21.02.2010 - Taraf Gazetesi

Geçen cumartesi değil bir önceki cumartesiydi, Jonathan ile buluşacağım. Buluşma yeri, halk arasında MoMA (The Museum of Modern Arts) olarak adı geçen Modern Sanatlar Müzesi. Vakit öğlen, ben yanıma çantamı ve bilgisayarımı da almıştım, müzeden sonra gidip bir kahvecide oturur, bilgisayarımla çalışırım diye düşündüm. Lobiye girdik, hay Allah çantaları içeri almıyorlar, kurallara uymayı severim, uydum ve çantamı vestiyere verdim; para almadılar ama içindeki laptopu çıkarıp yanımda götürmemi istediler, iste ben bu yüzden müzeyi elimde laptop taşıyarak dolaşmak zorunda kaldım, kahretsin...

Buraya Fransız ressam Monet’nin Water Lilies (Nilüferler) adlı sergisini gezmek için geldik. Resimlerin hepsinin köşesindeki etiketlerde kısa bir tanıtım yazısı var. Eğer o yazıyı orada dikilip okumak istemiyorsanız, girişte size bir alet veriyorlar, cep telefonlarının ilk versiyonlarını anımsatan bu alete, resimlerin numarasını tuşluyorsunuz ve tanıtım yazısını sesli olarak dinliyorsunuz.

Bu resimler beni pek açmadı, Jonathan sevdi ama... Sonra iki arkadaş, müzedeki diğer sergileri gezmeye koyulduk. Size müzenin iki ünlü resminden bahsetmesem çatlayabilirim; biri Barnett Newman’a ait olan Vir Heroicus Sublimus adlı yapıt; dikdörtgen şeklindeki bu büyük tabloda manzara ya da çeşitli şekiller falan aramayın, kırmızıya boyanmış bir okul tahtası düşünün, yukarıdan aşağıya da bir kaç çizgi iniyor, o kadar. Diğeri ise Ad Reinhardt’ın siyah tablosu, bu öbüründen daha küçük ama kırmızıya değil siyaha boyanmış bir okul tahtasını andırıyor, başka hiç bir şey yok, sadece siyah. Farkındaysanız okul tahtası falan diyerek biraz görgüsüzlük yapıyor ve tablolarla ilgili alaycı bir üslup kullanıyorum, ancak gelin görün ki kendime rağmen, oradaki bir sürü resim içinden size bahsede bahsede bu ikisinden bahsediyorum işte. Bu durum, aslında bu iki yapıtın gücünü, önemini, yaratıcılığını ve devrimciliğini gösteriyor; ziyaretçileri şoke ediyor, onların beklentileriyle dalga geçiyor, kalıpları yıkıyorlar.

Ogün 16.00 gibi müzeden çıktık, bir yerde hamburger yedik, sonra Jonathan kendi yoluna ben kendi yoluma... Planladığım gibi bir kahveciye gittim. Bilgisayarımı masaya yerleştirdim ve internete girdim, canım istemedi, gerisin geri ekranı kapatıp, çantamdan Cemile Çakır’ın Her Yüzde Yangın adlı eski bir şiir kitabını çıkarttım, dirseğimi masaya koydum, sağ çenemi avucumun içine alarak kitabın sayfalarını çevirdim. Bu kitabı müzik CD’si gibi çantamda taşır, sıkıldıkça çıkarır, bir kaç şiir okurum (Aslında biraz abartıyorum ama sahiden bunu ara sıra yapıyorum, şimdilerde Cemile’nin yanı sıra Taraf web sayfasına girip Cahit Koytak şiirlerini okuyorum). Cemile onca sene şehirde yaşamasına rağmen doğduğu köyünü bir türlü unutamamış bir şair, yazdığı bütün şiirler o Giresun köyünün inanılmaz güzel doğasıyla ilgili, bu nedenle içindeki karamsar dumana rağmen onun şiirleri beni dinlendiriyor.

