03.08.2008 - Taraf Gazetesi


İlginç değil mi hâlâ rüyalarımda Dersim’i görüyorum. New York neresi Dersim neresi… Dağların tepesine kurulmuş, sırtını Düldül tepesine dayamış güzel mi güzel, şirin mi şirin bir şehir Dersim. Dizinin tam dibindeki Munzur nehri, her zaman aceleyle ve köpürerek akıyor. Bu asabı bozuk nehir, biraz ileride, ince belli, sakin bir Kürt kızını çağrıştıran Harçik çayıyla buluşuyor. Neyse ki bu birleşme Munzur’un maço karakterini birazcık yumuşatıyor.


Munzur’un oluşturduğu dar vadinin her iki yanı meşe, söğüt ve meyve ağaçlarıyla dolu.


Sıcak bir günün öğlen arası, tek başıma oturmuş elimdeki sandviçi yiyorum. Dalmış gitmişim, derken Manhattan’daki gökdelenlerin arasından yukarıya doğru havalanıyor, gökyüzüne yükseliyorum... Sandviç mi zehirledi, öldüm mü ne. Bu yazıyı yazdığıma göre hâlâ hayatta olmalıyım. Durun, göğe yükselme olayının devamını getireyim. Sahiden uçuyordum. Uçarak okyanusları ve dağları aşıp Dersim’e vardım. Zaman ayarlı bir uçuş değil bu. Eskilere gitmişim. 1970’lerin sonuna. Pamuğumsu yaz bulutlarının üzerine yüzükoyun serilip, başımı uçtan sarkıtarak aşağıda olan bitenleri gözetliyorum. Kıyıda bir yerlerde, bir grup çocuk ağaçların serin gölgesine sığınmış, hummalı biçimde çalışıyor. Amaçları söğüt dalından olta yapmak.


Tam bir ekip çalışması içindeler. Ali Ekber Diribaş, içlerinden en usta olanı, diğerlerine işin inceliklerini öğretmeye çalışıyor. Kardeşi Muzaffer, şimdiden toprağı eşeleyip, yem olarak kullanılacak solucanları “Evet” yağlarının sarı renkli boş tenekesine dolduruyor. O’nun ikide bir elinin tersiyle burnundaki sümüğü temizlemesi, Devrim’i sinir ediyor. Muzaffer de Devrim’in sürekli osurmasına sinir oluyor. Yediği ezik eriklerin etkisine engel olamayan Devrim, çözümü gidip biraz ilerdeki minik su göletine kıçını daldırmakta buluyor, ardından da suyun üzerinde oluşan ve sonu bir türlü gelmeyen hava kabarcıklarını sayıyor: 1, 2, 3,… 14,… 28,… İnan ise bir süre sonra sıkılıp gruptan ayrılıyor ve bir başka minik gölete yönelip, kıyısına çöküveriyor. Elini suya daldırarak jet hızıyla hareket eden yavru balıkları yakalamaya çalışıyor.


Küçük bir kaz sürüsü gürültü yaparak çocukların arasından geçiyor.


Nihayet, suyunun soğukluğuyla meşhur Munzur’un lezzetli alabalıklarını yakalamak için oltalar hazır. Eğer iyi bir balık yakalarlarsa annelerini sevindirecekler. Akşama güzel bir yemek yiyecekler, sebze yemeklerinden bıkmışlar çünkü.


O çocukların arasında ben de varım, yani arkadaşlarımın seslenişiyle Xıdo. Henüz ilkokul 4. sınıfa gidiyorum. Üzerimde ıslak beyaz bir don var. Gülnaz ablamın, plastik leğende, Omo’nun etkili temizlik gücüyle çitileye çitileye yıkayıp bembeyaz ettiği donun rengi, gün içinde beyazlıktan çıkmış bile. Neyse donu boşverelim. Oltam tamamlanınca aniden yerimden fırlayıp koşa koşa nehre gidiyorum. Ayaklarım serin suya değince misinamı nehrin ortasına vın diye fırlatıyorum. Balıklara sesleniyorum, “şimdi yandınız güzelim”.


Dersim kentini çok seviyorum, orada çok mutluyum, Munzur nehrini seviyorum, nehrin etrafındaki bahçeleri seviyorum, dere kenarlarında sıralanan ve dalları Bob Marley’in saçları kadar gür ceviz ağaçlarını seviyorum, oraların yumuşak başlı insanlarını seviyorum, çünkü onlardan Alevi olduğumu saklamak zorunda değilim, herkes Alevi zaten. Köylerdeki ormanlara ise aşığım, aşığım da aşığım.


