18.01.2009- Taraf Gazetesi

Bir suredir Türkiye’deyim. Bu ziyaretim biraz gecikmeli gerçekleşti. Dolayısıyla Türkiye’ye ilişkin unuttuğum pek çok detayı tekrar hatırladım. Sonra bu detayları sizlerle paylaşmaya karar verdim. Sekiz yıldır Amerika’da yaşayan birinin Türkiye ile ilgili gözlemleri, sizin için ilginç olabilir diye düşündüm. Bu arada bir noktayı özellikle vurgulamak istiyorum. Bu ülkede insanlar, bir başkasına saygı duyma konusunda ciddi biçimde zorluk çekiyor. Oysa saygı, ilişkilerin daha güzel ve daha kolay yürümesini sağlayan en temel faktör. Bu konuda herkesin, “ben başkasına ne kadar saygılıyım” diye düşünüp, kendini sorguya çekmesinde fayda var. Her neyse, şimdi gözlemlerime geçeyim:

HIRSIZLIK .
Daha İstanbul’a ayak basar basmaz soyuldum. Oysa sekiz yıllık Amerikan maceramda bir kez bile bir şeyim çalınmadı. Kimse evime girmedi mesela. Üstelik ben çoğu zaman evin kapısını kilitlemeyi unuturum. Sokakları İstanbul kadar kalabalık olan Manhattan’da yürürken cüzdanımı yürüten de çıkmadı, zaten hiç bir zaman cüzdanımı kollama gereği duymadım. Şimdi ise tam bir paranoyak oldum: Türkiye’de genellikle evde vakit geçiriyor, pek sokağa çıkmıyorum, ancak ne zaman çıksam elimi cebime sokuyor, cüzdanımı sıkı sıkı tutuyorum.

KUYRUK İHLALİ .
Her bakkala gittiğimde istismara uğruyorum. Parayı tam kasiyere vermek üzereyken önüme biri giriyor ve bu biri, sanki ben orada yokmuşum, görünmez bir adammışım gibi parasını benden önce uzatıyor, malını alıyor ve aldırış etmeden çekip gidiyor. İşin ilginç yanı, bakkal gözünün önünde cereyan eden bu haksızlığı önlemek konusunda hiç bir teşebbüste bulunmuyor, benden onun adına özür de dilemiyor. Zaten “özür dilerim” lafını buraya geldiğimden beri hiç işitmedim. Eğer insanlar bu lafı telaffuz etme konusunda bu kadar zorlanıyorsa, bu, o insanların, suçlarını kabullenme konusunda çok zorlandıkları anlamına gelir. Bu nedenle, Türkiye’de insanlar, kendileriyle ilgili her sorundan başkalarını mesul görüyor ve o başkalarını suçluyor, kimsenin kendini suçladığı yok.

EROTİK KUYRUKLAR .
İster havalimanında, ister bankada olsun, ne zaman bir yerde bir kuyruk olsa, herkes birbirine yapışarak kuyruğa geçiyor. Önündekiyle arasında mesafe bırakmak kimsenin aklına gelmiyor. Daha ilk kuyruğa girme tecrübemde benim aklıma geldi ama arkamdaki öyle çok yapıştı ki ilerleyip ben de önümdekine yapışmak zorunda kaldım. Yana çekileyim dedim, sıramı kaptırdım.

KÖTÜ MUAMELE .
Kadınlar alışveriş yaparken çalışanlara çok kaba saba davranıyorlar. Kesinlikle azarlar gibi ve emir verir gibi konuşuyorlar. Demek ki yeri geldiğinde kocalarının kötü muamelesinden dem vuran, onların yeterince romantik olmadığından, ince davranmadığından şikâyet eden kadınlar, fırsat bulduklarında başkalarına kötü muamele etmekten geri kalmıyor.

KÖLE MUAMELESİ .
Bazı ofislerde ilginç manzaralara tanık oldum: Müdürler çalışan görevlileri azarlıyor. Yani müdürler müdür gibi değil, çocuklarına bağıran asabi bir aile babası gibi davranıyorlar. Özellikle erkek yöneticiler, çalışanları, rahatlıkla örseleyecekleri küçük çocuklar gibi algılama alışkanlığını terk etmeli. Çünkü bu ilişki türü aslında bir köle ve kâhya ilişkisini andırıyor. Hatta Çalışma Bakanlığı, işyerlerinde kötü ve saygısız muameleyi engellemek konusunda yasal bir takım düzenlemeler yapmalı.

