04.10.2009 - Taraf Gazetesi

O akşam Jonathan’ı aradım ve “törende ne giymem uygun düşer” diye sordum. Siyah takım elbise giymemi önerdi. O renk takımım yok ki. Aman yoksa yok ben de lacivert takımımı giyerim olur biter.

Yine aynı akşam giysilerimi alıp Hoboken’dan çıktım ve Manhatan’daki bir arkadaşımın evine gittim. O gece orada uyudum. Sabah kalktığımda ise işe gitmek yerine, 1 trenine binip, Yukarı Manhattan’ın batısına (Upper West Side) doğru yola koyuldum. Çin asıllı olan ama New York’ta doğan Gary’nin Broadway caddesi üzerinde bir kuru temizleme dükkânı var. Jonathan (3. kuşak Amerikalı, ataları Fransız ve İtalyan) ve Farah da oraya gelecekler, sonra hep birlikte Gary’nin arabasına kurulup mezarlığa gideceğiz. Üzüntülüyüz. Hindistan asıllı olan arkadaşım Kimi, babasını kaybetti. Adamcağız daha 60 yaşındaydı ve dördüncü kalp krizine yenik düştü.

Saat 10.00’da herkes dükkândaydı. Sonra hep birlikte arabaya atlayıp yola çıktık. New Jersey eyaletinin iç kesimlerinde bir yerde olan Franklin Memorial Park adlı mezarlığa gidiyoruz. Direksiyon başındaki Gary, Kimi’nin sevgilisi, Jonathan ise Kimi’nin eski kocası. Onlar önde, ben ve Farah ise (Afgan asıllı, çok güzel bir kız, O da Kimi gibi psikolog) arkadayız...

Terliyorum galiba, başım da ağrımaya başladı
... Neyse, Gary espriler yaptı da ortam biraz yumuşadı. Hatta zaman zaman gülüştük, birbirimize tatil maceralarımızı anlattık. Öğlene doğru mezarlığa varmıştık. Ancak bu mezarlık biraz ilginçti, mezar taşı yoktu, onun yerine toprağın üzerinde, üstünde isim yazılı olan küçük plakalar vardı. Etraf, temiz, tıraşlanmış çimenlerle kaplı düz bir golf sahasını andırıyordu. İlk biz gelmiştik. Yan tarafta, ağaçtan yapılmış eski bir ofis ev vardı. İçeriye girip bilgi aldık, tuvaleti kullandık. Ofis evin sağ çaprazında betondan tek katlı ama yüksek tavanlı bir bina var; kilise deseniz değil, cami deseniz değil, Budist tapınağı deseniz değil, herhangi bir dine ait hiç bir işarete rastlamadık. Burası her dinden inananın ibadet edeceği bir Şapel’di. İçeride koridorlar var. Duvarlar dörtlü mutfak ocağı büyüklüğünde granit kare taşlarla kaplı, her bir taşın üzerinde isimler yazılı, bazılarında iki hatta üç isim var, ayrıca bazılarında çiçek koymak için bakır renginde limonata bardağından biraz uzunca vazolar var. Bu granit taşların gerisinde yaşamını yitirdikten sonra cesedi yakılmış insanların külleri duruyor. Burada Hıristiyan, Müslüman, Musevi, Hindu, yani her dinden insanın külleri birarada. Onlar, sıradışı davranarak, öldükten sonra gömülmeyi değil yakılmayı tercih etmişler. Bu işleme cremation deniyor ve Amerika’da giderek yaygınlaşıyor. Örneğin 2005 yılında 2 milyon 432 bin kişi ölmüş ve bunların 778 bini yakılmış. Ancak bizim Kimi’nin babası zaten Hindu, dolayısıyla ortada sıradışı bir şey yok, kendi geleneklerine göre cesedi yakılacak ve külleri ana vatanı Hindistan’a götürülerek Ganga (Ganj) nehrine dökülecek. İtiraf edeyim, ben de öldükten sonra yakılmak isterim.

Aman neyse beni boşverelim, işte konvoy göründü. Önce cenaze arabası kapının önüne yanaştı. Kimi’nin babası sade gri kumaşla kaplı bir tabutun içindeydi. Tabut, tekerlekli bir sedyenin üzerine yerleştirilerek girişteki büyük salona taşındı ve vitraylı camın önüne kondu. Sonra iki kapaklı tabutun kapaklarından biri açıldı. Kimi’nin babasının yüzü görünüyordu, uzun sakalları, başında sarığı, üzerinde geleneksel Hint kıyafetleri, yani her zaman göründüğü gibiydi. Herkes çok üzgündü. Arkadaşım Kimi yere bakıyordu. Cemaat içindeki Hint asıllılar da geleneksel Hint kıyafetleri giymişlerdi. Kimi ile erkek kardeşinin özerinde ise beyaz Hint kıyafetleri vardı. Kırmızımsı bir halıyla kaplı bu salonda, yerlere beyaz örtüler serildi. Cemaat içeri girdi. Üç müzisyen ve bir din adamından oluşan dört kişilik bir grup tabutun soluna oturdular. Bu adamlar da diğerleri gibi ayakkabılarını kapının girişinde çıkarmışlardı. İçlerinden birinin çorabı yoktu. Küçük bir sinek ayak parmaklarının arasında uçuşuyordu. Ben de çok gergindim. Ayakkabılarımızı çıkaracağımızı bilmediğim için dikkat etmemiş, bir kaç yerde deliği olan çoraplarımdan birini giymiştim. Delikler görünmesin diye uğraşırken karnıma sancılar girdi. O sırada Kimi ağlıyordu. “Şu kızın derdine bak, benim derdime bak” dedim ve delikleri saklamaktan vazgeçtim. Törenin gerisini, ölünün nasıl fırına konularak yakıldığını, bütün bu işlemlerin kaça mâlolduğunu ve farklı kültürlerin ölüm karşısındaki tutumunu haftaya yazmaya çalışacağım.

Ek olarak bir iki şey daha; bir zamanların yakışıklı bekârı Yıldıray Oğur’a ve eşine yeni evlilik hayatlarında mutluluklar diliyorum. Ayrıca Tayfun Devecioğlu’na Milliyet’teki, Ahu Özyurt’a ise Habertürk’teki yeni görevlerinde başarılar...

edit post

Comments

0 Response to 'Hindistan’a son yolculuk'