27.07.2008 - Taraf Gazetesi


Kimseyi hor gördüğüm sanılmasın. Sadece söylemek istiyorum, söyleyeceğim de: Türkiye’deki erkekler, saçlarını taramaktan neredeyse kafa derilerini yüzüyorlar ama nedense vücutları konusunda aynı özeni göstermiyorlar. Allah ne verdiyse onunla idare ediyorlar: omuzları dar, kolları ince. Yaş biraz ilerleyince göbek de çıkıveriyor. Bu aşamadan sonra vücudun nasıl bir şekil aldığını siz benden daha iyi biliyorsunuz.


Ben kızların yerinde olsam, bir organizasyon kurar, bütün diğer kızlarla birlikte erkekleri veto ederdim, ta ki vücutlarına çeki düzen verene kadar. Dost-ahbapla sohbet ederek harcanan zamanın yüzde 10’unu koşarak harcasalar, vaziyetleri böyle olmayacak. Vurgulamakta yarar var; spor yaparak vücudunu geliştirme konusunda galiba genç kuşak gay erkekler daha gayretli ama onların da kızlara bir faydası yok.


Şimdi, ben ne haldeyim onu size söyleyeyim. Ağzımdan çıkanları duyunca diyeceksiniz ki “dinime küfreden bari Müslüman olsa”. Deyin bakalım… İki ay öncesine kadar, “Allah bağışlasın” dedirtecek ölçüde kocaman bir göbeğe sahiptim 1,5 yıl boyunca spora ara vermenin cezasıydı bu. Aslında omuzlarım, kollarım ve göğüs kafesim fena değildi ama göbek vardı işte..


Her şeyin farkındaydım, insan içine çıktığımda, eskiye oranla daha az kişi beni kesiyordu... Fakat bütün bu sosyal yan etkiler, göbek sorununa el koymam konusunda bende en ufak bir kıpırtıya yol açmadı. Fakat günün birinde, internette, Ahmet Altan’ın boydan çekilmiş bir resmini görünce her şey değişti. Çok açık saçık belliydi ki Ahmet Bey’de bir gram yağ, bir santim göbek yoktu. Allah allah, bu yaştaki insana bak, ben yaştaki insana bak… Onu öyle görünce kıskançlıktan burnumdan dumanlar çıkarmaya, ardından sağ ayağımla toprağı eşelemeye başladım. Nasıl oldu hatırlayamıyorum, kendimi bir anda New York Sports Clubs’da (NYSC) buldum, sanki oraya ışınlanmıştım.


Bu spor kulübünde, aylık 74 dolar ödemeyi kabul ettiğim 1 yıllık bir kontrata imza attım. Ayranım yok içmeye ama ne yapayım, ben de böyleyim işte, harcamaktan elimde üç kuruş birikmiyor, Böyle giderse sonum Cahide Sonku gibi olacak. O hiç değilse otel odasında ölmüştü, zannedersem ben sokakta öleceğim. Amaaaan ölürsem öleyim.


Benim katıldığım NYSC şubesi yeni açılmış. Her şey pırıl pırıl, yer geniş. Her koşu, yürüme ve merdiven bandına bağlı kişiye özel küçük televizyon ekranları var, koşarken kulaklığınızı takıp istediğiniz kanalı izliyorsunuz. Benim umurumda değil gerçi, çünkü ben bu aletleri kullanmıyorum, daha çok ağırlık kaldırıyorum, bazen saunaya girip ter atıyorum.13 sokak ötede yer alan bu spor salonuna gitmek için koşuyorum. Eve dönüşte yürüyorum.


Eee sıkı çalışmamın karşılığını iki ay sonra aldım. Göbek neredeyse kayboldu, bunun üzerine Kadir bana önünde Batman amblemi olan daracık bir tişört hediye etti. Ben de yeni tişörtümü göbeksiz vücuduma geçirip, hemen bir vapur gezisi partisine katıldım, kendimi dosta düşmana göstermeliydim.


Arkadan çarklı, eski ama şirin bir buharlı nehir vapuruyla yapacaktık bu geziyi. Vapurumuz Chelsea’deki iskeleden kalkacak, Manhattan’ın güney burnunu, yani Financial District denilen kısmı dolaşıp, Ellis adasının önünden, Doğu nehrine geçecekti.


Ahhh ahhh. Bir zamanların en gözde, en güvenilir, en romantik ve en hızlı yolcu taşıma aracı olan vapurlardan geriye kala kala, turistik gezi amaçlı kullanılan bir kaç vapur kalmış. Oysa eskiden bu nehirlerin üzerinden vızır vızır yolcu vapurları geçermiş. Hele 1861’de hizmete giren The Mary Powell adlı bir vapur varmış ki görenleri kendine âşık edermiş. O’na Hudson nehrinin kraliçesi derlermiş. O güne kadarki buharlıların en sükselisi, en şıkı, en hızlısıymış.
Bu kraliçe, tam 55 yıl boyunca Hudson üzerinde fing atıp durmus.