TRAFİK .
Sürücülerin yayalara karşı bu kadar saygısız olduğunu görmek çok üzücü. Sürücüler her nedense yayalara karşı kendilerini üstün görüyor ve bu üstün görme nedeniyle her konuda kendilerini yayalardan daha öncelikli sayıyorlar. Sürücülerin çoğu cinayete teşebbüs eder gibi araba kullanıyor, herkes her an birini ezebilir. Özellikle ara sokaklarda çok hızlı araba kullanılıyor, kavşaklarda durup bekleme ve etrafı kollama alışkanlığı yok, karşıdan karşıya geçenler umursanmadan, çok hızlı dönüşler yapılıyor. Örneğin kavşaklarda ciddi ezilme tehlikeleri atlattım, hâlâ sağ kaldığıma şaşıyorum. İstanbul’da daracık sokaklar bile çift yönlü trafiğe açık. Oysa özellikle ara sokaklarda tek yön uygulamasına gidilmesi yayaların can güvenliğinin sağlanması açısından çok önemli.

HÜRRİYET’İN YEMEĞİNİ NASIL KAÇIRDIM .
Amerika’ya taşınmadan önce burada gazetecilik yapıyordum. Bizim medya sektörü çok istikrasız olduğu için sürekli iş değiştirmek zorunda kalırsınız. Dolayısıyla ben neredeyse her grupta çalıştım. Bütün bu gruplar arasında Hürriyet’in benim için ayrı bir yeri var; nedeni de yemekleri; çünkü çok lezzetli. İşte bu sebeple sevgili dostlarım Cengiz Semercioğlu ve Selim Akçin’le özellikle Hürriyet binasında buluşmak istedim, birlikte yemek yiyecektik. Ancak ben trafiğin bu kadar kötü olabileceğini hesaplayamadığım için randevuya geç kaldım. Dolayısıyla yemeği kaçırdım. Kısmetime Selim’in ısmarladığı tost ve çay düştü, o da güzeldi. Hürriyet binasında eski dostum Gülden Aydın’la ayaküstü sohbet etme sansı bulmak da bu ziyaretin ikramiyesi oldu. Eskilerden Mevlüt Tezel ve genç gazeteci Hakan Gence’yle de biraz sohbet ettik.

DÜKKÂN ENFLASYONU .
Mahallelerde, sokak içlerinde de olsa, inşa edilen çoğu binanın giriş katı, dükkân yeri olarak düzenleniyor. Böylece mahallenin her yerinde dükkânlar açılıyor. Oysa küçük işyerleri de olsa, bu işyerleri konutlardan biraz uzak tutulmalı. Devletin ve belediyelerin bu konuyu ciddi biçimde ele alması gerekir. Ana caddeler ve belli caddeler dışındaki sokaklarda inşa edilen apartman girişlerine dükkân yapılmasına izin verilmemeli. Bu gidişatın sonuçları esnafı da olumsuz etkiliyor; her yerde dükkân olunca pastadan alınacak dilim de zayıflıyor tabii.

GÖRÜNTÜ KİRLİLİĞİ . New York’ta bir tek Times Square civarındaki binalarda üst üste binmiş gibi duran ışıklı-renkli ilan tabelaları görürsünüz. Nitekim bu tabelalar o bölgeye özel bir kişilik katar. Ancak şehrin geri kalan binaları üzerinde reklam panoları ve küçük işyerlerinin tanıtım tabelalarını biraz zor görürsünüz. İş hanlarındaki işyerleri, bina dışına tabela asamazlar. Bina içinde olan ve kapısı sokağa açılan dükkânların ise neye göre ve ne ölçüde isimlerini yazacakları belli kurallara bağlıdır. Kimse kafasına göre tabela asamaz. Hatta bu konuda başkent Washington DC’de kurallar daha sıkıdır. İstanbul’daki binalar ise reklam tabelasının kendisine dönmüş durumda. Özellikle iş merkezlerinin duvarları insanı bakarken yoran karma karışık yazı ve resimlerle dolu. Belediyelerin bu konuda ciddi önlemler almaları gerekiyor, aksi halde İstanbul hızla çirkinleşecek.

