22.11.2009 - Taraf Gazetesi

Brooklyn’e bu son gidişimden önce, bir defa daha gitmiştim. Türkiye’ye gelmeden bir hafta önceydi, hatta ambulans şoförü olan arkadaşım Frank’le birlikte gitmiştik. O gün Frank’in yaşadığı Park Slope adlı mahallede dolaştık, Union Hall adlı mekânda 10’dolar dolar verip harika bir komedi şovu izledik. Sandalyemde oturmuş program izlerken bir yandan meyve suyumu içiyordum. Dizimin üzerinde ise içinde tavuklu sandviç ve iri iri patates kızartmaları olan bir alüminyum tabak (sandviç tabağı yedi dolardı) duruyordu. Sahnede biri kadın, toplam altı karikatürist vardı. Yok hayır, şovu sunan yedinci adam Matthew Diffee’yi de saymalı, o da karikatüristti çünkü. Bunların hepsi New York’un gururu olan New Yorker adlı derginin çizerleriydi. Sunucu sürekli seyircilerle konuşuyor, o konuşmalara göre doğaçlama bir biçimde bir konu belirliyor ve karikatüristlerden ellerindeki kartonlara bu konuyla ilgili bir şeyler çizmelerini istiyordu. Sonra her sanatçı çizdiği karikatürü yorumluyor, birbirlerine sataşıyorlar, ardından da seyirci yorumları geliyordu. Çok matrak, çok eğlenceli ve çok samimi bir şovdu anlayacağınız. Küçük bir mekândı, insanlar sıcak ve komplekssizdi, bilmiyorum neden, o gün sanki ailemle birlikte güzel bir yılbaşı gecesi geçirmiş gibi hissettim kendimi.

New York
böyle bir şey işte, çok rafine, çok özel hazları çok ucuza satın alabiliyorsunuz. Geçen hafta yazdığım Boroklyn Heigts gezisini hatırlayın lütfen, orada bahsetmediğim bir şey vardı. Doğu nehri kıyısında bir mavna var. Bu mavnayı bir kemancı alıyor, restore ediyor, Bargemusic adını veriyor ve Semih’in dediğine göre dünyanın sayılı oda müziği konser salonlarından biri haline getiriyor. Bu mavna mükemmel bir akustik sisteme sahip, üstelik burada çok ünlü müzisyenler çalıyor, öğrenciler için bilet fiyatı ise sadece 15 dolar. Ne demek istediğimi anlıyor bilmem musunuz?..

O akşam Brooklyn Heights’dan ayrıldıktan sonra, Manhattan’da, 19. Sokak üzerinde, küçük ve bağımsız bir kitapçı olan Idlewild’a gitmiştim... Raflara göz gezdirirken de çok eskiden okuduğum Ways of Seeing (Görme Biçimleri) adlı kitabı (bu kitap, saygın bir yayınevi olan Metis tarafından Türkçede de yayımlamıştı) gördüm... John Berger’ın bu yapıtında, Fotoğraf ve Takım elbise (The Suit and Photograph) başlıklı bir makale var. Yazar, 1900’lerin başında çekilmiş, üzerlerinde takım elbisesi olan üç yakışıklı köylü gencin fotoğrafını ve yine üzerinde takım elbise olan üç kentlinin fotoğrafını karşılaştırıyor. Karşılaştırma yapmaktaki maksadı ise neden takım elbisenin ilk fotoğraftaki gençlerin üzerinde olmamış durduğunu anlamaya çalışmak. Bulduğu cevap ise ilginç: takım elbise aslında 19. yüzyıl yönetici sınıfının doğasına ve vücut ölçülerine göre üretilmiş bir kostüm de ondan...

Dersim’in geçmişiyle ilgili şimdi şimdi dile getirilen gerçekler hakkında düşündüğümde,
aslında Türkiye’deki rejimin ülkede yaşayanların üzerine tam oturmamış bir elbiseden başka bir şey olmadığına kanaat getiriyorum. Ancak bu elbiseyi dikenlerin ve topluma giydirmeye çalışanların egosu o kadar yüksek ki diktikleri elbisenin mükemmelliğinden asla kuşku duymadılar. Dolayısıyla elbisenin içindeki modeller ağızlarını açıp da “bu bana dar geldi”, “bu bana geniş”, “bu çok eski moda”, “bunun rengi beni açmaz”, “bunun kumaşı vücudumda alerji yapıyor”,bu elbise hiç rahat değil” diye itiraz etmeye başladıklarında, terziler, elbiseyi kesip biçmek ve değiştirmek yerine, içindekileri kesip biçmeyi ve değiştirmeyi tercih ettiler. Sözünü ettiğim bu toplum terziliği merakı Hitler’in ve Stalin’in terzilik tutkusuyla rahatlıkla rekabet edebilecek güçteydi. Hatta bu konuda Türk terzileri, örneğin Hitler’den ilham almak bir yana, ona ilham bile vermiş olabilirler. Dikkatinizi çekerim, insanların gazla zehirlendiği, açlığa mahkûm edildiği, zorla ve ölümcül koşullarda sürgüne zorlandığı ve binlerce masum insanın katledildiği Dersim Holocaust’u 1938’de gerçekleşti, Hitler’in aynı şeyleri yaptığı orijinal Holocaust ise çok daha sonra yani 1942’de başladı.

İşte ben bu Holocaust’tan sağ çıkmayı başarmış ninelerimin acı hatıralarını dinleyerek büyüdüm. Sırf bu nedenle bu katliamın sorumlusu olanlardan nefret etme hakkım da var. Ancak ben o duyguyu kendime yasakladım; çünkü nefret insana yanlış şeyler yaptıran tehlikeli bir duygu. Peki, yıllar önce küçük bir çocukken beni üzen o acı hatıralar bugün aklıma düştüğünde ne hissediyorum? Ürperiyorum... Sonra da Sayın Erdoğan ve ekibinin başlattığı demokratik cumhuriyete geçiş sürecinin bir an önce tamamlanması için dua ediyorum. Çünkü ancak o zaman devletin topluma şiddet uygulama hakkı ortadan kalkacak ve Türkiye’deki farklı gruplar kendilerini yaşama imkânı bulacak...
edit post

Comments

0 Response to 'Nazi-malist rejim'