21.03.2010 - Taraf Gazetesi

New Jersey’den Manhattan’a gitmek için minibüs bekliyorum. Bu hattaki minibüsleri, Güney Amerikalı göçmenler çalıştırıyor, zaten taşıdıkları yolcular da Güney Amerikalı. Bölgede özellikle de Union City’de Güney Amerikalılar çoğunlukta, çoğu kaçak olan bu göçmeler, akşamın bu saati New York’un göbeği sayılan Manhattan’a gidiyor, orada sabaha kadar açık pizzacıların, deli’lerin ve otellerin mutfaklarında saati beş, altı, yedi en fazla sekiz dolara çok ağır koşullarda çalışıyor.

Minibüse binince dört doları şoföre uzatıyorum. Şoför süslü püslü bir dilber: saçları oksijenli suyla açılmış gibi, kırmızıya boyalı uzun takma tırnaklarını tarak gibi kullanıp ikide bir saçlarını önden toparlayıp arkaya yatırıyor, döktüğü aşırı parfüm nedeniyle başımı döndüren bu dilberin kötü huyları da var: arabayı sürüyor mu uçuruyor mu belli değil, üstelik elindeki telefonla sürekli mesaj yazıyor.

Minibüsün ön yüzü de şoförü gibi süslü püslü: striptease kulüplerindeki gibi loş mavimsi bir ışıkla aydınlanıyor, Hz. İsa’nın, Meryem Ana’nın resimleri, çocuklarının doğum günü resimleri... Ve yüksek sesli müzik, hem de Latin müziği ayağa kalkıp salsa-merenge yapmak istiyorum, hatta hafiften kıpraşmaya başladım, bu da yetmedi soyunmak da istedim. Dolmuşta benim dışımda sadece bir yolcu var; Prof. Dr. Nevzat Tarhan’a çok benziyor. Sayın Tarhan’ı bilirsiniz, sayın bakanımızın söylediği sözler yetmiyormuş gibi ortaya çıkıp bilimsel bir jargonla eşcinselliğin hastalık olduğunu tekrar eden beyefendi.

Birden gözüm karardı, sanki minibüs uçmaya başlamıştı, elimde olmadan kravatımı çıkarttım ve başımın üzerinde kement gibi döndürüp Prof. Tarhan’a benzeyen o adamın üzerine fırlattım: “Dikkatli ol amigo!” diye haykırarak adamcağızı ayak bileklerinden yakaladım, bu kez kemerimi çıkardım, yine şöyle bir başımın üzerinde döndürdükten sonra başladım adamı kırbaçlamaya;bu ilahi adalet için, bu eşcinsel olan çocuklarına ‘hasta’ diyerek üzdüğün ana babalar için, bu eşcinselliğe Nazi subayları gibi yaklaşarak hayal kırklığına uğrattığın gerçek bilim adamları için.” Tamam üç kırbaç yeter, bu kez başımın etrafında bir azize halesi çizdikten sonra hop, ceketimi amigonun kellesine geçiriverdim. Bu arada minibüs her an yere çakılabilirdi, vakit kaybetmeden şoför ablayı belinden kavrayıp pencereden atladım, Amigoya, “Hasta la vista baby” diye seslenerek ekledim, “umarım düşüşün muhteşem olur”.

