11.07.2010  - Taraf Gazetesi

Yine yeniden Türkiye’deyim. Allah nazardan saklasın, uçak biletlerim konusunda yaşadığım sorunlar dışında her şey çok iyi gidiyor. Mesela Yalçın bana öğlen yemeği için söz verdiği ciğeri ısmarladı. Onunla İstanbul Aksaray’daki Ciğeristan’da buluştuk. Burası günün modasına uygun düzenlenmiş gösterişli bir mekân değil ama yiyecekleri harika. Bir ara sahibi İsmail Bey de masamıza geldi, hatta benimle el sıkışmak yerine, kardeşiymişim gibi sarılmayı tercih etti. Sakalları göğüslerine kadar iniyor, çok da bakımlı, neyle yıkadığını, nasıl taradığını sormayı akıl edemedim, çünkü çok yorgundum. Başı takkeli olan İsmail beyin çok da ilginç bir hayat hikâyesi var; yıllarca müzikhollerde şarkı söylemiş, şimdi ise beş vakit namazında ve lokanta işinden fırsat buldukça ilahiler besteliyor. İsmail ustanın yerinde ne yazık ki fazla bir şey yemedim sadece bazı yiyeceklerin tadına baktım çünkü akşama ev yemekleri yiyecektim, dolayısıyla karnımı fazla doyurmamalıydım. Lokantadan çıkıp Taksim’e geçtik, otomobilden indim, amacım İstiklal Caddesi’nde bir tur atmaktı, ancak İstiklal’de yürümek yerine, Taksim’den aşağıya, Kabataş’a doğru salına salına yürümeye başladım. Çok sıcaktı ve ben bu sıcağa dayanamadım, yolun yarısında taksiye binmeye karar verdim, taksinin içi de sıcaktı, çünkü klima yoktu, trafik nedeniyle taksi ağır ağır ilerliyordu, bu nedenle açık camlardan içeri giren hava serinletmiyor, aksine pişiriyordu. Kabataş vapur iskelesine geldiğimizde çok sevinçliydim, çünkü içerde klima olacağını düşünüyordum ama yoktu. Deniz otobüsü saatini terleye terleye beklemeye başladım. Umudumu yitirmemiştim, nasıl olsa deniz otobüsüne girince serinleyecektim. Ancak deniz otobüsünden içeri girdiğimde farkettim ki oradaki klima ya çalışmıyor ya da çalışıyor gibi yapıyordu; içerisi çok sıcaktı, havale geçiriyor gibiydim, kendimi hamamtasının içinde unutulmuş bir kalıp yeşil sabun gibi hissetmeye başlamıştım. Bütün bunlara sinirlenirken bir yandan da kendime sinirleniyordum, çünkü 3. Dünya ülkelerine gidip her şeyi geldikleri ülkeyle kıyaslayan ve yerli ülkeyi sinsice küçümseyen sinir bozucu Batılı yazarlara benziyordum biraz. Of of şimdi de içine düştüğüm bu düşünsel kaosa sinirleniyordum: Neye, kime, ne kadar çok, ne kadar az sinirlenip sinirlenmeyeceğimi bilemiyordum, sıcaktan bilincimi kaybetmiş olabilirdim.
Büyükada’ya indiğimde, Sue güler yüzüyle orada beni bekliyordu, neyse ki Ada serindi, Sue ile birlikte, şiir gibi bir yoldan laflaya laflaya eve yürüdük. Kapıyı Yahya açtı, Sue’nun eşi... Yahya ve Sue Marsh Akyel çok uyumlu, çok da hoş bir çift, Amerika’da tanışıp evlenmişler. Sue insan kaynakları alanında, Yahya ise biopsikoloji alanında uzman. Bu arada benim önce bir lavaboya gitmem gerekiyordu, çok terliydim ve yüzümü yıkamak istiyordum, banyodaki duşakabin de çok güzel görünüyordu, acaba içine girip hızlıca bir duş alsa mıydım, yok almayayım, bizimkiler anlayabilirdi, sadece yüzümü yıkayıp çıkayım.
Yahya ve Sue’nun hazırladığı sofra harikaydı. Karnıyarık, sigaraböreği, pilav, Yunan salatası, enginar, hepsi de benim sevdiğim yemekler. Yemekte İpek Çalışlar ve Oral Çalışlar da vardı. İpek Abla’yı biliyorsunuz, Halide Edib: Biyografisine Sığmayan Kadın adlı başarılı bir kitap çalışmasına imza attı, ama O’na asıl bağlılığım, bir zamanlar merakla okuduğum Cumhuriyet Dergi nedeniyledir. İpek Abla bu derginin yıllarca yayın yönetmenliğini yaptı. Fakat o akşam İpek Abla bana ne yapsa iyidir, yemek masasındaki bir sandalyeyi geriye çekti ve “Hıdır sen buraya otur, en büyük tabak senin” dedi, zoruma gitti vallahi. Galiba benim çok yemek yiyen bir imajım var, gözlemlediğim kadarıyla Yahya da yemek boyunca sürekli tabağıma bir şeyler koyuyor, yemiyor yediriyordu.
Bu arada size bir sır vereyim, Radikal’daki yazılarını hayranlıkla takip ettiğim gazeteci ağabeyim Oral Çalışlar çok güzel şiir okuyor, bilesiniz yani... O gece bize Cemal Süreya’dan bir şiir okudu... Oral Abi’nin sohbeti de çok hoş, samimi, rahat ve komplekssiz bir insan çünkü. Durun, size bir sır daha vereceğim, bu da İpek Abla’yla ilgili; kendisi balık gibi küçük hayvanların etini yemiyor, neden yemiyor biliyor musunuz, küçük hayvanlara çok acıyormuş, “O kadar sevimliler ki onları yiyemiyorum” diyor.
İstanbul’da fazla kalmadım sevgili okurlar, o günün ertesi sabah erkenden canım memleketim Elazığ’a geçtim. Orada başıma gelenleri de haftaya yazacağım. Tek Kelimeyle bölümü bu hafta yok, kusuruma bakmayın ne olur ama haftaya olacak.
edit post

Comments

0 Response to 'Elazığ’a giderken Büyükada’ya uğradım'