15.08.2010   - Taraf Gazetesi

Daha şimdi girdim içeri. Hemen oturup yazımı yazmalıyım, başladım bile. Fakat önce bir kahve yapayım, belki miğdemin  şisliği öyle iner, çok yemek yedim galiba. İftar sofrasından geliyorum, sişlik ondan.  Aleviyim biliyorsunuz ama kendime söz vermiştim: Ramazanda Alevi Sunni kardeşliği için bir gün oruç tutacağım diye: işte bugün (Cuma)o sözümü tuttum: oruç tuttum: yaşasın oruç yaşasın Ramazan.
Peki oruç konusunda nasıl bir hazırlık yaptım: Bir gün önceden güzel güzel sebze yemekleri pişirdim. Hatta evdeki yalnızlığımı yenmek için şunu da yaptım:  Masasında oturacağım sandalyemin tam karşısına uzun ve geniş bir ayna yerleştirdim, akşam eve geldiğimde  aynadaki  yansımama  baka baka iftarımı açacaktım, sanki biriyle birlikteymişim gibi… Allah’tan bu planı uygulamaya gerek kalmadı. Çünküüüüüü: iş yerindeyken Zaman gazetesinin hızlı muhabiri  Mehmet Demirci aradı: ”Türk Kültür Merkezinde bir iftar yemeği veriliyor, gelir misin?” diye, gelirim dedim niye gelmeyeyim. Bu merkez Gülen cemaatinin bir organizasyonu, başarılı ve katılımı çok yüksek olan etkinlikler düzenliyorlar, çünkü hem çok çalışıyor hem de kimseye sen Kürtsun sen sen solcusun sen sağcısın şeklinde bir  ayrımcılık uygulamıyorlar
Neyse, çıktım gittim tabii. Aç ve susuzum. Yer Manhattan’da 5. cadde ile 44.sokağın kesiştiği noktada. Yolda giderken  önümde oturan siyah kadının minik örgülü saçları zaman zaman gözüme  Niagara şelalesi gibi görünmeye başladı, az kalsın içecektim. Sonunda binaya vardım. Resepsiyonda kuyruk vardı,  bekle bekle ilerlemiyor, sinirlenmiştim , bana sıra geldiğinde önümdeki diğer insanlar gibi benim de resmim çekildi. Tabii gülümsemedim, alnımda kalem tutmaya çalışyormusum gibi baktım kameraya. Görevli tüm kimlik bilgilerini kaydediyor, sanki yeni nüfus kağıdı çıkarcak. New York’da hiç bir iş binasında böyle abartılı bir güvenlik işlemi görmedim.  Ardından, her katında farklı şirketlere ait ofislerin yeraldığı binanin 6 katına çıktım. Mehmet çok kibar ve saygılı biri, beni kapıda karşıladı, tokalaşmak için elini uzattı, bir an sağ elimle bir adet kadın budu köfteyi sıkıyorum sandım, az kalsın yiyecektim ama iftara daha bir saat vardı.  Gözlerim kararmaya başlamıştı. İçeriye geçtik. U şeklinde yerleştirilmiş beyaz örtülü masaların etrafında  Türkiyeliler, Amerikalılar siyahlar beyazlar türbanlı türbansız kadın erkekler, herkes vardı. Masaların üzerindeki hurmalar ise kuzu çevirme gibi duruyordu, gözümü onların muhteşem güzelliklerden ayırıp video gösterisine  bakamıyordum bile, videoda orucun anlamıyla ilgili birileri konuşuyordu. Ayrıca bir de kanun dinletisi yapıldı, kanun sesi beni hafif yatıştırmıştı.  Derken teypten ezan sesi, ardından palastik kaplarda tavuklu sebze çorbası, izmir köfte ve salata geldi. Ye Hıdırcım… Doyduktan sonra yanımda Genevieve Harris adli  çok hoş bir siyah  kadının oturduğunu farkettim ve ona merhaba dedim. Kendisi bir sosyal bilimci. Onunla mutluluk ve yetinme arasındaki denge üzerine konuştuk. New York’da yaşayan ve hepsi iyi maş alma peşindekoşturan binlerce profesyonel için mutluluğun ölçüsünün para olduğunu söyledi Genevieve ve ekledi: “Ama yinede bir türlü mutlu olamıyorlar çünkü vardıkları her noktada daha yukarıya bakıyor ve geride olduklarını düşünuyorlar. Oysa asağıya da bakmayı bilmek lazım, o zaman pek çok insandan daha fazla şeye sahip olduğunu görüp hayatından ve kendinden memnun olman gerektiğini farkedersin. Elbette  bu yetinme duygusunun verdigi huzur  senin daha yukarı çıkamana engel değil”. Genevieve  Haiti’de çocuklara yardım programlarına katılmış, “Orada insanların yaşamını  görünce bizim bu sehirde ne çok şeye sahip sahip olduğumuzu düşünüp kendimi eskisinden daha iyi hissettim” diyor. Aslında Oruc da böyle bir şey, bütün gun boyunca açlığa katlanarak, belkide burun kıvırarak yediğin pek çok yiyeceğin değerini anlıyorsun, bu da insanı hayatındaki pek çok şeyle barıştıran, dolayısıyla huzur veren bir şey.
Türk Kültür Merkezi’nden  ve Mehmet’den ayrılınca Deb aradı, bir bardaymış, gittim, köşede durmuş, kulağında kulaklık Edith Piaf’ın Non, je ne regrette rien adlı şarkısıni dinliyor. Deb son günlerde pek mutsuzmuş ve sürekli Piaf’ın en en acıklı şarkılarını dinliyormuş, hatta O’nun şarkılarını dinleyerek uyuyormuş, terapi gibiymiş onuni çin.  Dünyanın en anahtar sorusunu sordum ben de Ona: “Neden?” Cevabu şu: “Beni yatıştırıyor, kendimi daha iyi hissediyorum, belki de  o şarkılardaki aşk ayrılıkları, sevgilinin ölümü, her şeyin anlamsızlaşması gibi bir başkasına ait  acı ve kaygıları işitince benimkiler de neymis deyip rahatlıyorumdur.”  Aslında Deb haksız sayılmaz  ben de kendimi en kötü hissettigim anlarda Claudio Monteverdi - L'Orfeo’usundan (  cehennem gidip sevgilisini geri getirmeye çalışan aşığın trajedisi) Robert Schumann – Dichterliebe’sine ve Esengul’ünkilere kadar bütün acılı şarkıları dinleyerek yatışıyorum. Sonuç olarak Deb’in söyledigi de Genevieve’nin söyledigine geliyor: Başkalarının acılarına ve sahip olamadıklarına gözümüzü açtığımızda kendi hayatımızın zenginliğini farkedip umutlanıyor ve belkide daha mutlu oluyoruz.