Bu ormanları görebilmek için türlü numaralara başvuruyorum. Köylerden gelin getirmeye giden düğün konvoylarına katılan minibüslerin içine gizleniyorum. Yollar ormanların içinden geçiyor, yol bitince yolculuk katır sırtlarında veya yaya olarak devam ediyor. Ormanların kıyısındaki köylere gidiyoruz…


Ormanı ilk Dersim’de görmüştüm. Ormana adım attığınız anda başka bir dünya başlıyor; serin havası, çeşit çeşit yaban hayvanları, bülbül sesleri, güzel kokulu bitkileri, yaban armutları, buz gibi kaynak suları, belki cinleri ve perileri...


Peki bu ormanlar şimdi ne âlemde? Duyduklarıma göre artık yerlerinde yeller esiyor. Peki, keçiler mi yedi bitirdi, yok… Peki orman siyasal baskılardan bezip yürüdü ve Kanada’ya iltica mı etti, yok… Peki müteahhitler söküp yerine apartman mı dikti, yok… O halde ne oldu? Tabii ki yandı bitti kül oldu. Peki, kim yaktı? Ben de bilmiyorum, yani zannedersem bilmiyorum. Aslında, ben çok saf ve temiz kalpli bir insan olduğum için hep münasebetsiz piknikçilerden şüphe ediyordum, belki de ormana geziye çıkmış izcilerden de şüphe etmek lazım, bilemiyorum. Bazen de aslında bir şeyler seziyorum ama başıma iş açmayayım diye “göremiyorum Cüneyt-duyamıyorum Hülya” numaralarına yatıyordum. Ta ki bir gün üç Hollandalı akademisyenin hazırladığı çalışmayı okuyana ve iyice ikna olana kadar. Onların “Türkiye’nin doğusunda, isyan bastırma yöntemi olarak orman yakımı” adını taşıyan çalışması, bana bir anımı hatırlatmıştı.


Yıllar önce Süleyman Demirel ve Halis Toprak’la birlikte Diyarbakır Lice’ye, Toprak Holding’in kurduğu mermer fabrikasının açılışına gitmiştik. Herkes Demirel’in konuşmasını dinlerken, ben başka âlemdeydim: O’nun söylediği basmakalıp, hiçbir samimiyet içermeyen, bir cümlesi diğerini diğeri ötekini inkâr eden, nereye çekseniz oraya gidecek kadar sakızlı laflarını dinlemekten sıkıldım. Tıpkı yavru bir dağ keçisi gibi takım elbiseli beylerin arasından, kendime yol aça aça, kalabalığın dışına çıktım. Yerli halkın arasında dolaşıyor, onları dinlemeye çalışıyordum. Bir gence sormuştum, “Bu yamaçlar çok çıplak, hiç mi ağaç yetişmez”. Cevabı şu olmuştu: “Oralar ağaç doluydu, hepsi yandı”. Devam ettim, “Peki niye yandı, şimşekten mi yoksa biri mi yaktı? O zamanlar çok tehlikeli bir soruydu bu, dolayısıyla o genç, cevabını sözcüklerle değil, gözlerindeki ifadeyle vermeye çalışmıştı? Dediğim gibi saf olduğum için anlayamamıştım, yani zannedersem anlayamamıştım.


Kürt illerindeki ormanların neden yandığının cevabını Joost Jongerden, Jacob van Etten ve Hugo de Vosadli adlı üç Hollandalı akademisyen açıkça veriyor. Bu üç fesat akademisyene göre, ordu, bir savaş taktiği olarak Kürt illerindeki ormanları yakıyor. Böylece PKK adına savaşan gerillaları daha rahat takip edebileceklerini hesap ediyorlar. Ordu yetkililerine saf saf sormak lazım, “Hakikaten öyle mi, cidden yakıyor musunuz? Peki, ormanlar yanınca doğanın dengesi bozulur diye hiç mi endişe etmiyorsunuz? Orman ürünlerine bağımlı yaşayan bazı Kürt köylüleri açlıkla yüz yüze gelmiyor mu, ormanı vatan bellemiş geyikler yanarak can vermiyor mu, ormana âşık çocuklar üzülmüyor mu, çıplak kalan toprak, yağmurlarla sürüklenip gerisinde sadece çorak ve verimsiz bir arazi bırakmıyor mu, bütün bunların hiç bir önemi yok mu? Önce vatan, vatanın selameti için yan vatan yan ha… Bu ne yaman bir çelişki.


