01.03.2009 - Taraf Gazetesi

Pazar günü, evimde bir Oscar partisi düzenledim, bu benim geleneğim oldu artık. Malum, ekonomik kriz ve benim cimriliğim üst üste binince, bu parti bir potluck partisine dönüştü, yani bir çeşit evde piknik partisi yapacaktık, dolayısıyla misafirler, kendi yiyeceğini beraberinde getirmek zorundaydı.

Yine de kendimi zahmete soktum ve koca bir leğen tavuk kanadı kızarttım.
Kızarmış tavuk kanatlarının üzerine kırmızı renkli acılı buffalo wing sosunu döktüm. Yanında blue cheese (bir çeşit küflü beyaz peynir) sosu ile servis edecektim. Öte yandan çiğden biraz kereviz sapı, biraz brokoli, doğradım, iki ayrı tabağa yerleştirdim üzerlerine körpe domatesler (kokteyl domatesi) serpiştirdim, ortasına da küçük kaplar icinde ranch sosu koyarak sehpanın üzerine koydum; misafirler eve adım atınca, batırıp batırıp yesinler, açlıklarını bastırsınlar diye... Bir leğen de Rus salatası yaptım. Organik nar suyu da vardı, biliyorsunuz arada bir beyaz şarap içsem de alkolü hiç sevmiyorum (sigaradan ise ciddi ciddi nefret ediyorum), buna rağmen iki düzine Corona (içimi kolay bir çesit Meksika birası) aldım. Büyük bir kabı, güzelce buzla doldurarak, biraları buzun üzerine serdim. Çatalları, tabakları, peçeteleri, yiyecek ve içecekleri mutfak tezgâhının üzerine sıra sıra dizdim, böylece isteyen, istediği an, istediği kadar alsın yiyebilsin diye. Evi de güzelce temizlemişim, partiye hazırım yani...

Bu yılki partiye katılacaklar konusunda bir değişiklik yaptım ve sadece altı kişilik bir Kürt ve Türk grubunu davet ettim, aramızda yabancı olmayacaktı, biz bize olacaktık. Ancak ABC televizyonunda Oscar töreni canlı yayınlanmaya başlayınca, bizimkiler ne televizyona bakıyor ne de filmler ve oyuncular üzerine konuşuyorlardı. Ne mi yaptılar; Oscar töreni boyunca Türkiye’yi konuştular, ben de ister istemez iştirak ettim tabii. O gece hep birlikte Türkiye’yi kurtarıp durduk.

Neyse, Oscar sonuçlarını sabahleyin, televizyon haberlerinden öğrendim, benim gibi biri için utanç verici bir durum aslında, bu partiye kaza partisi diyelim ve unutalım...

DÜNYA ZEKÂSINDAN YARARLANAN HOLLYWOOD


Bu yıl ki Oscar sonuçlarından çıkarılacak ilginç sonuçlar var. Bu sonuçlar, dünya film endüstrisi ve Hollywood’un nereye gittiğini anlamak için önemli... Ahmet Altan, “Oscar ve ekmek” yazısında çok önemli bir noktayı yakalamış bile; Oscarların, bu yıl, farklı ülkelerden oyunculara gittiğini işaret ediyor. Doğru bir saptama: Çünkü en iyi görüntü yönetmenliği, en iyi film, en iyi uyarlama senaryo ödüllerini İngiliz-Amerikan-Hindistan ortak yapımı olan Slumdog Millionaire adlı film aldı, en iyi yönetmen ödülünü yine İngiliz Danny Boyle, en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü rahmetli Avusturalyalı oyuncu Heath Ledger, en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü İspanyol Penelope Cruz, en iyi kostüm ödülünü İngiliz ortak yapımı The Duches, en iyi belgesel film ödülünü ise yine İngiliz ortak yapımı Man on Wire aldı.

Peki, bu gelişmenin altında yatan sebepler neler? Bunu anlamak gerekiyor. Hollywood, ürettiği filmleri bütün dünyada gösterime sunan dağıtım ve sinema ağlarına sahip. Hollywood’u suyun aktığı bir çeşme olarak görürsek, bu çeşmeden akan suyun (filmlerin), çevreye, yani bütün dünyaya ulaşıp insanların sinema susuzluğunu giderdiğini söyleyebiliriz. Ancak günümüzde bu tek yönlü üretim ve dağıtım ilişkisi, yerini çift yönlü bir ilişkiye bırakıyor. Yani artık başka ülkelerdeki çeşmelerden de Hollywood’a su akıyor ve buradan tekrar bütün dünyaya dağılıyor.

