30.11.2008- Taraf Gazetesi

Bir Thanksgiving daha geçti. Thanksgiving bir tür bayram, bu günde aileler, arkadaşlar toplanır, güne özgü klasik yemekler pişirilir ve afiyetle yenilir, hatta artan yemekler portatif kaplara konularak gelen misafirlere de verilir. Ben ve pek çok arkadaşımın ailesi burada değil, ama biz arkadaşlar biraraya gelince, zaten bir aile oluyoruz. Bu nedenle bu yıl Edward, George, Alan ve diğer arkadaşlarla biraraya geldik ve Manhattan’ın doğu yakasında yer alan, Old Devil Moon adlı bir lokantaya gittik.

Normalde tıpkı İstanbul sokakları gibi kalabalıktan yürünmeyen Manhattan sokakları, o gün neredeyse bomboştu.
Çünkü herkes evlere kapanmış, ya yemek yapmakta ya da yemek yemekteydi. Boş şehir manzarası, bana İstanbul’daki nüfus sayımı günlerini anımsattı.

Karakter sahibi salaş bir lokantaydı gittiğimiz yer. Aslında Thanksgiving günü açık yer bulmak zor, ancak bu lokanta, geleneksel olarak her Thanksgiving’de, bizim gibiler için kapısını açık tutuyor ve bugüne özel bir menü hazırlıyor. 23 dolar ödeyip karışık bir yemek tabağı yaptırabiliyorsunuz. Tabakta, patates püresi ve fırında hindi gibi klasik Thanksgiving yemekleri vardı. Ben bir de soğan çorbası içtim, bizim Dersim-Elazığ yöresi Kürtlerinin keledoş çorbasına çok benzeyen Fransız usulü bir çorbaydı.

SİYAH DÜŞMANLIĞI .
Oraya biri Kürt, biri Türk iki mastır öğrencisi ahbabımı da götürdüm. Neyse, yemeğimizi yerken bir yandan sohbet ediyoruz. Laf döndü dolaştı kentte işlenen suçlara geldi. Türk arkadaş, “her taşın altından bu siyahlar çıkıyor” diye bir laf attı ortaya, ardından Kürt arkadaş onun iddiasını destekledi, “suç işlemek onların genlerinde yazılı”

Hoppalaaa... O an başımdan aşağı kaynar sular döküldü sanki, kızmıştım, “Beyler, aynı şeyi İstanbul’da Kürtler için, Almanya’da ise Türkler için söylüyorlar, eğer bizden olmayan gruplara karşı birazcık empati kurma yeteneğiniz olsaydı, böyle haksızca bir değerlendirmede bulunmazdınız” dedim.

Aslında bu durum en çok Kelly’i üzmüştü, çünkü o gün aramızda olmayan eşi bir siyahtı.
Nitekim kadıncağız, “çok yorgunum” bahanesiyle oradan ilk ayrılan kişi oldu, bize yansıtmaya çalışmasa da keyfi kaçmıştı...

CÜCE LAFINI KÜFÜR YERİNE KULLANMAYIN ARTIK .
Nasıl bir toplumdan geldikleri düşünüldüğünde, Amerika’da yaşayan o iki Türkiyeli arkadaşı anlamamak mümkün değil. Çünkü Türkiye’de insanlar, sosyal bir ortamda konuşurken, ettikleri lafların birilerini gücendirebileceğini hatta onları küçük düşüreceğini hesaba katmıyorlar, böyle bir sosyal kültüre sahip değiller...

Üstelik bu hatayı sadece tek tek bireyler değil, kurumlar da yapıyor. Medya da bunlardan biri. Türkiye’deki her türlü gazeteden bu konuda tonca örnek çıkarmak mümkün, ancak Hürriyet çok etkili bir gazete olduğu için oradan bir örnek vermek istiyorum. Geçenlerde çıkan bir yazıda, “Bu cüce, yandaş ve besleme basın” deniyordu. Yani yazıda eleştirilen “yandaş medya”yı aşağılamak için “cüce” sözcüğü kullanılıyordu. Peki, bu satırları okuyan bir cüce ne hisseder hiç düşündünüz mü, bedensel görünümü başkalarını aşağılamak için neredeyse bir küfür olarak kullanılıyor.

Yanlış anlamayın, herkes kendini sansürlesin demiyorum ama azınlık bir gruba yönelik ırkçı ve doğru olmayan önyargılar üzerine inşa edilmiş düşüncelerimizi otosansür etmeyi kendimize öğretsek hiç de fena olmayacak. Böylece, hayatı birbirimiz için dayanılmaz bir ağırlık haline getirmemiş oluruz.

POLİTİCAL CORRECTNESS .
Amerikalılar bu konuda hayli aşama kaydetmiş durumda: Örneğin, burada Political Correctness adlı bir kavram var. Bunun kabaca tanımı şu; siz bir grubu sevmek, beğenmek ya da takdir etmek zorunda değilsiniz. Ancak bu size cinsiyetçi, ırkçı, homofobik fikirlerinle başkalarını suçlama ve bunu ulu orta ifade etme hakkı vermez, çünkü siz söylediklerinizle, karşı tarafı psikolojik olarak taciz etmiş ve küçük düşürmüş oluyorsunuz, bu yapılan da sağduyu sahibi insanlar nazarında bir suç.

