25.01.2009- Taraf Gazetesi

Geçen haftaki yazımda Türkiye’deki tatilim süresince yaptığım gözlemlere yer vermiştim. Bu yazı nedeniyle alışık olmadığım kadar çok okur mektubu aldım. Bazıları çok sevmiş, bazıları sinir olmuş. Sinir olan okurlarımı çok iyi anlayabiliyorum; bir başka insandan kendinizle ilgili negatif değerlendirmeler işitmek, kolay hazmedilir bir şey değildir. Ancak hepimiz önce şunu bilmeliyiz: bugüne kadar hayatındaki sorunlar nedeniyle, devleti, hükümeti, orduyu, polisi, şirketleri, patronları, Amerika’yı suçlayanlar bu listeye bir de kendilerini eklemeli. Benim o gözlemlerimden çıkardığım sonuç şuydu. Halkı oluşturan pek çok birey aslında eleştirdikleri ve suçladıkları kurumlara benziyorlar: kuralları ihlal ediyor, hak yiyor, kötü davranıyor, yalan söylüyor, rüşvet veriyor, üzüyor, fiziki şiddete başvuruyor…

Eğer hayatımızı tedavi etmek istiyorsak, yaptıklarımızı ne olursa olsun kabullenmek zorundayız. İnkârın olduğu yerde hiç bir şeyi değiştiremez, hiç bir ilerleme sağlayamaz ve hiç bir şeyi de sağaltamayız.

Bu girişi fazla uzatmadan gözlemlerimin ikinci kısmına geçmek istiyorum:

Müslüman dünyasında çifte standart


İsrail’in Gazze halkına yönelik zulmü
bütün dünyada İsrail aleyhtarı bir hava yarattı. Milyonlarca insan İsrail’i protesto etmek için sokaklara döküldü. En büyük kitlesel tepki ise İslam coğrafyasından geldi. Türkiye de tepki veren ülkelerden biri oldu. İstanbul’da sokağa adımınızı attığınız andan itibaren bu tepkinin farkına varıyorsunuz. Her yerde İsrail’i kınayan pankartlar ya Filistinlilere yardım organizasyonlarının pankartları var. Bu çok anlamlı ve güzel.

Ancak gönül ister ki Ortadoğu halkı, aynı tepkiyi kendi ülkelerinde ve komşu ülkelerdeki insan hakları ihlalleri konusunda da verebilsin... Çünkü ister istemez akla şu soru takılıyor: Ortaya konulan bu kitlesel tepkiler, insan hakları prensiplerinden hareket edilerek gerçekleştirilmiş protesto gösterileri mi yoksa Musevi düşmanlığından beslenmiş sabun köpüğü bir kabarma mı? Demek istediğim şu; sadece bir Musevi bir Müslümana zulüm ettiğinde değil, bir Müslüman bir Müslümana zulüm ettiğinde de aynı tonda gürleyebiliyor muyuz? Öyle zannediyorum ki Müslümanın Müslümana ettiği zulüm konusunda Ortadoğu halkı çok sessiz kalıyor. Oysa Ortadoğu’nun karanlık ve acı suyunun altına biraz daldığınız vakit görüyorsunuz ki orada İsrail’in zulmünden daha şiddetli bir zulüm var: bu, Müslümanın Müslümana ettiği zulüm... Örnek mi istiyorsunuz. İşte örnekler:

IRAK’IN HALEPÇE KATLİAMI: Saddam Hüseyin
1988 yılında Kürtler üzerine kimyasal bomba attığında, ne Kuzey Afrika ülkelerinde, ne Ortadoğu ülkelerinde, ne de Türkiye’de Irak’ı protesto etmek için kitlesel halk gösterileri yapıldı. Üstelik Saddam kendinden beklendiği üzere çok canice davranmış, attığı kimyasal bombalarla çoluk çocuk dahil beş bine yakın insanı öldürmüş, on bine yakın insanın da yaralanmasına ve sakat kalmasına sebep olmuştu.

Bütün bunlara rağmen Müslüman dünyasında Saddam’a karşı her zaman büyük bir sempati beslendi, kimse onun kendi öz halkına yaptığı zulümleri görmek ve hatırlamak istemedi. Bu Ortadoğu kabadayısının Müslümanlık değerlerini kullanarak Amerika ve İsrail’e karşı çıkması, Onun bütün kötülüklerinin üzerini örtmeye yetmişti.

