19.10.2008- Taraf Gazetesi

1933 yılıydı, şu meşhur diktatör Hitler, Alman (Weimar Republic) Anayasası üzerine yemin etmek için kürsüye çıktı. Yemininde, cumhuriyetin bütün ilkelerine sadık kalacağını söylüyordu. Ancak aynı gün, yani 30 ocak günü, apar topar kabineyi biraraya getiren Hitler, gizli bir toplantı gerçekleştirdi. Toplantıda, cumhuriyetin ve onun sağladığı demokratik atmosferin nasıl alaşağı edileceği üzerine beyin fırtınası yapıldı ve bir takım planlar hazırlandı.


Sıra bu planların nasıl uygulanması gerektiği konusuna geldi. Bulunan çözüme göre, ülke güvenliği bahane edilecek ve bunun üzerinden adım adım ilerlenecekti. Ancak ortada böyle bir güvenlik sorunu da yoktu ki. Ancak yoktan var etmek diye de bir şey vardı, o halde ülke güvenliğini tehlikeye atacak bir tehdit yaratmak gerekiyordu.


Beklenen tehdit sonunda geldi. Aradan sadece bir kaç hafta geçmişti, şubat ayıydı, Alman parlamento binasına (Germany’s Reichstag) bir kundaklama saldırısı düzenlendi. Bu saldırıyla birlikte tehdidin komünistler olduğu ortaya atıldı. Bunun hemen ardından, medya aracılığıyla iyice yaygara koparılarak, ülkede bir kargaşa atmosferi varmış izlenimi yaratıldı. Hitler ve ekibinin ihtiyaç duyduğu puslu psikolojik ortam hazırdı artık. Bu durumda başbakan Hitler’e düşen görev, hemen savunmaya geçmek, söz konusu kargaşaya yol açan tehdidi ortadan kaldırmaktı. Yani Hitler ve arkadaşlarının daha ilk günden hazırladıkları o kirli planı, tersaneden denize indirme zamanı gelmişti.


Daha Meclis binası üzerindeki yangının dumanı tüterken, Hitler yemedi içmedi Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’a çıkarak halk ve ülke güvenliğine yönelik bir tasarı sundu. Önerilen tasarıyla ülkede bir tür olağanüstü hal ilan ediliyordu. Bu çerçevede kişisel özgürlüklerin sınırlandırılması öngörülüyor, konuşma ve düşünce özgürlüğü kısıtlanıyor, özellikle basın özgürlüğüne büyük darbe indiriliyordu. Halkın örgütlenme hakları da toptan kaldırılıyordu. Polise ise olağanüstü yetkiler verilmesi öngörülmüştü.


Tasarı çok geçmeden sıcağı sıcağına hayata geçirildi. Hitler, devleti koruma bahanesi maskesiyle, yasaların tüm gücünü eline geçirmiş, halkın varolan bütün demokratik haklarını ise bir hamlede buharlaştırmıştı. Böylece Almanya demokratik cumhuriyetten başka bir rejime geçiş yapıyordu. İlginç bir rejimdi bu; kâğıt üzerinde demokratik bir cumhuriyet ama fiiliyatta bir diktatörlüktü. O nedenle biraraya gelmesi zor ve absürt olan bu iki kavramı birleştiriyor ve bu rejime demokratik diktatörlük diyorum.


Hitler’in demokratik diktatörlüğünde, halkın eli kolu bağlanmıştı. Çok geçmeden bu yeni rejimin nasıl hasta bir karaktere sahip olduğu iyice anlaşıldı; Kendi öz halkını taciz eden, telefonlarını dinleyen, özel görüşmelerini şantaj malzemesi olarak kullanan, adım adım takip eden, hapse atan, işkence eden, yetmedi büyük bir hızla silahlanarak konuya komşuya saldıran bir diktatörlüktü bu.


Biraz daha yakın tarihe geleyim. Amerika’nın 2003 yılında Irak’a girmesini kolaylaştıran neden de tehdit faktörüydü. Irak’ın kimyasal silah üreten gelişmiş tesislere sahip olduğu inancı, hükümet tarafından üretildi ve herkes bu konuda ikna edildi. Ardından da Bush Irak’a girdi. Sonra anlaşıldı ki Irak’ın kimyasal silah ürettiği iddiası yalanmış. Ancak Amerika, farklı bir ülke, burada özgürlükler anayasal garanti altında. Dolayısıyla özgür vatandaşlar, özellikle akademisyenler ve gazeteciler bu iddiaların yalan olduğunu çok geçmedi bir bir ortaya çıkardılar.


