Zaman Gazetesi - Yorum

Liverpool'lu müzik grubu Beatles, 1962 yılında "Love Me Do" adlı ilk singıllarını çıkardıklarında, yarattıkları güçlü dalga hareketi Britanya sınırlarını aşarak bütün dünyaya yayılmıştı.


Ancak bu dalga, Sovyetler Birliği sınırına dayandığında, içeriye kapıdan girememiş, sadece bacadan sızmıştı. Dönemin komünist Sovyet rejimi, kapitalist Batı'dan gelen bu müzik grubunu bir çeşit tehlike olarak görmüş ve albümlerinin satışına izin vermemişti. Ancak buna rağmen gençler yasağı deldi, X-Ray filmleri üzerine çoğalttıkları Beatles albümlerini elden ele dolaştırdılar. Polis, Beatles dinleyenleri yakaladığı yerde tutuklarken, hükümetin bu müzik grubuna neden yasak koyduğuna dair ikna edici, net bir açıklaması yoktu. Belki Beatles'ın müziğine fazlasıyla bir güç ve misyon yüklüyor, Britanyalı bu gençlerin kendi kültürlerini istila edeceğini, bunun da nihai olarak mevcut rejimi çökerteceğini düşünüyorlardı. Hiçbir rasyonel dayanağı olmayan bu mistik korku, aslında rejimin kendine olan güvensizliğinin çok önemli bir işaretiydi.
O dönem Sovyet yönetiminin Beatles'a karşı gösterdiği bu tavır, genelde Batılı kapitalist ülkelerden gelen her türlü etkileşime ve bilgiye karşı kendini gösteriyordu. Batı'nın kaynattığı kazanlarından tütüp, Sovyetler'in gökyüzünde toplanan ve yağmayı bekleyen enformasyon bulutlarının, ülkeyi bozacağı ve çürüteceği düşünülüyordu.
Kapalı rejim refleksi konusunda Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında şaşırtıcı benzerlikler vardı. Ancak bu benzerlikler içinde bile çok belirgin bir farklılık kendini hemen hissettiriyordu. Peki neydi bu fark? Sovyet rejiminin sınırları dışındakilere yönelik gösterdiği tepki ve korku, Türkiye'de, içerideki politik ve etnik gruplara, özellikle de Kürtlere karşı gösteriliyordu; Kürt varlığından söz etmek yasaklanıyor, Kürt dili inkar ediliyor, Kürtçe müzik dinleyenler tutuklanıyordu. Buna rağmen Kürtçe kasetler el altından basılıp dağıtılıyordu.
sovyetler'deki sürecin tersini yaşıyoruz
İşte her iki rejimde de var olan bu ortak savunmacı refleks, her iki rejimin önünde de önemli bir tıkanıklık yaratıyordu; yasakçılık ülkeyi zayıflatıyor, içten içe çürütüyordu. Ta ki Gorbaçov ve Özal bu sorunu keşfedip çözüm için harekete geçene kadar. Her iki lider de artık işlemeyen ve ülkeyi iflasın eşiğine getiren devletçi yapıyı değiştirecek radikal politikalar geliştirip uyguladılar. İlginç olan bir nokta var ki Türkiye pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da önemli bir ilki gerçekleştiriyor, ekonomide dış dünyaya açılmayı ve özelleştirmeyi Sovyetler'den önce gerçekleştirerek, Gorbaçov'a ilham kaynağı bile oluyordu. Ancak dünya konjonktüründe bizdeki değişim, Rusya'daki kadar ses getirmedi, çünkü oradaki rejimin adı komünizmdi, dolayısıyla Batılılar kendi sistemlerinin antitezi olarak gelişen Sovyet sitemindeki değişim dinamikleriyle daha fazla ilgilendiler.
Sovyetler ve Türkiye'nin değişim sürecinde tersine bir paralellik söz konusu oldu. Onlar önce siyasal özgürlüğü (Glasnost) sağlayarak işe başladılar, sonra ekonomide değişime (Perestroika) gittiler, bizde ise önce ekonomik değişim yapıldı, sonra siyasal değişim için adımlar atıldı, ancak bu adımları ilk atmaya başlayan Turgut Özal, ekonomik değişim konusunda başarılı olurken siyasal değişim konusunda başarı sağlayamadı.
Mikhail Gorbaçov 1985 yılında önce Glasnost (açıklık) devrimini gerçekleştirmişti. Bu bir anlamda düşünce özgürlüğü, özgür tartışma ve özgür bilgi dolaşımını garanti altına alma anlamına geliyordu. Bu devrimdeki ana hedef, ülkeyi, siyasal anlamda Batılı demokrasilerdeki standartlara kavuşturmaktı. Dış politikada novoye mneniya, yani yeni bir düşünüş biçimi hakim olacaktı. Nitekim bu konuda başarılı da olundu. Yeni yapılanma, hem ekonomik ilişki hem kültürel ilişki anlamında Sovyet toplumunun dışarıyla ilişkilerinin güçlenmesine yol açtı. Gorbaçov bu özgürlükçü reformları gerçekleştirdikten yaklaşık 2 yıl sonra ise Perestroika (yeniden yapılanma) aşamasına geçti. Perestroika devletin ekonomiden elini çekmesi ve yerini özel sektöre bırakması demekti. İşte ülkedeki devrim bu ikinci adımdan sonra tamamlanmış oldu.
Evet 1983'te başbakan olan Özal, Gorbaçov'un aksine önce ekonomiden başladı işe. Çünkü bu konuda önünde ciddi bir engel yoktu. 12 Eylül askeri darbesi, özelleştirme konusunda direniş gösterebilecek sendikaları zayıflatmış, muhalif grupları sindirmişti. Özal bu anlamda çok rahattı. Türkiye sermayesi de bu devrime hazırdı. Özal, Perestroika'ya işte böyle bir siyasal iklimde başladı. Bu süreç boyunca devletin sahip olduğu pek çok kurum özel sektöre devredilerek, devletin ekonomideki rolü nispeten azaltıldı, özel sermaye teşviklerle desteklenip güçlendirildi, ithalat konusundaki teşviklerle yerel şirketlerin dünyaya açılması sağlandı. Her şey güzel gitmiş, Türkiye perestroikası başarıya ulaşmıştı, ancak siyasal özgürlüklere ve Kürt sorununun çözümüne gelindiğinde Özal hiçbir şeyi değiştiremedi, bu süreç onu 1989 yılında, aktif bir görev olan başbakanlıktan pasif bir görev olan cumhurbaşkanlığı görevine taşıdı.


