31.01.2010 - Taraf Gazetesi


Jonathan ve Matt beni akşam yemeğine çağırmışlardı, istemeye istemeye gittim. Jonathan’ı severim ama Matt’i galiba pek sevmiyorum. Giderken bir şey götürsem iyi olurdu. İnternette Panpankedi’nin blokundaki tariflere bakarak poğaça yapmıştım, aradan bir hafta geçmişti, azıcık kurumuşlardı ama olsun, evden çıkarken o poğaçalardan üçünü bir kutuya koydum, renkli kurdelelerle bağladım. Yolda giderken içimdeki bir his, “Hıdırcım bu götürdüğün şey biraz az değil mi yaa” dedi, bu defa da 7. Cadde ile 18. Sokağın oralarda Le Pain Quotidien‎ adlı bir yer var, oraya gittim, bütün ürünleri organik, soğuk sandviçler ve salatalar yapıyorlar, günlük kek, çörek, ekmek çeşitleri de çıkarıyorlar. Çok güzel üzümlü bir ekmekleri var, ama pahalı geldi, yarısını aldım, dilimlettirdim. Bu dükkânın bir sokak aşağısında bizimkiler oturuyor. Eve gittim, Matt kibar kibar gülümseyerek kapıyı açtı “hoşgeldin çok özledim seni” dedi, pek çok üçüncü dünya ülkesi insanı gibi insanlara güven duyma konusunda sorunlu biri olduğum için, onun samimiyetine inanmadım. Jonathan mutfakta ocağın başındaydı, eyvah, çünkü Jonathan suyu kaynatmaktan ve hazır domates sosuyla makarna yapmaktan başka bir şey bilmez, Matt bir şeyler pişirmiştir diye düşünmüştüm ben. Hakikaten de masaya sadece makarna geldi, üç bardak da hepsi yarım doldurulmuş portakal suyu, ekmeği getirmediler onu kek zannetmişler, poğaçalar da peynirli ekmek niyetine sofraya konuldu. Huzurum kaçmıştı, içimden, “Aman Hıdırcım böyle şeylerin ne önemi var, önemli olan dostluk ve paylaşmak” diyerek kendimi yatıştırmaya çalıştım.

Yemekten sonra, 1959’da yapılan Marilyn Monroe’lu Bazıları Sıcak Sever filmini izledik. Ankara’da Fatma ablamlarla yaşadığım o heyecanlı yıllar geldi aklıma, ortaokuldaydım, ilk o zaman izlemiştim bu filmi, yıllar sonra üçüncü kez izlemekten bu kadar keyif alacağımı düşünemezdim.

O akşam Manhanttan’daki o daracık apartman dairesinden ayrılırken geçen pazarki yazımı kısaltıp-düzeltirken yaptığım bir yanlışı düşündüm (Neyse ki internet versiyonunda düzelttim), canım sıkıldı, eve dönmek istemedim, dışarıda olmayı, başıma bir şey gelmesini, bir sürpriz yaşamayı, biri tarafından sevindirilmeyi, ilginç bir olaya şahit olmayı, farklı bir şey hissetmeyi, kısacası insan içinde olmayı istedim. Yürürken Greenwich Village’deki Bleecker sokağına girdim oradaki küçük küçük gösterişsiz designer mağazalarının vitrinlerine baktım, sonunda döndüm dolaştım, Cubby Hole adlı bir lezbiyen barına girdim. Hani gey barlarına giden kızların bir geyiği vardır, “ayyy burada çok rahatız yaaaa... bize sarkan kimse yok, hepsi geyyyy”, buraya gelen bir erkek de şöyle diyebilir: “Lezbiyen barlarına gitmek güzel oluyoouu, çünkü orada çok rahatım, kızlar bana sarkmıyou.” Tabii sormak lazım sen rahatsın da oradakiler senle ne kadar rahat. Yok yanlış anlamayın o gece orada olan lezbiyenler çok cana yakınlardı, nitekim güzel sohbetler ettim, ilerleyen saatlerde girişteki kocaman pencerenin önüne dikilip sokağı seyrettim, “Bu akşam güzeldi, iyi vakit geçirdin Hıdırcım” dedim kendi kendime.