DOLMUŞ ŞOFÖRLERİ .
Yolculuk ettiğim dolmuş, bir durakta durdu, kaldırımdaki yaşlı kadın, tam sol ayağını dolmuşun basamağına atmış, sağ ayağını da atmak üzereydi ki şoför hemen gaza bastı. Eğer kolundan yakalamasaydım, yaşlı teyze tekerin altında yuvarlanıp ezilebilirdi. Dolmuş şoförüne dönüp aynen şunları söyledim; “insanlar, özellikle de yaşlılar dolmuşa binerken, aracınızı hareket ettirmemeli ve o insanları yerlerine oturana kadar beklemelisiniz, aksi halde insanlar düşebilir, yaralanabilir ve ölebilirler” dedim. O da bana “sen ne diyooosun yaa” diye karşılık verdi. Bu sırada dolmuş içindeki hiç bir yolcu bu adaletsizliğe karşı gelmeye yeltenmedi bile.

GARSONA LÜTFEN DEMEK .
Arkadaşlarımla birlikte bir lokantaya girdik, garson geldi, ben her zamanki alışkanlığımla garsona dönerek, “Nasılsınız iyi misiniz” diye sordum, sonra da lokantayla ilgili bir iki soru sordum. Kısa ama çok sıcak bir ilk tanışma sohbetiydi. Ancak yanımdaki arkadaşlarım bu durumdan pek fazla hoşlanmadılar. Yemekte, İsrail’in Filistinliler üzerinde yıllardır süren insan hakları ihlallerinden söz edildi. Ne tuhaftır ki yemek boyunca bu üniversite mezunu olan, duyarlı olan, çok iyi meslekleri olan arkadaşlarım, garsona karşı, bir kez bile “lütfen” sözcüğünü kullanmadılar, sürekli emir cümleleriyle garsondan bir şeyler istediler ve garsona onca hizmeti karşılığında hiç teşekkür etmediler.

CANA YAKINLIK .
Türkiyelilerin en övündükleri yanları cana yakın olmalarıdır. Ancak ben buna pek katılmıyorum. Özellikle üzerlerinde biraz daha pahalı giysiler taşıyan insanlar, nedense çok kasıntı ve soğuklar. Bir barda ya da lokantada biriyle dostça tanışmak çok zor, biriyle göz göze geliyorsunuz, gülümsüyorsunuz ama karşılık yok, sohbet etmek için ortaya bir laf atıyorsunuz gerisi gelmiyor. Örnek vereyim: dişçinin bekleme salonuna girdiğimde, orada oturan hanımefendiye kibarca, “merhaba” dedim, hanımefendi aldırış etmeyince duymadı sandım, yerime oturunca, bana baktığını fark ettim ve tekrar “merhaba” dedim, hanımefendi merhaba karşılığını vermek yerine, azarlar ve hesap sorar bir üslupla, “bir yerden tanışıyor muyuz” dedi. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Bundan şu sonuç çıkıyor: Türkiye’de kentte yaşayan insanlar, tanımadıkları insanlardan korkuyor, onlara güvenmiyor ve potansiyel bir tehlike olarak görüyorlar, bu nedenle de yaklaşmamayı tercih ediyorlar.

GÜZEL BİR ŞEY: Taraf ZİYARETİ .
Seyahatimde Taraf’ın ofisini de ziyaret etme şansı buldum. Yerleri harika; Kadıköy iskelesine çok yakın ve deniz manzaralı olan y şeklinde bir ofisleri var. Tamer Kayaş sağolsun, bana hemen bir çay ısmarladı, içim ısındı. Çalışan arkadaşların hepsi çok sıcak ve hoş insanlar.

ZAVALLI CNN TÜRK . Çok ciddi bir CNN takipçisiyim.
Evdeki ana kanalımdır ve diğer kanallara ondan hareket ederek geçerim, sonra hep döner yine CNN’e geri gelirim. İşte bu ilgim nedeniyle burada olduğum süre içinde CNN Türk’ü nedir ne değildir diye dikkatlice izlemeye çalıştım. Ancak kanal, Amerikan CNN’ininden çok, TRT2 çizgisinde bir özel televizyon gibi. Hazır kanalın başına iki değerli ve saygın gazeteci yani Mehmet Ali Birand ve Ayşenur Arslan geçmişken bazı tavsiyelerde bulunmak istiyorum. CNN Türk bir haber kanalı olmasına rağmen çok heyecansız ve durgun. Bunun en temel sebebi kanalın yükünün rutin programlara bindirilmesi, örneğin Noyan Doğan’ın ve Kürşat Başar’ın aheste çek kürekleri şeklinde ilerleyen programları kanalı yavaşlatıyor. Tembel işi olan ve kanalı şişirmekten başka işe yaramayan bu stratejiden vazgeçilmeli. Bunun yerine haber merkezini güçlendirmek ve CNN ismini taşıyabilecek gazeteciliği çok güçlü kadrolu anchorlar almak gerekiyor. Muhabir olarak da alanında çok deneyimli senior muhabirlere ağırlık tanınmalı. CNN Türk’ün iç örgütlenmesini pek bilmiyorum ama haber konusunda deneyimli haber yapımcılarının sayısının en az muhabirler kadar arttırılması, hazırlanacak haberlerin hem görsel, hem içerik, hem sunum zenginliği, hem de hız kazanmasına yol açacaktır.