New York’ta nehir üzerinde ilk buharlı gemi ile yolcu taşıma işi 1807’de başlıyor. Seferler New York ile Albany arasında yapılıyor. O zamanlar vapur ulaşımı Robert Fulton’a ait şirketin tekelindeydi. Ancak 1824’te bu tekel kırılıyor. Rekabet hareketlilik getiriyor ve işler hızla büyüyor: Nitekim 1819’larda sekiz buharlı gemi varken, 1840’a doğru bu sayı 100’ün üzerine çıkıyor. The Erie, Champlain, Delaware-Hudson kanallarının açılmasıyla, buharlı gemiler, yolcu ve yük taşımacılığı için daha da ucuz araçlar haline geliyor. The Erie kanalı, tahıl ambarı olarak bilinen Orta Batı (Midwest) bölgesinin tarım ürünlerinin New York’a ulaşmasını sağlıyordu. The Delaware-Hudson kanalları ise Pennsylvania kömürlerini şehre ulaştırıyordu.


Çok eskilere daldım, afedersiniz. Günümüze dönüyorum hemen. Vapurumuz Chealse’deki iskeleden hareket etti. İçindeki insanlar pek bir rahattı. Pek çok erkek tişörtünü çıkarmış, ben de çıkarmak istiyorum ama utanıyorum . En sonunda nasıl oldu hatırlayamıyorum üzerime kazayla bira döküverdim, Hay allah, ne fena. O ıslak tişörtü üzerimde taşıyamazdım, dolayısıyla çıkarmalıydım, nitekim çıkardım da. İyi ki de çıkarmışım; başkaları tarafından hayranlıkla süzülmek ne güzel bir duyguymuş; yeniden hatırladım.


Ben deniz, Bill, Edward, Jorge ve diğerleri vapurun en ön güvertesindeyiz, serin serin... Doğu nehrine girmek üzereyken nehirdeki şelaleler göründü, hepimiz çok heyecanlanmıştık. Suyun içinde şelale deyince, gerçek şelale sanmayın. Gerçek bir şelaleye benzetilerek yapılmış yapay bir şelaleden söz ediyorum. Aslında bu bir sanat projesi. İzlandalı sanatçı Olafur Eliasson tarafından gerçekleştirilmiş Toplam dört tane olan ve 90 ile 120 foot (1 feet 30,48 cm, siz hesaplayın artık) yüksekliklerinde olan bu şelaleler, belediyeye 15 milyon dolara malolmuş. Nehrin içine kurulmuş demirden bir inşaat iskelesi düşünün, o iskeledeki borular yukarıya su taşıyor ve sonra su o yükseklikten aşağıya nehre düşüyor, Şelaleler sabah 7’den akşam 10’a kadar her gün çalışıyor. Belediye başkanımız Bloomberg, bunun şehre 50 milyon dolarlık katkı sağlayacağı görüşünde. Çünkü turistler sırf bunları görmek için şehre akın ediyor. Aydınlatma için kullanılan lambalar güneş enerjisiyle çalışıyor, suyu yukarıya çıkaran pompaların çalışması için gerekli enerji ise nehirdeki akıntıdan elde edilen enerji.


Ben özellikle Brooklyn köprüsünün ayaklarının dibindeki şelaleyi çok beğendim, hava kararınca daha da güzel gözüküyor. Vapur, Governor adasına yaklaşınca, Bill herkesin şelalelerle ilgili bir düş kurmasını istedi. Bende düşten çok ne var, ilk ben başladım zaten. Düşüm şuydu: Şelalenin yüksekliği Empire State binasının yüksekliğiyle eşitleniyor. Ortaya çıkan yeni şelalenin tam tepesine çıkıyorum, üzerimde bir tek mayo var, kaslarım dört kat daha büyümüş. Şelaleden tarihî bir rekor denemesi atlayışı gerçekleştireceğim. Herkes başaracağıma o kadar inanmış ki daha atlayış yapmadan boynuma sıra sıra altın liralar takmışlar. Bütün New York toplanmış, beni izliyor. Düdük sesini duyunca hop diye atlıyorum, yer çekimine meydan okurcasına yavaş yavaş, tıpkı bir yaprak gibi düşüyorum nehre. Bu arada beni çekmek için yarışan TV kameramanlarına el bile sallıyorum düşerken. Sonra aniden dev bir kuş beliriyor, hızla yaklaşıyor ve beni gagasına aldığı gibi güneşin battığı yöne doğru uçuyor. Bütün liralarım dökülüyor. Dolayısıyla ne New York şelalesinden atlayabiliyorum ne de dökülen liralarımı toplayabiliyorum. Ortalık inanılmaz derecede karışıyor, herkes, hatta başkan Bush bile “Hıdır’a ne oldu? Çabuk Onu bulun getirin!” diye emirler yağdırıyor. Solcu sinemacı George Clooney ise “Hıdır olayı, ülkeyi mahveden Bush rejiminin ihmalkârlığının yeni bir örneğidir, ya O’nu bulursunuz ya da bu ülkeyi terk ederim” diyor.