Bir an Matt’e haksızlık ettiğimi düşündüm, çünkü bu çocuk beni hiç üzmemişti bile, Ona real hiç bir nedenle değil, mistik nedenlerle gıcık oluyordum. Jonathan da o da iyi dostlardı, onlara kendi ilişkilerimden, kariyerimden şuradan buradan söz ettiğimde kendimi bir rekabetin içine düşmüş gibi hissetmiyordum, ikisi de ne benle aşık atıyor, ne benle kendilerini kıyaslıyorlardı; dinliyor, söylediklerimi önemsiyor, projelerim konusunda teşvik etmeye çalışıyorlardı... Hatırlarsanız geçen hafta frenemy kavramından söz etmiştim, yani en yakın arkadaşınızın aynı zamanda en tehlikeli düşmanınıza dönüşebileceği konusuna... Jonathanların aksine frenemy, projelerinizi ya da hayallerinizi ona açtığınızda sizin içinizdeki korkuları kaşımaya çalışır, böylece özgüveninizi zayıflatır, size önünüzdeki riskleri hatırlatır, söyledikleri çok mantıklı ve ikna edicidir, sanki sizi düşünüyor gibidir, ancak nihayetinde söyledikleriyle sizi hayallerinizden vazgeçirir, başlayacak olası güzel ilişkileriniz başlamaz, başvuracağınız işlere başvuramaz olursunuz, kafanızdaki projeleri çöpe atarsınız. Frenemy bunları çoğu zaman kasıtlı değil, elinde olmadan yapar, çünkü herkesin içinde varolan kıskançlık duygusu frenemy de pasif değil aktif halededir, bu duygu onun size karşı davranışlarını yönlendirir ve size yavaş yavaş içinden çıkamadığınız bir çemberin içine hapseder. İşin daha acı yönü ise sadece arkadaşlarınız değil, sevgiliniz, eşiniz, çocuğunuz ve anne babanız da frenemy olabilir. Bu nedenle bazen insanlar, içinde oldukları ilişki ağlarından çıkıp uzaklaştıklarında daha başarılı olur, gerçek benliklerini daha rahat açığa çıkarırlar.


TEK KELİMEYLE

Obama! Söz verme iş yap

Başkan Obama geçtiğimiz çarşamba, Kongre’de etkileyici bir konuşma yaptı ve yine vaatler verdi, ancak Obama’ya bir zamanlar destek olanlar bile, bu güzel sözlere karnımız tok diyerek soruyorlar: “Bir yıldır işbaşındasınız hani ne yaptınız?” Haklılar tabii, işsizlik, Wall Street ve Sağlık reformu meselesi hâlâ aynı.

Gramm’yi alamayan büyükler

Türkiye saatiyle pazartesi sabahına doğru yapılacak Grammy töreninde ödüllerin kime gideceği merak konusu; uyarayım, favori şarkıcılarınız ödül almazsa şaşırmayın, çünkü bugüne kadar Janis Joplin, The Doors, Led Zeppelin, Queen, Diana Ross, Rod Stewart ve hatta Britney Spears bile Grammy alamadı.

Yeni gerçekçi Madonna

Madonna, Louis Vuitton markasını bıraktı ve İtalyan modacılara Dolce & Gabbana’nın 2010 yılı kampanyası için modellik yaptı. Geçen ay sonu yayınlanan reklam resimlerindeki Madonna, İtalyan yeni gerçekçi sinema filmlerinden fırlamış gibi; elde bulaşık yıkıyor, onu böyle görünce insanın yüreği sızlıyor.

Psikolojinin de emperyalizmi var

Dünyada nasıl bir kültür emperyalizmi varsa bir de psikolojik hastalık emperyalizmi varmış. Ethan Watters’in yeni kitabı Crazy Like Us, depresyon ve şizofreni ilaçları üreten Amerikan şirketlerinin, nasıl üçüncü dünya ülkelerine girmek için, önce o ülkelere kendi bilimsel yöntemlerini götürdüklerini anlatıyor.
edit post

Comments

0 Response to 'Lezbiyen barından bildiriyorum'