Köyünü aklından çıkaramayan bir tek Cemile değil, Chagall da bir zamanlar çamurlu yollarında koşturup üstünü kirlettiği köyünü unutamamış, nitekim bu özlem onun, Ben ve Köy (I and The Village) adlı resim sanatının en değerli yapıtlarından birini yaratmasına sebep oldu. Bu tablo, o gün müzede gördüğüm ve beni en yürekten etkileyen bir kaç eserden biriydi, hatta biraz hüzünlendirdi de, çünkü bana doğduğum köyü hatırlattı, özellikle de kara ineğimiz Binnaz’ı, –çok ters bir hanımefendiydi kendisi.

Chagall bu ünlü resmi, Belarus’tan Paris’e taşındıktan sadece bir yıl sonra yaptı. Resimde, Vitebsk kenti dışındaki fakir Hasidic köyü çizilmişti. Chagall köyünü bir çeşit romantizmle resmetti, yani sadece güzel hatıralara yer verdi, ancak bunu yaparken ortaya koyduğu güçlü, yaratıcı ve yenilikçi anlatım diliyle dünyanın en etkileyici eserlerinden birini ortaya koydu. Chagall’ın yaşamındaki mekânsal ve kültürel değişimler ve bundan doğan çatışmalar, onun yaratıcılığını besleyen önemli unsurlardı. Köy, St. Petersburg, Berlin, Paris, yani farklı kentler, farklı ülkeler ve farklı dillerden geçmişti Chagall. Bir kültürden diğerine, bir dilden ötekine, bir mekândan öteki mekâna yapılan bu geçişler sırasında yaşanan kırılmalar, Ben ve Köy adlı bu tabloda kendini parçalı ve köşeli cisimler olarak gösterdi, böylece kübizmin dili yakalandı. Ressamın yaşamına zenginlik katan bütün bu farklılıklar Chagall’ın gerçekliği algılayışını da değiştirdi: aynı resimde baş aşağı duran bir kadın, zihninde bir kadın tarafından sağıldığını düşünen bir keçi, gece ve gündüzün karışımı, tablonun dibindeki ay... bütün bunlar sürrealist bir gerçekliğin göstergesiydi.


TEK KELİMEYLE


Türkçe Wikipedia tam bir felaket

Bir çeşit bedava internet ansiklopedisi olan Wikipedia, bilgiye ulaşmak için iyi bir kaynak, ancak Wikipedia’nın Türkçe sayfaları rafları boş kütüphane gibi, hiç bir konuda yeterli bilgi bulamıyorsunuz, görünüşte Wikipedia’da herkes yazabilir ama, değil.. orada oluşmuş gerici bir kast var ve bunlar yeni yazarların yazılarını siliyor.

Dünya seninle gurur duyuyor Sean
Oscar’lı oyuncu Sean Penn gençlerin örnek alması gereken gerçek bir dünya vatandaşı, çünkü herkesin acısını kendi acısı sayıyor; barış için hiç çekinmeden Irak’a, Venezüela’ya, İran’a gidiyor... Depremin başından beri de Haiti’de. Orada bizzat çalışıyor, ülkesinden topladığı yardımları Haitililere ulaştırıyor.

Manhattanlı finolara kaçış yok

Manhattan, köpek nüfusunun yoğun olduğu bir bölge. Eskiden olsa, yüksek binalar, gürültü ve kötü huylu sahiplerine kızan şehirli finolar, kolaylıkla başlarını alıp kaçıverirlerdi, ancak şimdi bunu yapamıyorlar, çünkü derilerinin altına yerleştirilen mikroçipler sebebiyle nerede olsa bulunabiliyorlar.

Kim anne; can veren mi emek veren mi

Anna Mae’nin hikâyesi Brecht’in Cesaret Ana oyununda sorulan soruyu sordurtuyor; kim anne, emek veren mi doğuran mı? Anna’yı doğduktan dokuz yaşına kadar Amerikalı bir çift büyütüyor, ancak bir gün doğuran anne gelip kızını geri alıyor ve ülkesi Çin’e götürüyor, iki arada bir derede kalan Anna şimdi emek annesini çok özlüyor.
edit post

Comments

0 Response to 'Köyden indim Paris’e'