Biri Kürt diğeri Türk olan o iki mastırlı arkadaşım Amerika’da yaşamalarına rağmen ne yazık ki Political Correctness kavramının önemini kavrayamamışlar.

Oysa Amerika’da bu konuda her geçen gün yeni tartışmalar yaşanıyor. Örneğin Hıristiyanlar için dinî bir bayram olan Christmas döneminde, artık kimse dinî kökenini bilmediği insanlara kolay kolay Marry Christmas diyemiyor, çünkü bir Müslümana Marry Christmas demek uygunsuz bir davranış (politically incorrect), bu nedenle happy holiday (mutlu tatiller) demenin daha uygun olduğu söyleniyor. Dolayısıyla bizdeki Ramazan bayramı-şeker bayramı, hayırlı Ramazanlar-iyi bayramlar söylemi arasındaki farklılığa biraz bu açıdan bakmak lazım. Dinî inancı olmayan ya da Müslüman olmayan birine, “Hayırlı Ramazanlar” demek ne derece anlamlı ve doğru bunu biraz düşünmeliyiz. Çünkü bana öyle geliyor ki bilerek ya da bilmeyerek bir Alevi’ye ya da Ermeni’ye, “Hayırlı Ramazanlar” demek, onları Sünni Müslümanlara benzetme çabasının bir çeşit dışavurumu olarak da algılanabilir.

Amerika’da Political Correctness kültürünün oluşmasında Nefret Suçları Yasası’nın çok önemli bir etkisi oldu. Bu yasa, sadece işyerlerinde değil sosyal ortamda da insanların konuşma ve davranışlarına dikkat etmelerini sağladı. Geçen haftaki yazımda bu yasanın içeriğinden söz etmiş ve Türkiye’nin böyle bir yasaya acil ihtiyaç duyduğunu belirtmiştim.

Bu anlamda bir noktayı vurgulamak isterim. İlle de devletten bu konuda adım atmasını beklersek daha çok bekleriz. Türkiye’de özellikle şirketler bu konuda çok önemli adımlar atabilirler. Üstelik bunun onlara bindireceği hiç bir külfet olmayacak. Şirketlerin tek yapması gereken şey, Nefret Suçları yasasından ilham alarak, çalışanların yaşına, bedensel görünümüne, cinsel ve etnik kimliğine yönelik, fiili, sözlü ve görsel her türlü ayrımcı davranışı yasaklayan bir kontrat hazırlamaları. Daha sonra, var olan çalışanlara ve yeni işe alınanlara bu kontratı okuturlar, anladıklarından emin olduktan sonra da imzalatırlar. Dolayısıyla herhangi bir çalışan, o ilkeleri tüm uyarılara rağmen ısrarla ihlal ettiği vakit, şirket tarafından işine rahatlıkla son verilebilir.

Yine Hürriyet’ten örnek vereyim, diyelim ki Hürriyet’in çarşaflı bir muhabiri var, bu muhabir Hürriyet’in insan kaynakları birimine başvurup, Bekir Coşkun’un “Kara” başlıklı yazısının çarşaflı kadınlara karşı ırkçılık unsurları içerdiğini ve bir şirket çalışanı olarak bundan rahatsız olduğunu iddia edebilir, bu iddia soruşturulur. Bir başka yazısında Bekir Coşkun’un yine benzeri bir mantıkla hareket ettiği tespit edildiğinde o zaman Ertuğrul Özkök’e de gerek kalmadan, İnsan Kaynakları Müdürü, Bekir Coşkun’un işine anında son verilebilir.

YAŞ VE CİNSİYET AYRIMCILIĞI .
Şirketlerin nefret suçları konusunda adım atması, Türkiye gerçekleri düşünüldüğünde iki açıdan çok önemli: birincisi kronik bir hastalık halini alan her türlü cinsel taciz suçlarının önünün alınması, (çünkü kadınlar bu konuda inanılmaz bir psikolojik baskı altındalar);ikincisi ise şu: neticede çalışanların büyük çoğunluğu bir şirketin çatısı altında çalışıyor. Dolayısıyla şirketlerin bu konuda koyduğu zorunluluklar, bir süre sonra ofis dışındaki hayatta da etkisini gösterecek ve potically correctness kavramının ülkemizde bir kültür olarak yerleşmesinin önü açılacak.

Şirketlerin HR uzmanlarının bu anlamda atması gereken bir başka adım da eleman alımlarında fırsat eşitliğinin esas alınması ve artık şu çağdışı olan, “bay elemanlar aranıyor”, “30 yaşının altında elemanlar aranıyor” türünde ilanlara bir son vermeleri. Çünkü bu yaş ve cinsiyet ayrımcılığı yaptıkları anlamına gelir ki ciddi bir yanlış, ciddi bir suç...

Ne dersiniz, political correctness ve nefret suçları biraraya geldiğinde size Alevilerin temel bir prensibini hatırlatmıyor mu: eline diline beline hâkim ol.
edit post

Comments

0 Response to 'Politik dürüstlüğün bir kültür olarak yerleşmesi'