30.08.2010  - Taraf Gazetesi


Etrafımdaki insanlara bir haller oldu. Mat bir kaç ay evvel Manhattan’daki apartman dairesini sattı, American Express’deki güzelim işinden istifa etti, sevgilisini New York’ta bıraktı ve başkent Washington D.C’ye taşındı, ne olduğunu, niye böyle bir karar verdiğini tam anlayamadık. Deb kışın başında, yıllardır oturduğu New Jersey içlerindeki bahçeli evini satıp, şehir merkezinde bir apartman dairesine taşındı. Boston’da yaşayan ve hiç evlilik yapmamış eski arkadaşım Gülcem, telli duvaklı gelin oldu, Rana, ABC televizyonundaki işini bir yıl önce bırakıp iki çocuğuyla Türkiye’ye döndü. Bir başka arkadaşım kendi işini kurmak için istifa etti edecek, beklemedeyiz... Bu insanların aralarındaki tek ortak özellik sadece benim arkadaşlarım olmaları ve hayatlarında durup dururken ani radikal kararlar vermeleri değil. Bunların başka bir ortak özelliği daha var, hepsi 40’larında.
İşte ben bu arkadaşlarıma gülerken, aynı şey benim de başıma geldi. E, gelmezse şaşardım, çünkü nüfus cüzdanıma gelin bakın, benim de yukarıda saydığım isimlerle aynı yaşlarda yani 40’larında olduğumu göreceksiniz. 30’lar ve 40’lar bir insan için silkeleyici yaşlar, kendini hayatın bir noktasında mahsur kalmış gibi hissettiğin, aynı rutinden sıkıldığın ve hayatında değişim yaratmak istediğin yaşlar... Ünlü Amerikan düşünürü Thoreau 30’una yaklaşınca gidip ormanın içinde bir kulübede tek başına yaşamaya karar veriyor, yazar Hermen Hess’in karısından ayrılıp İsviçre’deki dağlık Montagnola bölgesinde inzivaya çekilmesi ise 40’larına denk düşüyor. Demek ki bu yaşlar hakikaten zor. Kendinizi en çok sorguya çektiğiniz, kendi kendinize yaşattığınız hayalkırıklıklarını ve kaçırılmış fırsatları en net biçimde görebildiğiniz, kendinizi beklentilerinize cevap veremediğiniz için fazlaca ve haksızca suçladığınız ve bütün bunların ardından çok uçta kararlar alabildiğiniz iki ayrı dönüm noktası: 30’lar ve 40’lar... Peki, ben ne karar verdim dersiniz? Kararım şu: 2001’den bu yana yaşadığım, çok sevdiğim ve hatta ikinci vatanım olarak gördüğüm Amerika’dan Türkiye’ye dönmek. Bu kendi başına yetmiyormuş gibi Anayasa referandumunda EVET oyu kullanmak için dönme tarihini iyice öne aldım, çünkü döndüğümde ülkemi daha demokratik bir ülke olarak görmek istiyordum. Dolayısıyla hazırlıkları bir an önce tamamlama gayretine girdim, iki ayağımı bir pabuca soktum; kolay değil memleket değiştiriyorsunuz. Bu nedenle, şimdilerde pılımı pırtımı toparlamakla meşgulüm. Pılı pırtı da topla topla bitmiyor; yorucu ama işin bir de duygusal yönü var; geçmişinizle bir yüzleşme ve hatırlamalar yaşıyorsunuz bu süreçte. Örneğin Murathan Mungan’ın hediye ettiği ve hâlâ koruduğum kum saati çıktı karşıma ve başka şeyler; Michael Kelly’nin PBS televizyonuna staj başvurum sırasında yazdığı referans mektubu, babamın “sevgili oğlum” diye başlayan ve bana burada havaların nasıl olduğunu soran kısa ve içli mektubu, Birleşmiş Miletler’de çalışmaya başladığım ilk günde, dostlarım Laura Duffy ve Bob’dan aldığım şirin tebrik kartı, melankolik melankolik bakan ve hiçbirinde gülmediğim mutsuz Boston günleri resimlerim, bir Thanksgiving