Bu manasız düşe kendimi öyle kaptırmışım ki şarkı söylerken gözlerini kapayan sanat musikisi sanatçısı Nesrin Sipahi gibi ben de gözlerimi kapamışım. Gözlerimi tekrar açtığımda ise etrafımda kimse yoktu, bizimkiler vapurun üst güvertesine çıkmış, diğer yolcularla birlikte dans ediyorlardı. Hay Allah…


*** *** *** ***


“YA SEV YA DÜZELT”


Bizdeki “Ya sev ya terk et sloganı” (Leave it or love it) Amerika’da da çok kullanılıyor. Birileri bir şeyleri eleştirmeye kalktığında bundan gocunan milliyetçiler, hemen onların önünü kesmeye çalışıyor ve “kardeşim, ya sev ya terk et” diyorlar. Bu lafa sinir olanlarsa, “kardeşim, başlatma şimdi, ne severim ne de terk ederim, vatan sizin tapulu malınız mı, istediğimi söylerim” karşılığını vermekten kendilerini alamıyorlar tabii.


Good Magazine adlı yayın, milliyetçilerin bu meşhur sloganından yola çıkarak yeni bir slogan geliştirdi: “Ya sev ya düzelt” (Love it or fix it). Yani eğer ortada sevilmeye değer bir şey varsa otur ve sev, yok eğer yoksa o zaman onu sevilecek hale getir yani bozuklukları düzelt.


Bu sloganı yaratanlar 12 güzel sanatlar okulu öğrencisi. Hayatında reklamcılıkla haşır neşir olmamış bu öğrencilere Good Magazine adlı yayın için bir reklam kampanyası yapma projesi veriliyor. Öğrencilere göre reklam toplumu eğitmek için önemli bir potansiyel taşıyor. Bu nedenle amaçları reklam yaparken aynı zamanda belli bir konuda insanların gözünü açmak. Bu grup, çalışmaları sonucu “ya sev ya düzelt” sloganını buluyor. Çünkü Amerika’nın mükemmel olmadığını düşünüyorlar ama karamsar da değiller. Onlara göre bireyler bir şeyleri düzeltme konusunda aktif olurlarsa gelecek çok daha iyi olacak.


*** *** *** ***


“ALLAHIM NE OLURSUN OĞLUMU GAY YARAT”


Geçen gün Blossoms of Fire (Ateş Tomurcukları) adlı belgesel bir film izledim. Unutmadan hatırlatayım, bu belgeselin fragmanını YouTube’dan izleyebilirsiniz.


Ateş Tomurcukları, Meksika’daki Juchitan adlı bir taşra kasabasını anlatıyor. Ekonomik azgelişmişlik açısından bu kasabanın Anadolu’daki yoksul kasabalardan hiç bir farkı yok. Ancak Juchitan, zihniyet olarak çok ama çok gelişkin. Bu konuda bırakın Anadolu kasabalarıyla karşılaştırmayı İstanbul’la bile karşılaştıramazsınız, çünkü İstanbul’dan da ileri.


Juchitan’da hayatın her alanında hâlâ anaerkil toplumun izlerini görüyorsunuz. Yani kadınlar her konuda erkeklerden daha baskın ve daha aktif: ticareti onlar yapıyor, büyük kararları onlar alıyorlar. Her konuda onların sözü geçince, işler değişiyor tabii. Sonuç şu: Juchitan, diğer yoksul Meksika kasabalari gibi sokaklarını toz toprak götüren, bakımsız bir yerleşim birimi değil. aksine her yer gıcır gıcır ve bakımlı Sadece kasabanın görünümü değil, sosyal yaşam da farklı: insanları daha saygılı, daha hoşgörülü, daha açık fikirli ve daha rahatlar. Özellikle de gayler, ne karışanları ne edenleri, ne yargılayanları ne dövenleri, ne sövenleri ne hırpalayanları, ne şantaj yapanları ne de öldürenleri var. Canlarının istediği gibi yaşıyorlar. Hatta bu kasabada anneler çocukları gay olsun diye Allaha dua bile ediyorlar. Çünkü biliyor ki diğer evlatlar evlenip evi barkı terk edecek, kendi çoluklarının çocuklarının derdine düşecekler. Peki, gay evlatlar? Onlar ömür boyu anne babalarının yanında olacak, onlara hep el uzatacaklar.


Yukarıda demiştim ki Juchitan İstanbul’dan bile ileri. Biliyorsunuz yakın zaman önce İstanbul’un orta yerinde gencecik bir gay erkek katledildi. Ahmet Yıldız adlı bu gencin katlinin arkasında ise kendi öz ailesinin olduğu iddia ediliyor. Peki, aile niye böyle bir şey yapmış? Oğulları gay olduğu içinmiş her şey... Meksika’nın Juchitan kasabasında anneler “oğlum gay olsun” diye Tanrıya yalvarırken, bizde gay olduğu için oğullarının hayatını almaya hazır aileler varmış demek ki. Yazıklar olsun.
edit post

Comments

0 Response to 'Liralarım döküldü toplayamadım'