showtvnet.com

 Bir ay kadar evveldi, koltuğumda oturmuş, sütümü içiyor, Comedy Central adlı kanaldaki The Colbert Report ’u izliyorum. Çünkü sunucu Stephen Colbert’ i çok seviyorum, olağanüstü zeki, entellektüel, sıradan, budala ve komik. O akşam programında Alicia Keys’i ağırlıyordu. Alicia kızımız tabi ki yeni albümünü çıkarmıştı ve bu albümdeki Empire State of Mind şarkısını oracıkta seslendiriverdi. Bu muhteşem bestenin sözleri New York narsizminin bir dışa vurumu gibiydi:

Hayatım ben New Yorkdanım, hani şu rüyaların yapıldığı beton ormanından… New York da yapamayacağın hiç bir şey yoktur, bu caddelerde  kendini yenilenmiş hissedersin, dev ışıklar sana ilham verir”. Brooklyn’den Tribeca’dan söz edip şehre methiyeler dizen bu şarkı için Stephan’in sorusu şuydu:  “can sıkıcı varoşlar şarkıda yok.” Aslında bu şarkı, Billy Joel’in New York State of Mind’ı  ve Frank Sinatra’nın New York sarkıları gibi New York’a bir çeşit güzellemeydi,  dolayısıyla sadece şehrin olumlu yönlerine vurgu yapıyor kalanını traşlıyorlardı, böylece bir New Yorklu olarak kendi ayrıcalıklarını ve üstünlüklerini vurguluyor, diğer kentleri bir çeşit taşra sayarak üstü örtülü biçimde küçümsüyorlardı.

Benzer bir psikolojiyi, İstanbul’da yaşayan ve kendini oralı kabul edenlerin tutumlarında da görmek mümkün. Bu nedenle ülkedeki çeşitliliği ve buradan doğan farklı estetik lezzetleri traşlayarak kendine özgü bir anlayış geliştiren Kemalist estetiğin sivil üretim, çoğaltım ve dağıtım merkezi İstanbul oldu.  Cumhuriyet Gazetesi bu estetiğin üretim merkezidir demiştik geçen yazıda. Bu estetiğin dağıtımını üstlenerek popülerleşmesini ve yayılmasını sağlayanlar ise sinema  televizyon, reklam, gazete ve  televizyon haberciliği sektöründe çalışan insanlardı. Bu anlamda yazılı medya, reklamcılık, sinema ve televizyon sektörleri Kemalist estetiğin  4 başı mamur ideolojik aygıtları olarak değerlendirilebilir.

Kendileriyle böbürlenmeyi çok seven narsist eğilimli reklamcıların günahı az buz değil. Örneğin benim gibi kara kaşlı kara gözlü çocukları daha o yaşlarda  durduk yere komplekse sokan ve kendiyle barışık olmalarını zorlaştıran en önemli etken reklam filmleriydi. Çünkü oradaki bebeklerin ve cocukların çoğu  mavi gözlüydü, annelerinin başı açıktı, bu anneler kocalarını eşikte öperek işe uğurluyordu, İstanbul Türkçesiyle konuşuyorlardı. Bu durumda esmer çocukların, kendilerini ve annelerini reklam  filmlerinde temsil edilmeye değer bulunmayacak kadar  ucube hissetmemeleri için hiç bir sebep yoktu . Reklamcılar, teknelerindeki ürünleri allayıp pullayıp yoğurarak  satmaya çalışirken, bir yandan da  medeni hayat propagandası  yapıyor, köylüleri devşirip kentleştimeye,  “kentlileri” devşirip batılılaştırmaya çalışıyorlardı. Ancak bu iyi kallpli insanlar yeni ve modern bir yaşam tarzını körüklerken, aslında biz köylüleri kentleştirmiyor sadece içi boş bir ambalaja sığdırmaya çalışıyorlardı: Elbette üzerlerine vazife değil ama siz hiç pencereden sürücülerin zırt pırt korna çalmamasını, teşekkür etmenin gerekliliğini,  umumi mekanlarda alçak sesle konuşulmasını, etik davranmayı, babaların da omomatik kulanabileceğini, yani kentte yaşamayı kolaylaştıracak gerçek anlamda kentliliği sağlayacak yararlı kaç şey öğrendiniz bu reklamlardan? Ben öğrenemedim.