Bunlar dışında, dekor düzenlemeleri çok özensiz ve yaratıcılıktan uzak. Kanalın bir mizanpajı yok. Bu eksikliği gidermek için, farklı bölümler arasında köprü kuracak ve kanala görsel bir bütünlük kazandıracak grafik tasarımları geliştirilmeli. Ayrıca bu iki yeni yönetici, kendilerine “Neden CNN Türk Amerikan CNN’i gibi kendi öz starlarını yaratamadı” diye sormalı. Bu sorunun cevabını vermeye çalışırken kendilerine yol açacak pek çok fikir geliştirebilirler.

TELEVİZYON DİZİLERİ .
Türk televizyon piyasası Hindistan’ın Bollywood’una dönmüş durumda, aşırı dizi üretimi var. Hepsinden birer bölüm izlemeye çalıştım ama yetişemedim. İzlediklerimin hiç birini sevmedim. Bir dönem medyatava.com adlı internet sitesine yazan başarılı tv eleştirmeni Atilla Aydoğdu’yu şimdi daha iyi anlıyorum. Çoğu dizide, sulandırılmış bir sözde samimiyet ve hastaca bir duygusallık ağır basıyor. Ne zekice yazılmış diyaloglara, ne de ilginç bir hikâyeye rastladım. İşte bu nedenlerle eğer ben bir diktatör olsaydım; ilk icraatım bu dizilerin hepsini yasaklamak olurdu. Hepsi birbirine benziyor, biri diğerinin öteki bölümü gibi, biri bitiyor diğeri başlıyor, oyuncuların hepsi hiç bıkmadan ağlamaklı ses tonuyla konuşuyorlar, fonda ağlamaklı müzikler çalıyor.

RÜŞVET VE YOLSUZLUK .
Bir aile dostumla arabada gidiyoruz. Aile dostumuz ‘Deniz Feneri’nden ve öteki yolsuzluklardan şikâyet ediyor, politikacıları ahlaksızlıkla suçluyor. Derken trafik polisi bizi durdurdu. Bir belge eksikti. Bizimki dışarı çıktı, az sonra geri geldiğinde, rüşvet verip kurtulduğunu söyledi. Ben de ona trafik polisine rüşvet vermenin de diğerleri gibi bir tür yolsuzluk olduğunu söyledim. Beni orada arabasından indirmedi ama bir daha da yüz vermedi.

TUVALETLER .
Lokantaların, barların ve birahanelerin tuvaletleri sidik kokuyor. Bunun en temel nedeni alaturka tuvaletler. Yapısı gereği sağlıksız olan bu tuvaletlerin yasaklanması gerekiyor. İkincisi ise tuvaletlerde içerideki havayı dışarıya taşıyacak havalandırma sistemi yok. Belediyeler böyle yerlere nasıl ruhsat veriyorlar pek anlayamadım.

ASIK SURATLI İNSANLAR .
İnsanlar güler yüzlü değil, asık suratlı, çok çabuk sinirleniyor ve çok çabuk kavga ediyorlar. Bu nedenle ortaya ürkütücü görüntüler çıkabiliyor. Oysa kavga olaylarını azaltmanın çok kolay bir yolu var; ilk fiziki saldırıda bulunanlar için çok ağır cezai yaptırımlar getirmek.

* * *

Türkiye gözlemlerim burada bitmiyor. Devam edecek. Bu bölümü burada sonlandırırken, babalarını kaybeden yeğenlerim Hasret’le Meltem’e ve tüm aileye sabırlar diliyorum.
edit post

Comments

0 Response to 'Bu ülkede her şeyin çivisi çıkmış'