showtvnet.com

Raivo isimli genç ve yakışıklı leylek, Estonya’nın kuzeyinde yer alan Lammaskula bölgesinde yaşıyordu. Geçen yıl, havaların soğumasıyla birlikte o da tıpkı diğer leylekler gibi güneye, yani daha sıcak bölgelere göç etmeye karar verdi, çünkü orada kalsa dönüp bir parça buz olacaktı. Dere kenarlarında kırıta kırıta yürüyen Raivo, uzun gagasıyla topraktan bol bol solucan çıkardı, karnını güzelce doyurdu, üzerine suyunu içti, sonra da koca kanatlarını çırparak, ayaklarını yerden kesiverdi. Zorlu bir yolculuğa çıkıyordu Raivo. Ancak O, kanatlarının gücüne, engin zekâsına, derin hislerine ve diğer leylek arkadaşlarına güveniyordu. Önünde aşması gereken pek çok ülke vardı. Nitekim, Latvia, Belarus, Ukrayna, Moldovya ve Romanya üzerinden uçarak Karadeniz kıyılarına kadar geldi. Ancak yolculuk burada son bulmuyordu, daha aşağılara inmesi gerekiyordu. O da öyle yaptı, Karadeniz’i aştı ve zorlu geçen bir uçuşun ardından, Kastamonu’ya ulaştı. Rıfat Ilgaz’ın memleketi olan Cide civarında dinlenme molası aldı, yedi içti ve sonra tekrar havalandı. İç Anadolu’yu hafif çapraz keserek Mersin’den Suriye’ye geçti, derken 3500 kilometrelik bir uçuş hattını tamamlayıp, Lübnan’daki Nehir Vadisi’ne ayak bastı. Orada üç ay ense yaptı, gezdi tozdu, o kötü sesiyle gevezelik etti... Derken gitme zamanı yine geldi. Önünde katetmesi gereken bir 4500 kilometre daha vardı. İsrail’e, sonra Mısır’a, ardından Nil boyunca aşağılara doğru uçup, Sudan, Etiyopya ve derken Kenya’ya kadar geldi. Hint Okyanusu kıyısında yer alan Tanga bölgesindeki Ramisi köyü, O’nun son durağıydı.

Raivo, bu yolculuğu yaptığı sırada, dünyanın hemen her yerindeki hayvanlar, bir ülkeden diğer bir ülkeye giriş çıkış yaptılar, örneğin Ajna adlı tavşan (bu karakteri ben uydurdum) ve arkadaşları, yeşil otlakların cazibesine kapılarak hoplaya zıplaya Kapıköy’den İran’ın Khoy bölgesine geçtiler, Ceylanpınar’dan yola çıkan Gerdo adlı bıçkın bir kurt (bu karakteri de ben uydurdum), sevimli iki tarla faresiyle birlikte Demirışık’dan çıkıp, Suriye’nin Azaz bölgesine girdi...

Bütün bu yolculuklar sırasında, ne leylek Raivo’ya, ne tavsan Ajna’ya, ne de diğerlerine pasaport soran olmadı. Hiç bir sınır güvenlik görevlisi çıkıp da, “siz kimsiniz kardeşim, hangi ülkeden geliyorsunuz, cinsiniz cibiliyetiniz nedir, niye soyadınız yok, burada konaklama izniniz var mı yok mu, vizenizden ne haber” diye sorguya çekmedi onları.

