbakan değil Kızılkaya) Türkiye’ye kesin dönüş yaptığı için yapılmıştı. Arkadaşım Murat Berk’e dönüp, “Eğer böyle olacaksa her hafta bu gruptan bir arkadaş Türkiye’ye kesin dönüş yapsa keşke... ” dedim ve çayımı yudumladım, yarasın!

Şimdi başa, yani sizi şok etmeye çalıştığım zihniyete geri döneyim, aslında bir zamanlar Türkiye’deki “kentli” kesim (belki de elitist kesim demek lazım) tarafından çok da içselleştirilmiş bir zihniyet bu, hâlâ da sürüyor, hatta kendini kentli gibi hissetmeye çalışan taşradan göçmüş entelektüel, bürokrat ve beyaz yakalılar da bu zihniyetin bir parçası oldular: Bu kesim kendilerine özgü bir estetik lezzete (Cumhuriyet gazetesi aracılığıyla üretilen ve çoğaltılan Kemalist estetik) sahipler. Onlar bu estetiğin terazisine biz köylüleri koyduklarında pek bir ederimiz olmadığını düşünüyor ve bizlerden hoşlanmıyorlardı, çünkü kendileri ev sahibiydiler, dolayısıyla biz kalıcı misafirlerin her şeyi onlara batıyordu; agresiftik, kötü kokuyorduk, kötü giyiniyorduk, Türkçeyi aksanlı konuşuyorduk, eğitimsizdik, yoksulduk, şehirde yaşama nizamını bilmiyorduk. Aslında sözünü ettiğim bu sözde kentlileri asıl kızdıran nokta onlara asıllarını hatırlatıyor olmamızdı; tam Batılı gibi olduklarına inandıkları an, zırt diye karşılarına çıkıyor, onları uykuya yattıkları muasır medeniyetler masalından uyandırıyorduk. Kentlilerin bigudili anaları, bizim tülbentten eşarba dönen analarımıza burun kıvırıyor, başına türban takan kızlarımızı kadın hakları Azraili gibi görüyorlardı. Aslında onların sorunları bir yere kıpırdamadan köylerinde yaşayan köylülerle değildi, hatta onları sevdikleri bile söylenebilirdi, nitekim bünyelerinde yetiştirdikleri yeteneksiz sanatçılar aracılığıyla biz köylüleri, köydeki halimizle sanata yansıtma inceliğini bile gösterdiler. Nuri İyem koca gözlü resimlerimizi çizdi, sırf bu nedenle toplumcu sanatçı payesi bile aldı, oysa Meksika’nın toplumcu sanatçısı olan ve sıkça Meksika köylülerini resmeden Diego Rivera ile kıyaslandığında Nuri iyem aslında biz köylülerin hiçbir şeyini ifade etmeyi başaramamış, şişirme bir ressamdı. Bu iyi kalpli kentliler, İstanbul yüzü görmeden köylerimizde bestelediğimiz türkülere de önem verdiler, Cemal Reşit Rey, Ahmet Adnan Saygun gibi isimlerden oluşan Türk beşibiryerdeleri türkülerimizi klasik müziğin diline çevirip, dinlemesi çok sıkıcı bestelere imza attılar. Ancak ne zaman ki köyümüzden göç edip kente yerleştik ve kendi bestemizi kendimiz yaptık, o zaman kentlilerin keyfini kaçırıverdik, yeni müzik türümüz olan arabesk hor görüldü, bu türün yaratıcısı olan ve Karadeniz’den İstanbul’a göç etmiş sanatçı Orhan Gencebay TRT’nin eşiğinden içeri sokulmadı, aynı şekilde Balkanlardan gelen ve dahiyane bir müzisyen olan Ciguli ise “seviyesiz soytarı” olarak damgalanıp paket yapıldı ve piyasadan silindi. Konu devam edecek: Medeni hayat misyonerliğine soyunan asimilasyoncu Türk reklamcıları, evlerdeki 12 kişilik yemek masası akımı ve New York küstahlığı ise haftaya...


TEK KELİMEYLE


Sişmanım ve isteyenim çok

Şarkıcı Jessica Simpson, Güzelliğin Bedeli adlı yeni bir TV programına başladı, aldığı kilolar nedeniyle üzüntülü olan Jessica, show gereği farklı ülkeleri geziyor ve kadınların farklı güzellik anlayışlarını inceliyor, hatta bir Afrika köyünde etli butlu kadınların evlenmek için daha makbul olduklarını görünce çok şaşırıyor.

Boks spor değil, yasaklansın

Uzakdoğu dövüş tekniklerinin kombinasyonu olan Mixed Martial Arts, New York’ta yasak, ancak şimdi bunun yasallaşması gündemde; bu “sporu” New York’ta istemeyenler var, onlara göre boks bile spordan sayılmamalı ve yasaklanmalı, çünkü son 100 yılda binin üzerinde boksör ringlerde öldü, sakat kalanlar ise daha çok.

Sarhoş musun, gel karakola

Bu Texas garip bir eyalet, polisler rastgele bir bara girip oradakileri sırf sarhoş oldukları için tutuklayabiliyorlar, nedeni ise eyaletteki alkol zehirlenmesi ile ilgili yasa. Bu tuhaf yasanın arkasına sığınan ırkçı polisler, özellikle Meksikalı göçmenlere musallat oldular, şimdi bazı gruplar yasanın değiştirilmesi için çarpışıyor.

İklimden kaçtım, ülkenize sığınıyorum

Ülkelerindeki siyasi baskılar nedeniyle başka ülkelere siyasi sığınmacı olarak göç edenlere alışığız, ancak Avustralya ve Hawaii arasındaki küçük adalarda yaşayan Tuvaluların çevre ülkelere sığınma talebi siyasi baskılar değil iklim, çünkü global iklim değişikliği nedeniyle ülkeleri sular altında kalıyor. 
edit post

Comments

0 Response to 'Bigudi ve tülbent'