Şimdi Özal'ın gerçekleştiremediği siyasal devrimleri yani Glasnost'u Başbakan Erdoğan gerçekleştirmeye çalışıyor. Sayın Erdoğan ve ekibi bu anlamda hiç küçümsenmeyecek devrimci adımlar attılar. Bu tarihi adımlar sonucunda ilk olarak Kürt düğümü çözülmeye başlandı; Kürtçe yayın yapan bir televizyon istasyonu kuruldu, Kürt realitesi tanındı, Kürtçe eğitimin önü açıldı, PKK gerillalarının silah bırakması için gerekli olan sürecin inşasına gidildi. Kürt açılımına ek olarak Alevi açılımı başta olmak üzere ülkedeki bütün azınlıklara yönelik bir özgürleştirme politikasına da gidildi.
Başbakan ve ekibi, içerideki bu adımlara koşut biçimde, Yunanistan, Ermenistan ve diğer komşularla aradaki kronik problemleri çözmek için de radikal ve takdir edilesi adımlar attı. Ancak Meclis'te çoğunluk olmanın da verdiği bir özgüvenle hareket eden AKP, bütün bu heyecan verici gelişmeleri hatta kendi demokratik varlığını bile hukuksal olarak garanti altına alacak yeni bir anayasa oluşturma konusunda isteksiz davrandı. Nitekim Anayasa Mahkemesi, 12 Eylül Anayasası'nı temel alarak, DTP'yi kapatma kararı alınca, açılım politikaları büyük darbe aldı. Şurası aşikar, Sayın Erdoğan, Türkiye'de Batılı standartlarda bir demokrasi inşası için başlattığı Glasnost'u sürdürmeye kararlı. Nitekim bu devrimi tamamlayabilirse, ülkenin kaderini değiştiren devrimci başbakan olarak adını tarihe yazdıracak. Ancak her şey özgürlükçü sivil bir anayasanın bir an önce hazırlanmasına bağlı.


edit post

Comments

0 Response to 'Özal'ın Perestroika'sı, Erdoğan'ın Glasnost'u'