Peki, bu gelişme nasıl oldu? Şöyle oldu: Sanatsal kaygıların ağır bastığı düşük bütçeli bağımsız filmler, çok büyük bütçeli Hollywood filmlerinden daha fazla ticari başarı sağlamaya başladılar. Bunu fark eden ve bağımsız film sektörü pastasından paylanmak isteyen Hollywood şirketleri, kendi bünyeleri içinde, bağımsız filmler yapan ayrı ayrı küçük şirketler kurdular. Bu şirketler, daha çok Hollywood mafyası dışında kalmış, yetenekli sanatçılar ve onların projeleriyle ilgilendi. Bu ilgi, bu şirketlerle dünya şirketleri arasında ortak yapımların gerçekleşmesini de beraberinde getirdi. Dil birliğinden dolayı özellikle, İngiltere, Kanada, Yeni Zelanda ve Avusturya şirketleriyle daha çok ortak yapıma imza atıldı. Bu ortak yapımlar, yeni yönetmenleri, yeni senaristleri, yeni oyuncuları ve yeni yapımcıları da Hollywood’a taşıdı. Giderek kan kaybetmeye başlayan Hollywood, böylece, aslında büyük bir ticari hamle yapmış oldu ve hem entelektüel anlamda, hem de estetik anlamda kendini yenileme fırsatı buldu. Kısacası Hollywood, globalleşerek dünyadaki yeni gelişmelere ayak uydururken, dünyanın farklı bölgelerindeki kendine özgü karakteristikleri ve hikâyeleri de birinci elden sinema perdesine taşımış oldu.

Ortak yapımların gösterdiği başarı, bir süre sonra Oscar törenlerine de yansıdı. Sonuçta yabancı oyuncular, yabancı filmler, yabancı teknik ekipler, Hollywood’un yerlilerinden daha çok ödül alır oldular. Bu da Oscarların Hollywood temeli üzerine kurulu yerel kimliğini daha global bir boyuta taşıdı.

BAĞIMSIZ SİNEMA HOLLYWOOD’U ELE Mİ GEÇİRİYOR


Bir başka değişim de Oscar adayları ve Oscar kazanan filmler listesinde bağımsız filmlerin her geçen yıl daha da ağırlık kazanması konusunda yaşanıyor. Daha 2000’lerin başına kadar pek çok sinema eleştirmeni, Oscarları, ticari film endüstrisinin onurlandırıldığı bir mekanizma olarak değerlendiriyordu. Ancak bu tez gün geçtikçe daha da anlamsızlaşıyor. Çünkü bağımsız filmler her defasında Oscarlara damgasını vuruyor. Hatta bunu, Bağımsız film Oscarları olarak görülen The Independent Spirit ödüllerine aday filmler listesiyle, Oscar’a aday olan filmler listesi arasında bir karşılaştırma yaparak da bulabilirsiniz. Spirit Awards’ın aday listesinde yer alan ve ödül alan pek çok bağımsız film, aynı zamanda Oscarların aday listesinde de yer aldı. Alın Milk’i... Bağımsız bir yapım olan Milk’in başrol oyuncusu Sean Penn, hem Oscar hem de Spirit Awards listesinde en iyi oyucu adayıydı. Örnekleri The Wrestler, Man on Wire, Vicky Christina Barcelona, Frozen River gibi filmler ve Mellissa Leo, Penelope Cruze, Mickey Rourke gibi oyuncularla çoğaltabiliriz...

Bu gelişme, sadece sinema eleştirmenlerinin değil, genel olarak Avrupalıların da Hollywood’a yönelik önyargılı tezlerini boşa çıkardı. Biliyorsunuz özellikle Fransa’nın, Hollywood’a karşı dinmeyen bir kompleksi ve kini var. Sinema Fransa’da doğmuştu. Fransız Lumière kardeşler, Bir Trenin Gara Girişi adlı ilk film gösterimini, 1895 yılında Paris’teki bir kafede gerçekleştirmişlerdi. Ancak bütün bunlara rağmen, Fransızlar bu üstünlüklerini Amerikalılara kaptırdılar. Çünkü özellikle ikinci dünya savaşı, Fransa’nın ekonomik olarak belini burkmuş, film endüstrisini bitirmişti. Oysa aynı dönemde, Amerikan film sektörü aldı başını yürüdü. O kadar büyüdü ki Avrupa bir daha aradaki mesafeyi kapatamadı, odur budur da Hollywood’la ilişkileri aşk ve nefret arasında gidip geliyor. Bir yandan Berlin, Cannes ve Venedik gibi üç büyük Avrupa film festivaline Amerikalı oyuncu ve yönetmenleri özellikle davet ederek, ilgi çekmeye çalışıyorlar, Hollywood filmlerinin ticari kaygılarla üretilmiş, beş para etmez aptal filmler olduğunu iddia ediyorlar. Ayrıca Hollywood kökenli filmlerin kültür emperyalizminin bir parçası olduğu düşüncesiyle Hollywood filmlerine ticari kotalar koydular.

Oysa bugün Hollywood, Oscar sonuçlarından da anlaşıldığı gibi, ticari sinemanın ve sanat sinemasının çok güzel bir kombinasyonunu yakalamış durumda. Artık kimse, Hollywood’un gücünü sadece elindeki tomar tomar dolarlardan aldığını iddia edemez. Hollywood’un asıl gücü, kendini yeni koşullara uydurmasından kaynaklanıyor bir, yeni zihniyetteki insanlara ve farklı kültürlere kapılarını açmasından kaynaklanıyor iki... Sonuç olarak Hollywood artık eski Hollywood değil...

edit post

Comments

0 Response to 'Avrupa’nın Hollywood kompleksi ve globalleşen Oscar'