17.01.2010 - Taraf Gazetesi

New Jersey eyaletine giden otobüslerin kalktığı Port Authority otobüs istasyonunun önünden geçiyorum, homeless olduğunu tahmin ettiğim bir adam karşıdan geliyor, başının üzerinde besili, kocaman bir kedi var, tepede uslu uslu oturmuş, etrafı süzüyor.

Açım, geride bıraktığım sokak kestanecisinden aldığım kestaneleri tek elimle acele acele soyup ağzıma atıyor ve hızla yürüyorum. 42. Cadde’ye vardığımda sola dönüyorum, tam köşede havasıyla insanı çarpan bir kızcağız taksi durdurmaya çalışıyor, vücut dili bana Sex and The City adlı TV dizisindeki Kerry’nin taksi durdururkenki halini anımsatıyor, hatta onu aşikâr biçimde taklit ederken ondan daha havalı bile duruyor. New York insanları böyle işte, bazen bu kent onların kendi oyunlarını sergiledikleri ve başrolde oynadıkları bir sahneye dönüşebiliyor, o oyunda kendi beklentilerini ve hayal kırıklıklarını sergiliyorlar. O kız, taptığı bir starı oynarken hep arzuladığı bir yaşam biçimini elde etmiş olmanın verdiği gururu taşıyor, o adam ise bir ‘uygunsuz’ olarak toplumun uygunluk standartlarını tatlı bir üslupla taciz ederek, kendince eğleniyor, eğlenirken de bu toplumdan zararsızca hınç alıyor belki de...

Bense daha da hızlanmalıyım, ah geldim işte, Lion Theatre’ın giriş kapısından içeriye dalıyorum, az kalsın geç kalıyordum, oyun sekizde başlıyor. Hintli arkadaşım Deb kapıda beni bekliyor. Birlikte Loaded adlı oyunu izleyeceğiz. Aslında o akşam dışarı çıkasım yoktu, ama bu ayın 11’inde 19’uma bastım (siz bu rakamı canınızın çektiği gibi ileri geri çekiştirebilirsiniz, ben biraz fazla geriye gitmiş olabilirim) doğum günü partime katılmayan Deb, bana tiyatro ısmarlayarak durumu telafi etmek istediğini söyledi ben de buna itiraz etmedim tabii.

Bu küçük tiyatrodaki sahne, Manhattan’daki tipik bir stüdyo apartmanı gibi dekore edilmiş
: ortada bir yatak, yatağın sol yanında iki kişilik bir koltuk duruyor, onun arkasında giriş kapısı, yatağın kıçının dibindeki kapı banyoya açılıyor, başucundan ise mutfak bölgesine varılıyor, bir bölümü kırmızı tuğla ile kaplı duvar üzerinde çeşitli tablolar asılı duruyor, yatağın üzerinde ise orta yaşlı bir adam ve sevgilisi çıplak bir vaziyette oynaşıyor, öpüşüyor ve koklaşıyorlar, maşallah, maşallah... Sevgililerden biri 50’nin üzeri, diğeri ise 30’un altı. Oyun, bu iki insan arasındaki tartışma ve hesaplaşmaya dayalı. Tartışmaya neden olan şey ise iki ayrı kuşağın temsilcilerinin sahip oldukları beklentiler arasındaki fark ve bu farktan doğan çatışma. Daha doğrusu şöyle, genç olanın beklentileri daha yüksek, çünkü hem onun önünde bu beklentileri gerçekleştirecek uzun bir zaman dilimi duruyor, hem de tecrübesiz olduğu için hayal kırıklığına çok az uğramış, dolayısıyla umut dolu. Olgun olanın ise kişisel tarihi hayal kırıklıklarıyla dolu, bu nedenle beklentileri de asgari düzeyde, tek istediği o anı yaşamak, o andan keyif almak, yani genç birini bulmuşken sürekli seks yapmak. Genç olan ise diğerini kendi beklentileriyle çizdiği resim çerçevesinin içine bir figür olarak yerleştirmeye çalışıyor, sevgili olmak, düzenli bir ilişki yaşamak ve belki de evlenmeyi planlıyor. Oysa iyi ve sağlıklı bir ilişki karşılıklı beklentilerin dengelenmesini gerektirir.

O akşam oyundan çıkarken Deb taksiye atlayıp, bir barda arkadaşlarıyla buluşmaya gitti, bense eve gitmek istedim. 42. Cadde üzerinden Times Square’e doğru yürüyorum, bu bölgenin göz alıcı renkli ışıkları insanın dalıp gitmesini, zihninin başka zamanlara ve mekânlara kaymasını kolaylaştırıyor. İşte o dalma anında Naciye Ercan ile geçen pazar Village’deki Dante adlı pastanede tatlılarımızı yerken aramızda geçen konuşmaları düşündüm. O da benim gibi eski bir gazeteci, şimdi burada New York’ta yaşıyor. O gün ben ona o da bana sormuştu: Neden geldin bu ülkeye? Cevabı kolay bir soru değil, şöyle ki başkalarının haklarını ararken kendi hakkı en çok yenen meslek grubu gazeteciler (muhabirler ve editörleri kastediyorum), bunun en büyük sorumlusu ise Özal çağında parlayan acımasız ve hırslı medya patronları. O patronlar grev kırarak, tatil günlerini kırparak, sigorta ödemeyerek, her üç ayda bir eleman atarak, sadece kendi beklentilerini öne çıkardıkları, çok kazanıp az verdikleri bir çeşit derebeylik kurdular; onların feodal yönetiminde çalışan gazetecilerin payına ise hayal kırıklıklarıyla beslenmiş bir çeşit travma düştü. Oysa benim hâlâ hayattan beklentilerim vardı ve kendi hayallerimi yaşamak istiyordum.
edit post

Comments

0 Response to 'Muhteşem beklentiler'