KUŞLARA VİZE SORAN YOK

İşte sırf bu nedenlerle, hem New York’tan İstanbul’a gelirken, hem İstanbul’dan New York’a geri giderken, insan olmaktan bir kez daha utandım; ah dedim, keşke ufacık ve cana yakın bir sümüklüböcek, aceleci bir karafatma ya da leylek Raivo olarak dünyaya gelseymişim. O zaman havaalanlarında yaşadığım onca zorlukları yaşamazdım. Neler mi yaşadım, özetleyeyim: önce bir pasaportunuz ve üzerinde de alınması hiç kolay olmayan vizeniz olması gerekiyor tabii. Havaalanı kapısından giriyorsunuz. Valizlerinizi röntgen makinesinden geçiriyorsunuz, kendiniz ise metal eşyalara duyarlı olan elektronik bir kapıdan... Üzerinizdeki bütün metalleri, bozuk paraları, cep telefonunuzu, anahtarınızı, kemerinizi çıkarmanız gerekiyor. Orada bekleyen güvenlik görevlileri gerek görürlerse üzerinizi arıyorlar. Sonra biletinizi onaylatmak ve valizinizi vermek için havayolu şirketinin standına gidiyorsunuz. Kuyrukta beklerken, görevliler gelip size güvenlikle ilgili sorular soruyorlar. Valiziniz varsa verip yer numaranızı alıyor ve oradan ayrılıyorsunuz. Bu kez ikinci bir kapıdan geçip başka bir bölüme geçmelisiniz, bu kapıda, oradaki polis memuru, sizin vizenizi, pasaportunuzu ve sicilinizi inceliyor, bu sırada kendinizi terörist gibi hissediyorsunuz. Oradan geçtiniz, daha bitmedi, bu kez uçağınızın kalktığı bölüme geçmek için yeniden bir kapıdan süzülüyorsunuz. Buradan da yanınıza aldığınız el ve sırt çantalarınız röntgen makinesinden geçiriliyor, pasaportunuzu da gösteriyorsunuz. En son uçak kapısına giderken de biletinizi göstermek zorundasınız ve işte demir kuşun içindesiniz, şimdi uçmaya hazırsınız.

Peki, neden hayvanlar bu tür durumlar yaşamak zorunda değiller. Cevabı çok açık; çünkü onların devletleri yok. Düşünün bir, Ankara’dan İstanbul’a giderken bu zorlukları yaşamak zorunda değilsiniz, New York’tan Boston’a giderken de öyle. Bütün bu aramalar taramalar, bir devletten diğerine geçerken yapılıyor, demek ki dünya üzerinde birden fazla devlet olması insanları seyahat etme konusunda caydırıcı bir mekanizmayı da beraberinde getiriyor.

İnsanlar nedense kendini bir devletin sınırları içinde yaşamaya hapsederek ömür tüketmeyi bir alışkanlık haline getirmişler. Oysa tavşanların da tarla farelerinin de hayatını görüyorsunuz işte; nerde akşam orda sabah, onlar kendilerini belli sınırlar içine hapsetmiyorlar, bütün dünya onların kullanımına amade, ne parçalanacak diye tir tir titredikleri bir devletleri, ne tapındıkları bayrakları, ne dinlerken donup kaldıkları milli marşları, ne başkasını öldürmeye yarayan silahları ve ne de üzerlerine tapulu beton evleri var. Buna rağmen hayatlarında hiç bir kaos yok, her şey tıkır tıkır işliyor. İnsanlar ise çoğalıp çoğalıp, dünyayı iyice istila ediyor, enternasyonal karakterli barışsever hayvanların yerini daraltıyorlar.

DÜNYAYA BİR DEVLET YETER Mİ?

İşte sırf bu tuhaflıklar nedeniyle, bazı insanlar, dünya üzerinde birden fazla devlet olmasını gereksiz ve saçma görüyor. Devletlerin ve çizilen sınırların, seyahat etme konusunda zorluklar çıkardığına, bunun da toplumların karşılıklı iletişim ve temasını engellediğine inanıyorlar. Bu konuda en çok rahatsız olan insanlardan biri de 1921 doğumlu olan Garry Davis. Biliyorsunuz belki, Avrupalılar ve Türkiyeliler düşünüp düşünüp kafa kaşımayı sever, Amerikalılar ise uygulamayı... Amerika doğumlu Garry Davis de o güne kadar Avrupalı düşünürlerin yazıp durduğu dünya vatandaşlığı fikrini, 1948 yılında hayata geçiriyor. O yıl Birleşmiş Milletler tarihinde ilk kez bir genel kurul toplantısı New York dışında yapılıyor. Çılgın Amerikalı Davis, Paris’te yapılan genel kurul toplantısını basıyor ve diyor ki “kardeşim dünyaya bir devlet yeter.”