Şimdilerde Taraf sayesinde öğreniyoruz ki Dersim’in yanı sıra Elazığ, Hakkâri, Siirt, Mardin, Bingöl, Diyarbakır, Şırnak gibi Kürt illerinde ormanlar cayır cayır yanıyor. Halk bu işin sorumlusu olarak piknikçileri değil, orduyu işaret ediyor. Zaten söndürmek için yangına müdahale bile edilmiyormuş. Halk da edemiyor, kurşunu alınlarının çatına yemekten korkuyorlar. Bu haberleri okuyunca kafayı yiyecek gibi oluyorum. Nasıl bir politika bu: ormanları yak çöle dönsün, vadileri doldur baraj gölüne dönsün, tarihî eserler su altında yüzsün, Kürtler yerinden yurdundan kopup yolla düşsün, per perişan olsun…


Ordu her tarihte ordu, devlet ise her tarihte devlet. Dolayısıyla, orman yakmak da geçmişte pek çok ordunun denediği vahşi bir savaş taktiği. “Düşman” canına rahatlıkla kıyabilenler, düşman topraklarındaki ormana da rahatlıkla kıyabiliyorlar. Ancak bu devirde, hem de kendi vatanındaki ormanı yakıp, hayatı kendi halkına zindan eden ordu örneği başka bir yerde var mı bilmiyorum.


Georgetown Üniversitesi’nden J.R. McNeill’in Ormanlar ve Savaş adlı araştırmasına göre ormanları içindekilerle birlikte cayır cayır yakma konusunda Amerikan ordusunun sicili çok bozuk. Amerikan ordusu, Vietnam savaşında ormanların derinliklerinde gizlenen Vietkonglar’la bir türlü başedemeyip, çareyi onların üzerine Napalm bombası atmakta buldu.


Bu kararla birlikte tonlarca bomba yağdı Vietnam üzerine. İşi öyle abarttılar ki, 2. Dünya Savaşı’nın bütün cephelerinde atılan bombadan daha çok bombayı Vietnam’a attılar. Bir çeşit alev bombası olan Napalm’la güzelim yeşil ormanlar hayalet ormanlara dönüştü (YouTube’dan “Vietnam Napalm” diye arayın, bu bombanın nasıl işlediğini izleyin). Hayvanlar da insanlar da cayır cayır yandı. 1965-73 yılları arasında 22 bin kilometrekare orman yandı, bu oran ülkedeki tüm ormanların yüzde 23’ü demekti. Ancak uzun vadede bu bombalama sivil halkın nefretini daha da arttırdı ve bu nefret Amerikan ordusuna koca bir yumruk olarak geri döndü.


Tarihteki bütün sinir bozucu imparatorluklar gibi, hükümranlıkları boyunca, sağı solu, aşağıyı yukarıyı işgal etmekten geri kalmayan ve yüzölçümü olarak şiştikçe şişen Romalılar da orman yakma konusunda pek ustaydılar. Romalı yazar Lucretius, askerlerin orman yakmasının arkasındaki gerekçeyi şöyle özetliyordu: “etrafı aydınlatarak düşman birliklerini yakalamak”.


Nitekim Romalılar Galya ve Britanya’da planlı olarak pek çok orman yaktılar. Yine Avrupa’da süren 30 yıl ve 100 yıl savaşları sırasında özellikle Fransa ve Belçika’daki ormanlar çok tahrip oldu. 1. Dünya Savaşı’nda da aynı tahribat yaşandı.


Çin imparatorları da orman yakmayı bir çeşit düşmanı kolayca dize getirme taktiği olarak kullandılar. Ming ve Qing hanedanlıkları döneminde Guizhou bölgesindeki etnik azınlığı sürmek için bu yola başvuruldu. Bu bölge dağlık ve ormanlıktı. Hanedanlık, yerel yönetim karşısında her defasında bozguna uğrayınca, çareyi doğaya saldırmakta buldu. Ormanlar yakıldı, yollar açıldı, buna rağmen o bölgeye hâkim olmak Çin hanedanlığının iki yüzyılını aldı.


İmparatorluk Rusyası da eski Çin’in taktiğini aynen uyarladı. Kuzey Kafkasya’da, 1760’larda başlayan gerilla ayaklanmacılarını bastırmak için önce ormanları ortadan kaldırdılar.


1920’lerde başlayan Rif savaşında ise İspanyollar ve sonradan işin içine giren Fransızlar, Fas’ın kuzeyinde, güzelim sedir ormanlarını bombalayarak yaktılar. 1944-49 yılları arasındaki Yunan iç savaşında da benzeri manzaralar yaşandı. Komünist savaşçılar, ülkenin kuzeyindeki ormanları bir sığınma kalesi olarak kullandılar. Amerika ve İngiltere destekli Yunan ordusu, komünistlere yuva olan ormanları Napalm bombasıyla yakmakta hiç bir sakınca görmedi.


Her neyse, bu eski savaş âdetinin hayaleti şimdi Kürt illerinde dolaşıyor. Ama size bir şey söyleyeyim, Xıdo bu işe çok kızgın.

edit post

Comments

0 Response to 'Yan Dersim yan'