SURİYE’DEKİ VATANSIZ KÜRTLER:
Suriye, bir Cumhuriyet rejimi olarak anılıyor. Ancak nasıl bir Cumhuriyetse baba Hafız Esad 1970 yılından 2000 yılına kadar, yani ölene kadar tam 30 yıl boyunca ülkeyi yönetti. Odur budur da oğlu Başer Esad direksiyonun başında.

Bu diktatörlük, insan hakları ihlalleri konusunda nam salmış. Bu namdan biraz söz edeyim: Bugün Suriye’de yaşayan tam 300 bin Kürdün vatandaşlık statüsü yok, yani bu insanların bir nüfus cüzdanı yok, vatansız sayılıyorlar, dolayısıyla maaşlı bir işte çalışamıyorlar, hiç bir sosyal hakka sahip değiller. Oysa o Kürtler binlerce yıldır orada yaşıyorlar. Ne ilginçtir ki aynı Suriye siyasal sığınmacı olarak kendi ülkesine gelen Filistinlilere her türlü hakkı tanıyor. Elbette tanımalı ve yardıma ihtiyaç duyana kucak açmalı ancak bu çok çirkin bir çifte standart değil mi sizce.

GÖZALTINDA YAŞAYAN SUUDI ARABİSTAN HALKI:
Suudi Arabistan, İnsan Hakları ihlalleri konusunda bir başka nam salmış ülke. Öyle ki, halk, bunaltıcı devlet politikalarından dolayı adeta gözaltında yaşıyor gibi.

Kadınlara, dinî azınlıklara (İsmailî ve Şiiler) ve yabancılara karşı inanılmaz bir ayrımcılık var. Konuşma, gösteri ve örgütlenme hakları neredeyse yok. Hâlâ idam cezası uygulanıyor, üstelik kılıçla kelle kesiyorlar, 2007 yılında 156 kişi kellesinden oldu. Büyü yapmanın cezası idam, dinden dönmenin de... Bir kadının çalışması, seyahat etmesi, evlenmesi ve sağlık sigortası edinmesi için babasından kocasından ya da oğlundan izin alması gerekiyor.

Yabancı isçilere köle muamelesi yapılmak isteniyor ve ciddi zorluklar çıkarılıyor. Örneğin Dr. Abd al-Halim Yusif 2006’da çalıştığı Suudi hastanesinden istifa edip bir başka Suudi hastanesine geçiyor. Ancak eski işyeri buna karşı çıkınca,Dr. Yusif yeni işine başlayamıyor dolayısıyla işsiz kalıyor, bu süreçte yasal oturum izni de iptal ediliyor ve ülkeyi terk etmek zorunda kalıyor.

Gazetecilik ve yağcılık


Türkiye’de bulunduğum günlerde en sevdiğim şey daha önce sadece internetten okuyabildiğim gazetelerin kâğıt baskısını elime almaktı. Hele Taraf’ı bayiden satın alıp okuduğumda verdiği keyfi tarif edemem. Elbette sadece Taraf okumadım, Milliyet gibi pek çok diğer gazeteyi de dikkatle okudum. Ancak daha ilk günden Milliyet’te okuduğum bir Güneri Cıvaoğlu röportajı tüylerimi diken diken etti. Eğer ileride bir gün, bir gazetecilik okulu, müfredatına Case Study dersi koymayı akıl ederse, bu röportajın yapılış öyküsü de ilginç bir case study olabilir. Böylece öğrenciler gazetecilikte yağcılık realitesini çok daha iyi anlar.

Önce yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için yağcılık ve övgü arasındaki ayrımı ortaya koymak isterim. Övgü gerçekler üzerinden hareketle söylenen hoş sözlerdir, yağcılık ise hayalî gerçekler üzerine söylenen hoş sözlerdir. Birinde doğruya vurgu yapılır, ötekinde ise asılsız bir iddia veya sıfata.