Reklamcıların biz köylülerin üzerindeki etkisi yadsınamazdı. Onların sunduğu  hayat tarzını, bir şeyler satın alarak ve tüketerek yakalayacağımızı, eksikliğimizi gidereceğimizi,  ezikliğimizi yeneceğimizi , değişeceğimizi ve kentin ev sahiplerine  benzeyerak aradaki farkı kapatacağımıza inandık. Çünkü artık dışlanmak istemiyor ve kentlilere benzeyerek farklı olmanın psikolojik yükünden kurtulmak istiyorduk.  Bu nedenle annelerimiz ölesiye para biriktiriyor, taksitle  12 kişilik yemek masası alıyor ama biz hala yerde yemek yiyorduk, çünkü öyle de gayet rahattık, dantel örtülü o masalarda ise gariban bir vazo hep nöbet tutuyordu. Bazen işi abartıyor, zengin gibi gözükmeye çalışarak kendimizi iyi hissetmeye çalışıyorduk, bu yüzden boğazımızdan kısıyor, maaşımızın yarısını verip Vakko ceket alıyorduk ama anasını satayım bu kez de pantolonu değiştiremiyorduk.

İçinde bulunduğumuz bu çalkantı, kentlilerle  aramızda  bir çeşit aşk ve nefret ilişkisi kurulmasına yol açtı,  onları hem çok seviyor, özeniyor hem de nefret ediyor ve tepki gösteriyorduk. Bu durum, en iyi Yeşilçam filmlerinde görülür. Orada zengin ve fakir çatışması aslında şehre göçetmiş köylüler ve şehirliler arasındaki çatışmasıdır (canı isteyen buna sınıf çatışması desin).  Kentlilerin çocuklari şımarık, bencil ve kullanıcıdır, Avrupa’ya okumaya gönderilirler, bazen analarının Sinderalla’nın üvey anasından farkı yoktur: ne fakirin oğlunu ne de kızını beğenirler.  Ama nedense bu filmlerdeki güzel ve çekici olan fukara kızlar ve oğlanlar kadere bakın ki hep zenginlerle tanışırlar, onlara aşk olurlar. Bu aslında köylü bilinçaltının yansımasıdır, kentliler  gibi olma, onlarla birleşerek huzura erme isteği... Köylünün kendini  kötü kentli olma çabası sırasında yaşadığı travmanın Yesilçam’daki en gerçekçi karşılığını ise büyük usta Halit Refiğ’in Gurbet Kuşları filminde görürüz. 

Sonuç olarak, Türkiye’de köylülerin, taşralıların, İstanbul dışındaki kentlerden gelenlerin yukarıda sözünü ettiğim dört başı mamur alanlarda ciddi bir temsil sorunu vardır: Bu insanlar kendi benzerlerini bu mecralarda göremiyorlar. Türkiyede daha demokratik bir kültürün gelişmesi ve daha demokratik bir estetiğin  oluşması  konusunda medyanın sorumluluğu çok büyük. TV yöneticilerine sesleniyorum, yeni bir şey deneyin;  haber merkezlerine Türkçe’yi aksanlı konuşan muhabir ve spikerler alın. Eğer beni ciddiye almıyorsanız,  şöyle bir dönüp Amerikan televizyolarına  bakın, orada sadece eğlence programlarında değil, haber programlarında da farklı ırktan (siyahlar) farklı cinsiyetten (lezbiyenler) ve geldikleri bölgenin ağır aksanıyla İngilizce’yi konuşan muhabirler ve haber spikerleri var.
edit post

Comments

0 Response to 'Demokratik Kültür'