07.03.2010 - Taraf Gazetesi

Bir ay kadar evveldi, koltuğumda oturmuş, sütümü içiyor, Comedy Central adlı kanaldaki The Colbert Report ’u izliyorum. Çünkü sunucu Stephen Colbert’i çok seviyorum; olağanüstü zeki, entelektüel, sıradan, budala ve komik. O akşam programında Alicia Keys’i ağırlıyordu.
Alicia kızımız tabii ki yeni albümünü çıkarmıştı ve bu albümdeki Empire State of Mind şarkısını oracıkta seslendiriverdi.
Bu muhteşem bestenin sözleri New York narsisizminin bir dışa vurumu gibiydi: "Hayatım ben New York'tanım hani şu rüyaların yapıldığı beton ormanlarından... New York'ta yapamayacağın hiçbir şey yoktur, bu caddelerde kendini yenilenmiş hissedersin, dev ışıklar sana ilham verir" Brooklyn’den, Tribeca’dan söz edip şehre methiyeler dizen bu şarkı için Stephan’in sorusu şuydu: “Can sıkıcı varoşlar şarkıda yok.” Aslında bu şarkı, Billy Joel’in New York State of Mind ’ı ve Frank Sinatra'nın ’nın New York sarkıları gibi New York’a bir çeşit güzellemeydi, dolayısıyla sadece şehrin olumlu yönlerine vurgu yapıyor, kalanını tıraşlıyorlardı, böylece bir New Yorklu olarak kendi ayrıcalıklarını ve üstünlüklerini vurguluyor, diğer kentleri bir çeşit taşra sayarak üstü örtülü biçimde küçümsüyorlardı.
Benzer bir psikolojiyi, İstanbul’da yaşayan ve kendini oralı kabul edenlerin tutumlarında da görmek mümkün. Bu nedenle ülkedeki çeşitliliği ve buradan doğan farklı estetik lezzetleri tıraşlayarak kendine özgü bir anlayış geliştiren Kemalist estetiğin sivil üretim, çoğaltım ve dağıtım merkezi İstanbul oldu. Cumhuriyet Gazetesi bu estetiğin üretim merkezidir demiştik geçen yazıda.
Bu estetiğin dağıtımını üstlenerek popülerleşmesini ve yayılmasını sağlayanlar ise sinema televizyon, reklam, gazete ve televizyon haberciliği sektöründe çalışan insanlardı. Bu anlamda yazılı medya, reklamcılık, sinema ve televizyon sektörleri Kemalist sistemin dört başı mamur ideolojik aygıtları olarak değerlendirilebilir.
Kendileriyle böbürlenmeyi çok seven narsisist eğilimli reklamcıların günahı az buz değil. Örneğin benim gibi kara kaşlı kara gözlü çocukları daha o yaşlarda durduk yere komplekse sokan ve kendiyle barışık olmalarını zorlaştıran en önemli etken reklam filmleriydi. Çünkü oradaki bebeklerin ve çocukların çoğu mavi gözlüydü, annelerinin başı açıktı, bu anneler kocalarını eşikte öperek işe uğurluyordu, İstanbul Türkçesiyle konuşuyorlardı. Bu durumda esmer çocukların, kendilerini ve annelerini reklam filmlerinde temsil edilmeye değer bulunmayacak kadar ucube hissetmemeleri için hiç bir sebep yoktu. Reklamcılar, teknelerindeki ürünleri allayıp pullayıp yoğurarak satmaya çalışırken, bir yandan da medeni hayat propagandası yapıyor, köylüleri devşirip kentlileştirmeye, “kentlileri” devşirip Batılılaştırmaya çalışıyorlardı. Ancak Bu iyi kalpli insanlar yeni ve modern bir yaşam tarzını körüklerken, aslında biz köylüleri kentleştirmiyor sadece içi boş bir ambalaja sığdırmaya çalışıyorlardı: Elbette üzerlerine vazife değil ama siz hiç pencereden sürücülerin zırt pırt korna çalmamasını, teşekkür etmenin gerekliliğini, umumi mekânlarda alçak sesle konuşulmasını, etik davranmayı, babaların da omomatik kullanabileceğini, yani kentte yaşamayı kolaylaştıracak, gerçek anlamda kentliliği sağlayacak yararlı kaç şey öğrendiniz bu reklamlardan? Ben öğrenemedim.
Reklamcıların biz köylülerin üzerindeki etkisi yadsınamazdı. Onların sunduğu hayat tarzını, bir şeyler satın alarak ve tüketerek yakalayacağımızı, eksikliğimizi gidereceğimizi, ezikliğimizi yeneceğimizi, değişeceğimizi ve kentin ev sahiplerine benzeyerek aradaki farkı kapatacağımıza inandık. Çünkü artık dışlanmak istemiyor ve kentlilere benzeyerek farklı olmanın psikolojik yükünden kurtulmak istiyorduk.
Bu nedenle annelerimiz ölesiye para biriktiriyor, taksitle 12 kişilik yemek masası alıyor ama biz hâlâ yerde yemek yiyorduk; çünkü öyle de gayet rahattık, dantel örtülü o masalarda ise gariban bir vazo hep nöbet tutuyordu. Bazen işi abartıyor, zengin gibi gözükmeye çalışarak kendimizi iyi hissetmeye çalışıyorduk; bu yüzden boğazımızdan kısıyor, maaşımızın yarısını verip Vakko ceket alıyorduk ama anasını satayım bu kez de pantolonu değiştiremiyorduk.
Sonuç olarak, Türkiye’de köylülerin, taşralıların, İstanbul dışındaki kentlerden gelenlerin yukarıda sözünü ettiğim dört başı mamur alanlarda ciddi bir temsil sorunu vardır. Filmlerde Türkçeyi Karadeniz aksanıyla konuşan bir doktora ve hâkime rastlamazsınız ama kapıcıya rastlarsınız.
Bu değişmeli artık: nazım geçtiği için CNN’den Mehmet Ali Birand’a, atv haber’den Erdoğan Aktaş’a ve NTV’den Ömer Özgüner’e sesleniyorum yeni bir şey deneyin; haber merkezlerine, Türkçeyi aksanlı konuşan muhabir ve spiker alın.
edit post

Comments

0 Response to 'Aman reklamcı uzak dur benden'