Hitler Almanyası’ndaki süreçle akrabalık içeren bir şeyler arıyorsak, Ankara’ya bakmalıyız. Siz ne düşünürsünüz bilmem ama bana göre Hitler döneminde yaşananlarla, Türkiye’de son bir aydır yaşananlar arasında ciddi bir kan bağı ilişkisi var.


Türkiye de ne yaşandığını benden daha iyi biliyorsunuz. Bu ayın 3’ünde, PKK, Aktütün karakoluna bir saldırı gerçekleştirdi. Aslan gibi 17 asker yaşamını yitirdi. Bu saldırıyla birlikte PKK Türkiye kamuoyunda bir kez daha en büyük tehdit olarak kendini göstermiş oldu.


Saldırının yarattığı gergin psikolojik ortam doruktayken, Silahlı Kuvvetler’in Kuzey Irak’a hava saldırısı yapmasını bir yıl daha uzatan tezkere Meclis’ten jet hızıyla geçirildi. Halkın seçtiği 515 milletvekili hiç tereddüt etmeden tezkere için hop diye “evet” oyu verdi. Bununla da yetinilmedi, Kürt illerinde olağanüstü hal uygulamasına ilişkin ordu ve hükümet arasında görüşmeler başlatıldı.


Tezkerenin ardından, Taraf, Genelkurmay’ın PKK saldırısını başından beri bildiği ve izlediği ama hiç bir önlem almadığı haberini yayınladı. Cumhuriyet tarihinin belki de en önemli skandallarından biriydi bu.


Sonra Genelkurmay Başkanı’nın yaptığı tehditkâr açıklamalar geldi, ardından da yayın yasağı...


KONSOMATRİS HÜKÜMETLER . Peki ya sivil halkın seçip ülkeyi yönetmek için başbakan koltuğuna oturttuğu Sayın Erdoğan’ın tavrına ne demeli. Başbakan, olaylardan sorumluluk duymak ve ordu yetkililerinden hesap sormak yerine, sadece bu tarafa dönüp bağırdı, o kadar. Böylece siyasi iktidarlarla ilgili bir tezim de doğrulanmış oldu. Tezim şu, 12 Eylül darbesinden bu yana iktidar olan bütün o sözde sivil hükümetler, aslında ordunun masasında oturan siyasal konsomatrislerden başka bir şey değildi. Sonradan masaya medya da dahil edildi. Böylece demokratik diktatörlüğün aşk üçgeni tamamlanmış oldu.


Konsomatris hükümetler, devletin bütün imkânlarını kullanarak, yedi sülalelerini zengin etme ve büyük yolsuzluklara imza atma konusunda yüzde yüz özgürlüğe sahiplerdi, ancak darbe yasalarına dokunma ve doğru yöntemler kullanarak Kürt sorununu çözme konusunda karar alma güçleri yoktu.


AKP’ye bir bakın. Bırakın Kürt sorununu, şunu bunu, partinin seçim kampanyalarında canla başla çalışan onca kadının türban takma özgürlüklerini bile sağlayamadılar.


Eğer Meclis’teki milletvekilleri, demokratik bir diktatörlüğe dönüşmüş ülkenin bu durumundan biraz sıkıntı duyuyorlarsa,12 Eylül’e ait bütün o hurdaya dönmüş çağdışı yasaları derhal ortadan kaldırmalı ve bu sivil savaşa bir son vermelidirler. Sayın Cemil Çiçek’in kendisi söylüyor, bu savaşın ülkeyi nasıl 300 milyar dolar zarara uğrattığını ve binlerce gencin hayatını aldığını...


Sözüm yine politikacılara, bu ülkede herkese Amerikan vizesi verilsin, eminim ülke boşalır, halk bu düzenden o kadar bıkmış çünkü. Siz halkın sessiz kaldığına bakarak da her şeyin yolunda gittiğini düşünmeyin. O zorba yasalardan korktukları için sessiz kalıyorlar, memnun oldukları için değil yani. Ama yerel seçimler yaklaşıyor, AK Parti’deki sevgili dostlarımı uyarayım, sessiz atın çiftesi pek olurmuş.

edit post

Comments

0 Response to 'Demokratik diktatörlük'