05.04.2009 - Taraf Gazetesi

Chris’le geçen aksam telefonda konuşurken, sohbetimiz, New York’ta ne aradığımız konusuna geldi dayandı. Dört yıl önce, kuzeyde, Kanada sınırındaki Buffalo kentinden göçüp bu şehre gelen Chris, “Ah Hiidiir (İngilizcede ı harfi olmadığı için bana biraz da uzatarak, Hiidiir diyorlar) ne aradığımı ben de bilmiyorum ama ne zaman gecenin üçünde, bir bardan tek başıma çıkıp da eve doğru yürüsem, müzik grubu Green Day’in Kırık Düşler Bulvarı adlı şarkısını mırıldanırım,” dedi. Chris yollarda bu şarkıyı mırıldanmış olabilir ama telefonda bas bas bağırarak, şarkıyı tekrar söyledi: “Ah-ah, Ah-ah, Ah-ah... Issız kaldırımlarda yürüyorum, kırık düşler bulvarında, şehrin tümden uyuduğu saatler, etraftaki tek insan ben olmalıyım ve işte bir başıma ilerliyorum.... Bazen oracıkta birinin karşıma çıkmasını ve beni fark etmesini ümit ediyorum. Ve sonra yine yalnız yürümeyi sürdürüyorum... Ah-ahh....

Aslında New York’a göç eden insanların, kentle başlayan ve sonlanan ilişkileri sırasında yaşadıklarıyla, Chris’in bir bara girmesi ve çıkması sırasında yaşananlar arasında ilginç benzerlikler var.

Chris gibi arayış içinde olan pek çok New Yorklu, özellikle perşembe, cuma ve cumartesi geceleri, Manhatten’daki bar ve gece kulüplerinin önünde büyük kalabalıklar oluşturur. Büyük beklentilerle barın loşluğuna adım attıklarında, en güzel kızı ya da en yakışıklı erkeği orada bulacağını ümit ederler, bazıları ise en zengininin peşindedir; bu zengin kişi kendilerine yaşıt biri olabilir ya da kendilerinden yaşça büyük bir cici baba ya da cici anne olabilir...

Barların ve gece kulüplerinin renkli ışıkları, tekno müzik, şık ve temiz giysiler, güzel kokular, ortalığa yayılan dumanlar, şen kahkahalar, röntgen makinesi gibi vücutları tarayan bakışlar, kulak memesine konan sıcak dudaklar, cinsel organları sürekli kabarık tutmak için içilen viagralar, bütün bunlar insanları garip bir illüzyonun içine çeker, böylece herkes, belleğinde o an dizayn edilmiş sahte gerçekliğe daha fazla inanmaya başlar ve onun üzerine yeni beklentiler inşa ederler. İlerleyen dakikalarla birlikte, bu beklentileri elde edeceklerine dair umutları daha da artar, keyiften dört köşe olurlar, dans ederken gözleri dışarıya kapanır ve tümden kendi kurgusal gerçeklikleriyle baş başa kalırlar. İşte o an zikir halindeki din adamlarını andırılar, ta ki floresan ışıklar yanana ve onları bu geçici hipnozdan uyandırana kadar. Bu noktada yeniden gerçek dünyayla yüzleşirler, tıpkı Chris gibi sabaha doğru evlerine elleri boş döndüklerinde, yaşadıkları aslında hem bir hayal kırıklığı hem de kendi çapında bir travmadır.

Nitekim valizlerini tıka basa hayallerle doldurup nefesi New York John F Kennedy Havaalanı’nda alan ve bu şehre yerleşmeye çalışan pek çok insan, bara giden o gençlerin yaşadığı illüzyonu ve onu takip eden travmayı yaşar. New York’un kendisi de ışıltılı bir gece kulübünden farklı değildir. İçine aldığı insanları umutlandırır ve onlara dilediklerini verecek cömert ve bereketli bir şehir gibi gözükür başlangıçta, ancak zaman geçtikçe anlaşılır ki bu şehir az verip çok alan, çoğu zaman da gösterip vermeyen ve aşırı dozda kapitalizm hormonu almış bilimkurgusal bir yaratıktan başka bir şey değildir. Büyük yorgunluklardan sonra bu sırra eren pek çok New Yorklu, şehri terk etme kararı alır. Ancak o ana kadar şehir, onlardan alacağını zaten almıştır bile.

1600’lü yılların başında Hollandalıların
kurduğu bu dört yüz yıllık şehir, insanın gencini, tazesini ve bekârını sever. Bu nedenle New York, bekâr ve genç profesyonel nüfusun en yoğun olduğu metropollerden biridir. Aslında bu kent ve bu kentin sakinleri arasındaki ilişki, karşılıklı bir alışveriş ilişkisidir. New York, ayakta durabilmek için gençliğe, onların yoğun enerjisine, keskin zekâlarına, taze eğitimlerine ve bekârların sahip olduğu limitsiz zaman kullanımına ihtiyaç duyar. Gençlerin perspektifinden baktığınızda ise bu şehir yılların birikimiyle zenginleşmiş, her şeyin en iyisine sahip bir vaatler ve fırsatlar gezegenidir, şehrin ismini duyunca hırsları kamçılanır, oradaki fildişi kulelere çıkan kariyer basamaklarını tırmanarak, kendilerini ispatlamak, para kazanmak ve o sözü edilen tatlı hayata ulaşmak isterler.

İşte bütün bu en iyisini bulma gayreti, kentte yaşayan insanlar arasındaki ilişkileri de aşikâr biçimde materyalist bir çerçeve içine itiyor. Geçen Sybil anlatıyordu. Kızcağız, cenaze merasimi organizatörlüğü yapan sevgilisinden ayrıldıktan sonra (çünkü adam öpüşürken dudaklarından çok dilini kullanıyor ve Sybil’in ağzını salyayla dolduruyormuş) barlara daha sık takılır oldu, erkeklerin yüzde 80’inin ona sorduğu ilk iki soru şuymuş: “Ne iş yapıyorsun ve nerede oturuyorsun?” Bir insana yaşadığı semti ve işini söylemek ona gelir durumunu söylemekle aynı şey aslında. Bu tür bir soru, karşıdakinden beklentinin sadece fiziki güzellik değil, cüzdan şişkinliği ve girilebilecek yeni bir sosyal çevre olduğunu gösteriyor. İnsanlar New York’ta parayı ve güzelliği birarada arıyorlar. Bundan çıkarılacak bir başka anlam da şu: Herkes aslında kendinden daha iyisini arıyor. O nedenle Chris’in de dediği gibi “Hiidiir bu kentte herkes avcı, herkes avlanmak için geliyor. Dolayısıyla burada savunmasız ve masum kurbanlar yok, yani işiniz çok zor, zaten sonuç ortada, büyük çoğunluk avdan eli boş dönüyor.”

Bütün bunların ötesinde New York’un, kendi sakinlerine sunduğu esas kazanç, kaybolma özgürlüğüdür. Bu kentte siz, siz olarak yaşarsınız. İşte bu sebepledir ki göç edip geldikleri küçük şehirlerde, geleneğin köhnemiş spotlarını her an üzerinde hissedenler, New York’ta derin bir nefes alırlar. Çünkü New York, onları spotların yakıcı etkisinden korur ve saklar...
edit post

Comments

0 Response to 'Vaatler kenti New York ve kırık hayaller'