Yağcılığa en müsait mesleklerden biri ise gazeteciliktir. Nedeni açık: Medya Türkiye’deki diğer sektörlerle kıyaslandığında çok dar bir sektör. Bu nedenle hem çalışanlar hem de işletmeler bazında çok yorucu bir rekabet hâkim. İşte bu rekabet kuyusu içinde, bazı “büyük” gazeteciler, tutunmak, üstte kalmak ve ismini daha da büyütmek adına ülkeyi yöneten ve yönlendiren elitlerle sürekli bir al gülüm ver gülüm konsensüsü içindeler.

Güneri Cıvaoğlu’nun Abdullah Gül ve eşi Hayrünnisa Hanım ile gerçekleştirdiği röportaj da bu konsensüsün bir göstergesi. Cıvaoğlu Hayrünnisa Hanım’a soruyor: “George Clooney ile Abdullah Gül arasındaki benzerlik konusunda ne düşünüyorsunuz?” Hoppala; Gül ve Clooney arasında benzerlik varmış demek ki... Gördüğünüz gibi bu soru, doğru olmayan bir iddiadan hareketle soruluyor, halbuki Gül ve Clooney arasında her ikisinin de saçlarının ağarmış olması dışında hiç bir fiziki benzerlik yok. Sayın Cumhurbaşkanımız beni yanlış anlamasın ve kırılmasın, kendilerine saygım var ama bütün bunlar beni kral çıplak demekten de alıkoyamaz. George Clooney yakışıklı ve çekici bir erkek, Abdullah Gül ise değil.

Güneri Cıvaoğlu’nun karşısındaki iki ismi cilalamaya yönelik tavrı röportaj boyunca sürüp gidiyor. Peki, bu röportajda Sayın Gül, yakışıklı olmakla payelendirilirken, röportajı yapan Güneri Cıvaoğlu’nun payına ne düşüyor? Onun bu röportajdaki rantı da şu: devletin en tepe noktasında bir isimle yan yana gelmiş olmanın verdiği prestij, önemlilik duygusu ve bir sonraki röportajlar için ünlülerden davetiye alma garantisi. Öyle ya hangi ünlü bu röportajı okuduktan sonra, Cıvaoğlu ile yeni bir al gülüm ver gülüm röportajı yapmak istemez.

Kadın röportajcılar dürüst, erkekler sinsi ve hesapçı


Güneri Cıvaoğlu bu konuda tek değil, ağır abi olarak bilinen pek çok erkek gazeteci, zaman zaman köşelerinden çıkıp, özellikle siyasilerle röportajlar yapıyorlar ve üç aşağı beş yukarı Cıvaoğlu ile benzeri tonda işler çıkarıyorlar. Buradan da şu sonuç çıkıyor: erkek gazeteciler (Sevgili Ecevit Kılıç’ı ayrı tutuyorum) röportaj yapamıyor, iyisi mi bu işi tümden kadınlara bıraksınlar. Çünkü kadınlar, röportajcılığın hakkını veriyor. Bunu anlamak için Neşe Düzel, Mine Şenocaklı, Sanem Altan, Nuriye Akman, Nagehan Alçı, Ayşe Arman, Ayça Örer gibi gazetecilerin tek bir işine bakmak yeterli.

Peki, kadın gazeteciler röportaj konusunda neden daha iyi? Bunun iki nedeni var; kadın gazeteciler röportaj yaptıkları kişiye karşı daha dürüstler, dolayısıyla daha açık sözlü sorular soruyorlar. Bu açıklık röportaj yapılanı da açıyor ve ortaya daha ilginç ve lezzetli konuşmalar çıkıyor. Ancak erkekler hesapçı, içe kapanık ve sinsiler, bu nedenle karşı tarafı açmak yerine onlarla uyum içinde olmayı tercih ediyor. Bu tavır, röportaj yapılanı daha resmî ve sıkıcı konuşmaya itiyor. Arkadaşım Sayım’a İstanbul’la ilgili pozitif ve keyifli bir yazı yazma sözü vermiştim. Hatta Sayım bunun için bir gün beni zorla evden çıkardı, önce Beyoğlu Tünel’deki Lokal adlı güzel bir mekâna gittik, sonra daha başka mekânlara, ancak ben, şekilde de gördüğünüz gibi yine keyifli bir İstanbul yazısı yazamadım, ne yapayım…
edit post

Comments

0 Response to 'İkiyüzlü Ortadoğu ve Müslümanın Müslümana ettikleri'