Şanslıydım yamaç paraşütüm açılmıştı, ağır çeken şoför ablayla birlikte, kapitalizmin ve paranın başkenti olan ışıklı Manhattan üzerinde uçuyoruz. Hafif alçalıp yüksek binaların pencerelerinin önünden geçiyoruz, etrafta renkli ilanlar var: Google, Starbucks, Amazon, Apple, eBay, FedEx, Home Depot… Bugün yeni Amerika’yı temsil eden ve dünyada hüküm süren bu şirketler, zamanında küçük girişimlerdi, ta ki bir gün cebinde parası olan ve akıllıca bir yatırım alanı arayan venture kapitalistler gelip onları bulana ve ortak olana kadar. Yeterli finansman sağlanınca bu şirketler büyüdü ve bir dünya markası oldular. Bugün istihdamın yüzde 11’ini, 80’lerden itibaren kurulan bu tür şirketler sağlıyor. Bizde ise 80’lerde Özal’ın sağladığı ihracat teşvikleriyle Anadolu’da sıfırdan yeni şirketler doğdu, ancak yeterli finansmanı bulamayınca ne uzadılar ne kısaldılar. Maraş’ta özelleştirilen bir SEK fabrikasını alıp dünyanın belki de en harika ve en sağlıklı dondurmasını üreten MADO bunlardan biriydi. Türkiye’de asıl parayı elinde bulunduran ne Koçlardan ne Sabancılardan ne de Enka’dan biri çıkıp bu işe ortak olmayı ve MADO’yu dünyaya yayılan bir marka haline getirmeyi akıl edebildi ama Ferit Şahenk milyonlarca dolar ödeyip Vogue dergisinin distribütörlüğünü almakta sakınca görmedi. Büyük şirketler, distribütörlük yapmaktan gurur değil bence biraz utanç duymalılar, ülkedeki her işe her sektöre atlayıp memlekete kazık çakmak yerine, dışarıya çıkmalılar... Koçlar ve Sabancılar her sektörde varlar, neredeyse beni bile üretecekler. Oysa belli sektörlere yoğunlaşıp orada dünyanın en iyisi olmaya, marka olmaya çalışmalılar. Ama Türkiye’de kurucu işadamlarından sonra bugün işbaşına gelen ikinci ve üçüncü kuşak işadamları hâlâ babalarının, dedelerinin gölgesinde oldukları için özgüven sorunu yaşıyor, dolayısıyla yaratıcı yatırımlara imza atamıyorlar: çünkü sabırsızlar, her şey hemen olsun istiyorlar, daha işin başında yüksek kârlar elde etmeyi bekliyorlar ve hep garanti arıyorlar. Aman, ben yine meseleyi bitiremedim, sonra devam... TEK KELİMEYLE  
 

New York’taki sarhoş at New York’ta, evvelki hafta The Drunken Horse adlı bir şarap barının açılışı yapıldı; 10. Cadde üzerinde, 23. ve 24. sokaklar arasında olan barın sahibi ise Türkiyeli Azman Dayaklı (ismi en az benim ismim kadar sahici), mükemmel servisiyle şimdiden tıklım tıklım olan barda, müşterilere, Kavaklıdere’nin Boğazkere’sini denemeleri tavsiye ediliyor.  

Koşarak yaşayan köylüler Çok satanlar listesinde yer alan Born to Run adlı kitap, Meksika’daki Tarahumara köylülerinin çıplak ayakla ya da sandallarıyla nasıl her yere koşarak gidip geldiklerini, hiçbirinde de hastalık namına bir şey olmadığını yazıyor. Tıpkı köyümüzün Rıza Dayı’sı gibi, o da Ankara lastiklerini giyer ve devamlı yürürdü. Âdeta yürüyerek yaşayan ve çok sağlıklı olan 100 yaşındaki Rıza Dayı’yı, yürüyüşe çıktığı bir gün trafik kazasında kaybettik, nur içinde uyusun.  

Sen misin travestileri işe almayan Müthiş bir gazetecilik başarısına imza attı: 5. Cadde üzerindeki J Crew mağazasının önünden geçiyordum, kapının önünde kalabalık gördüm, bildiriler dağıtıyorlar, buradan alışveriş edilmemesini söylüyorlardı, nedeni ise Manhattan’da 24 şubesi olan mağazanın travestileri işe almaması, onlara göre bu ayrımcılığa giriyor ve eyalet kanunlarına da aykırı...
 İntihar eğilimli heykelNew York’ta bu ayın sonuna doğru Event Horizon adlı heyecan verici bir açıkhava sanat sergisi gerçekleştiriliyor. Heykeltıraş Antony Gormley’in 30’un üzerindeki heykeli, Madison Square Park bölgesinin farklı noktalarına yerleştirilecek. Bunlardan biri de bir binanın tepesinde intihar edecekmiş gibi duran bu heykel.
edit post

Comments

0 Response to 'Otomobil uçar gider'