 

TEK KELİMEYLE


Oh... Sen benimkini ben de seninkini

Elbise alıyor sonra giymekten sıkılıp dolapta uykuya yatırıyorsunuz, verdiğiniz paraya ziyan deği mi. İşte New Yorklular buna bir çare geliştirdi, bazen barlarda partiler düzenleyip elbiselerini değiş tokuş ediyor, böylece eğlenmis de oluyorlar. Bir de meetup.com sitesi var; insanların ilgi alanlarına göre biraraya geldiği bu sitedeki arkadaş gruplarından birinin üyeleri, belli aralıklarla toplanıp birbirleriyle elbise değiş tokuşu yapıyorlar.


New York’ta nasıl ucuza yaşarsınız

Bir dergideki yazıdan ilham alarak bu şehirde nasıl ucuza yaşarsınız sayayım: Şise suyuna para vermeyin; iki dolara sürekli yanınızda taşıyabileceğiniz bir su kabı alın ve musluktan doldurup için... taksiye binmeyin... bütün lokantaları denemekten vazgeçin; eviniz favori lokantanız olsun... şarap içecekseniz altı dolara da iyisi var... tırnak oje ve saç işlerinizi kendiniz halledin... bara gittiğinizde bir içki alın ve çıkana kadar onunla idare edin.


Duvarsız hapishanelere doğru

Hapishaneler Amerika’da önemli bir iş sektörü. Ancak işin devlete maliyeti çok, bir mahkûmun yıllık masrafı neredeyse 50 bin dolar, üstelik suçluların çoğu da hapisteyken ihya olmuyor çıkanların yarısı yine hapse geri dönüyor. Bu iki nedenden dolayı, uzmanlar yaratıcı çözümler için derin derin düşünüyorlar. Çözümler arasında hapishanelerin kaldırılması ve mahkûmların dışarıda elektronik çiplerle gözetlenmesi de var.


Türkiye sanat ihraç ediyor mu

Son yıllarda New York sanat piyasasında, sadece Amerikalı ve Avrupalı sanatçıların değil, Hindistan, Rusya ve Brezilya gibi ülkelerde yaşayan sanatçılarının da eserleri satılıyor, üstelik iki milyon dolara varan fiyatlarla. Örnegin Hindistanlı sanatçı Gupta’nin yandaki eseri 144 bin dolara satıldı. Türkiyeli sanatçılar da bu ballı pazardan pay kapmaya çalışmalı, başarılı olurlarsa ihraç ürünlerimiz arasına sanat eserleri de girmiş olacak.
edit post

Comments

0 Response to 'Oruç'