günü sevgili dostlarım Hüseyin ve Şükriye Aktaş çiftinin evinde çocukları Serdıl ve Deniz’le çekilmiş bir başka resim... Bütün geçmişi bu eşyalar üzerinden izlerken enerjimin vücudumdan çekildiğini hissettiğim anlar oldu, dizüstü çöküp öylece kaldığım anlar: kâh ağladığım, kâh güldüğüm... İnsanlık halleri işte, oluyor. Bu arada buraya bir not düşmek istiyorum, KÂH sözcüğünün sevimsiz ve saçma bir sözcük olduğunu düşünüyorum, bu seferlik kullandım ama bir daha asla olmayacak.
Pılı pırtı toplarken bir sürü de elbise çıktı, onları güzelce yıkadım, ütüledim, torbalara koydum. Mat bu hafta iş için New York’taydı. O, ben ve Jonathan torbaları alıp evsizler barınağına götürdük. Oradan çıkınca, böylesi günlerde benimle vakit geçirdikleri için onlara yemek ısmarladım. Yemekte Jonathan sordu, “Hıdır, aldığın kararda daha önce elinde gördüğüm Eat, Pray, Love (Ye, Dua Et, Sev) adlı kitabın (bu kitabın filmi şu an sinemalarda gösteriliyor, başrolde de Julia Roberts var) etkisi oldu mu?” Jonathan’ın söz ettiği bu kitapta 32 yaşında mutsuz bir yazarın kocasından boşanıp her şeyi bir kenara bırakması, sonra da Hindistan, İtalya ve Endonezya gibi ülkelere gidiş serüveni anlatılıyor. Bir ülkede midesini, diğerinde ruhunu, ötekinde ise kalbini doyurmaya çalışıyor. Ben de 33 yaşımda Amerika’ya göç etmiştim ve çok mutsuzdum. Şimdi 40’larımdayım, üstelik çok da mutluyum ama geri dönüyorum. Çünkü aklım hep Türkiye’de, oradaki anne babamda... Dolayısıyla bir gün gelir de yaşlanırsam şu konularda pişmanlık yaşamaktan korkuyorum: Türkiye’ye gitmediğim, orada Amerika’da kazandığım tecrübelerimle kendime yeni bir hayat kurmaya çalışmadığım, annemle babamı sadece uzaktan sevmeye çalıştığım, ev yemekleri yiyemediğim ve özellikle taşradaki insanların sıcak davranışlarıyla beslenemediğim için. Bu nedenle Jonathan’ı şöyle cevapladım: “Beni asıl baştan çıkaran Jorge Luis Borges’in 85 yaşındaki duygularını yazdığı Anlar adlı şiiri”. Hatta Iphon’dan hemen bulup onlara şiirin bir kısmını okudum, size de Can Akın’ın çevirisiyle ve azıcık kısaltarak okuyayım bari: Eğer yeniden hayata başlayabilseydim/ İkincisinde, daha çok hata yapardım/ Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım/ İlkinde olmadığım kadar neşeli olurdum/ Çok az şeyi ciddiyetle yapardım/ Temizlik asla sorun bile olmazdı/ Daha fazla risk alırdım hayatta/ Daha fazla seyahat ederdim/ Daha çok güneş doğuşunu izler/ Daha çok nehirde yüzerdim/ Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine/ Yaşamın her ânını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben/ Elbette mutlu anlarım oldu ama/ Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu/ Farkında mısınız bilmem/ Hayat budur zaten: Anlar, sadece anlar.”
Ardından onlara Can dostum Semih Fırıncıoğlu’nun bana söylediği bir sözü aktardım, “Hıdır bu tür değişimler insanın içinde gerçekleştirdiği bir çeşit bahar temizliği gibidir. Merak etme 50’sine geldiğinde kendinden daha memnun olacaksın, o zaman her çok şey daha iyi olacak.”

Not
: Özür dilerim, hazırlık telaşıyla bu hafta Tek Kelimeyle bölümünü hazırlayamadım.
edit post

Comments

0 Response to 'Çılgın mısın, 40’ında mısın'