Ne filmlerde ne de edebiyat eserlerinde ütopyalara pek yer verilir. Ütopya, her şeyin mükemmel biçimde işlediği, dertsiz tasasız bir sistemdir, dolayısıyla bu sistemde çatışma yoktur, hayat tekdüzedir. İnsanların, ütopik sanat eserlerine karşı, distopik eserleri yeğlemesinin sebebini de işte bu çatışma kavramında aramak lazım; çünkü distopya, kaotik ve sorunlarla dolu bir sistemdir; otoriter yönetimler, açgözlü insanlar, haksızlıklar, yabancılaşma, isyan, korku, kavga ve bütün bunların yol açtığı çatışmalar...
Çatışma ekseninde gelişen olaylarla örülü distopik sanat eserleri, çoğu zaman geleceğe yönelik sevimsiz ama hayal gücü çok gelişkin bir mimari ve sosyal kent projesi olarak çıkarlar karşımıza. Almanyalı yönetmen Fritz Lang’ın iki Dünya Savaşı arasının karanlık psikolojisiyle yaptığı Metropolis filmi, günümüz kentlerine ilham veren bir mimari dizayn harikasıdır aynı zamanda. Fransalı Luc Besson’ın The Fifth Element filmi ve Hollywood sinemasındaki yüzlerce örnekten biri olan I, Robot filmi de böyledir...
Bizim sinemamızda ise bir iki “uzay filmi” dışında ciddiye alınır distopik film yok, edebiyatta ise aklıma nedense Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ındaki bir bölüm geliyor: Pamuk, “Boğaz’ın suları çekildiğinde” adlı bu distopik bölümde, Boğaz’daki suların çekilmesinden sonra ortaya çıkan manzarayı tasvir eder.
Peki, Boğaz’ın suları taştığında nasıl bir manzara ile karşılaşırız? Oturup düşünmek lazım. Örneğin New Yorklu mimarlar, biraraya gelmiş ve bu konuda bir beyin fırtınası yapmışlar, tabii onların derdi kendi kentleriyle; ortaya şu soruyu atmışlar, “Eğer bir gün aşağı Manhattan’ı çevreleyen okyanus suları yükselir ve New York sular altında kalırsa ne olur, böyle bir durumda hayatın normal seyrinde yürümesi için, kent anatomisinde ne gibi değişiklikler yapmak gerekir?” Bu mimarlar sonuçta düşüncelerini toparlamış ve ortaya gerçekleştirilebilir bir proje çıkarmışlar, üstelik bu projeyi, maketler, grafikler ve ilüstrasyonlarla görselleştirerek daha da somutlaştırmışlar.
Bu hafta, güya şarkıcı Lady Gaga’yı yazacaktım ama elimde daha taze bir konu var; yukarıdaki mimarların New York Modern Sanatlar Müzesi’ndeki (MOMA) sergisi, serginin ismi benim özgün çevirimle: Yükselen dalgalar ve New York Rıhtım Projesi (Rising Currents: Projects for New York’s Waterfront)
Aslında bu proje devletin yürüttüğü bir araştırmaya cevap niteliği taşıyor, çünkü o araştırmada küresel ısınmanın böyle gitmesi durumunda önümüzdeki 70 yılda suların yükseleceği ve bu durumun New York için sorun olacağı öngörülüyor. Anlayacağınız mimarlar yarattıkları projeyle New York’u bekleyen distopik geleceği (cehennem), ütopik bir geleceğe (cennet) çevirmeye çalışıyorlar. Yollar, asfalt yerine, üzerindeki delikler nedeniyle suyu emen, yeşil çimen görünümüne sahip bir maddeyle kaplanıyor. Kent suları dev bir çukura akıtılarak oradan denize pompalanıyor. Kıyılarda istiridyeler yetiştiriliyor, çünkü istiridyeler çabuk gelişiyor, yayılıyor ve birbirlerine yapıştıkları için bir süre doğal bir duvar oluşturup muhtemel büyük dalgaların hızını kesen adacıklar haline gelecekler; üstelik istiridye deniz suyunu temizleyen ve berraklaştıran bir yapıya sahip.
Comments
0 Response to 'Cehennemden cennete New York...'