Davis’i, Albert Camus ve André Gide gibi dünyaca ünlü Fransız yazarları da destekliyor. Bu desteğin de etkisiyle bir yıl içinde 750 bin kişi dünya vatandaşlığı için kayıt yaptırıyor. Davis, insanlara dünya vatandaşlığı kimliği veriyor. Bunu hâlâ yapıyor. Gidin www.worldgovernment.org adlı internet sitesine, gerekli formları doldurun ve siz de dünya vatandaşı olun. Bu oluşum, 1954 yılında World Service Authority adını alıyor. Hatta Davis, 1986 yılında, başkent Washington’da, belediye başkanlığına adaylığını koyuyor ve tamı tamına 585 kişiden oy alıyor, böyle radikal bir fikir için az buz değil.

DİYAR DİYAR GEZEN TÜCCARLAR

Davis’in ilk işlerinden biri, kendi yaptığı dünya vatandaşı pasaportuyla seyahate çıkmak oluyor. Çünkü seyahatin sihirli bir gücü olduğuna inanıyor. Hakikaten de öyle, seyahat, her zaman insanları birleştiren bir unsur olmuş, başka toplumların yaşadığı topraklara ayak basmak, onlarla aynı mekânlarda yemek içmek ve solumak, onları daha iyi anlamayı kolaylaştırmış, böylece o topluma karşı beslenen ve cahillik üzerine temellenmiş pek çok ön yargıdan kurtulmak da kolaylaşmış.

Günümüzde toplumlar birbirlerine eskisinden daha yakınlarsa eğer, bu yapıyı inşa edenlerin başında, sürekli seyahat eden tüccarlar geliyor. Tarihte diyar diyar gezen tüccarlar için belli bir ülkenin vatandaşı olmak o kadar önemli değildi, bir yerden mal alarak diğer bir yere satarken, toplumlar arasında, kültür, dil ve inanış alışverişinin de önünü açıyorlardı. Hatta farklı devletlerin, ortak ticaret kanunları uygulamalarını sağlayarak, hukuki bir iş birliği de gerçekleştirdiler. İşte bu nedenlerle, globalizmin öncüleri ve kurucuları kesinlikle tüccarlardı. Hatta farklı ırktan, farklı dinden, farklı dilden insanların bir arada yaşadığı ilk kozmopolit şehirleri de yine tüccarlar yarattı. Bugünkü Malezya’da yer alan Mallaca şehri böyle bir şehirdi. Efsanevi tarihçi Fernand Braudel’in hesabıyla bugün bisikletle kolayca dolaşılabilecek kadar küçük olan Malay yarımadasında yer alıyordu bu şehir. Limanlarına Portekiz’den Çin’den ve Hindistan’dan gelen gemiler yanaşıyordu. 16. yüzyılda kent ekonomisine, Gujerat ve Calicut’dan gelen Müslüman tüccarlar hâkimdi. Bunları Coromandel kökenli Hintli tüccarlar takip ediyordu. Ardından Portekizliler geliyordu... Bu liman kentinde toplanan baharatlar, batıdan Akdeniz ülkelerine kadar taşınıyordu. Bu küçük kentin her mahallesinde ayrı bir dil konuşuluyordu, buna rağmen herkes birbirini anlıyor, birbirinin dilini konuşuyordu, kilise de vardı, cami de... Hatta buradaki çok canlı uluslararası ticaret, yerli halkın konuştuğu Malaycanın batıya yayılmasını bile sağladı. Ünlü kâşif Macellan’ın, Malay dilinden yüzlerce sözcüğü Avrupa’da konuşulan dillere soktuğu söylenir.

Günümüze gelelim: Tanımak, gezmek ve eğlenmek amacıyla seyahat eden turistler, iş fırsatı için başka ülkelere göç eden işçiler ve teknisyenler, eğitim için ülke dışına çıkan öğrenciler, IBM gibi çokuluslu şirketlerin farklı ülkelerdeki şubeleri arasında yer değiştiren profesyoneller... Hepsi seyahat ediyor, dünyanın sağlığı için iyi bir şey bu, çünkü seyahat edenlerin sayısı arttıkça, dünya toplumları birbirlerine daha fazla ısınacak, barış ve tek devlet şansı artacak...
edit post

Comments

0 Response to 'Global kuşlar ve tek bir dünya devleti'